Zaman zaman sosyal medyada karşımıza çıkan bir iddia var. Bu iddiaya göre İslam’ın kurucu kenti esasen Petra antik kentindeydi; ama Mekke şehri zamanla taşındı. Buna kanıt olarak bazı eski camilerin kıble yönleri gibi deliller getirmeye çalışıldı.    

Bu iddiaların temeline oturttukları kişi de Dan Gibson isimli ciddi bir gazeteci ve akademisyenden çok Facebook sınırlarını zorlamayı kendine şiar edinen bir komplo teorisyeni. Normal şartlar altında ciddiye alınmaması gerekir iddianın; ama milyonlarca etkileşim insanların buna ciddi şekilde meyletmesi son derece tuhaf durmaktadır.   

Bilindiği üzere hakikat ayakkabı bağcıklarını bağlayana kadar yalan dünyanın etrafında yedi kez dolaşabilir. Buyurun Petra’nın geçmişine ve orada yaşanan hadiselere yakından bakarak kararı okuyucularımıza bırakalım.  

Arap yarımadası her zaman ilgi çekiciydi  

Bugünkü Arap yarımadası her dönem ilgi çekici bir coğrafyaydı. Bilhassa Antik Yunanlılardan başlayarak Roma ve Bizans’ın bu bölgeye ilgi duyması elimizde sayısız belge, kitap ve dokümanın bulunmasını sağlamaktadır.   

Ünlü Yunan coğrafyacı Eratosthenes, bu yarımadayı Arabia Felix, Arabia Deserta, Arabia Petraea üç kısma ayırarak incelemektedir. Bu tanımlama bugün Güney Arabistan, Hicaz ve Kuzey Arabistan şeklinde varlığını sürdürmektedir. Sicillus da dâhil olmak üzere önemli Yunan coğrafyacıların belirttiğine göre; Hierapolis’ten Babil’e (Süveyş’ten Fırat’a kadar uzanan satha) uzanan bölgede göçebe halinde iki önemli medeniyet bulunuyordu: Nebatiler ve Aramiler…  

İslami kaynakların Enbâtu’ş-Şâm dedikleri Nebatiler, bugünkü modern Suriye ve Şam’a kadar ulaşan bir alan da hüküm sürmüşlerdi. Nebatilerin hüküm merkezi Ürdün, başkentleri de meşhur Petra idi.   

Nebatilerin burayı başkent olarak seçmesinin nedeni elbette ki Hazreti Âdem ile zerre bir ilgisi bulunmamaktaydı. Böylesi geniş bir coğrafyaya hükmeden Nebatilerin, Batıda Ürdün Vadisi ve Ölü Denize bakması, sert kayalardan oluşan dar geçitlerden oluşan yapısıyla Petra son derece askeri gerekçelerle kurulmuş bir başkentti. Bu başkentin Mısır’dan Akabe Vadisine uzanan konumu ve Arabe Vadisi sıra dağlarının tahkimi ile son derece politik amaçlarla kurulduğu ortadadır. Şehir öylesine muhkem bir konumdaydı ki Nebatilerin müttefikleri işgal tehlikesi duyduklarında değerli mal ve hazinelerini muhafaza etmek adına Nebatilerin başkentine emanet ederlerdi.   

Petra’yı elinde tutan Nebatiler, Semud Kavmi’nin mirasçılarıydı. Kimi kaynaklar da onları Araplaşmış Aramiler olarak tanımlamaktadır; ancak Kureyşlilerle bazı benzerliklerinin bulunması nedeniyle bu ihtimal zayıf durmaktadır.   

Tam bu noktada; İslam’ın ilk dönemlerinde Nebatilerden bahseden kaynakları incelediğimizde onları çoğunlukla Filistin bölgesine uzanan krallıkları ile yabancı bir millet olarak zikretmekte ve ele almaktadır. Oysa Petra’nın gerçek Mekke olduğu iddiası doğru olsaydı, her şeyden önce Nebatileri Kureyşlilerin atası olarak kabul etmemiz gerekirdi. Oysa ne İslam peygamberinin ne de sonrasındaki halifelerin böyle bir mirası sahiplenmemiş olması Nebatileri Kureyş’in dışına çıkaran bir olgudur. Dolayısıyla Kureyşsiz bir Mekke söz konusu olamayacağına göre Petra’ya Mekke’dir demek akıl dışı bir iddiadır.  

Kaldı ki Nebatiler son derece Kureyşlilere benzer hem Kur’an Arapçasına yakın bir lisanları bulunur hem de gelenekleri itibariyle Kureyşlilere fazlasıyla benzer. Buna rağmen İslam’ın ilk dönemlerinde Petra’nın kurucuları Nebatilerin görmezden gelmesi kendi başına bu iddiayı tuzla buz eden bir olgu olarak kenarda dursun, devam edelim.   

Roma/Bizans kaynakları ne diyor?  

Roma (Bizans), Arap yarımadasının elverişsiz koşulları nedeniyle tamamen işgal etmeyi gereksiz ve zahmetli bulmuştu. Bunun yerine Arap kabileleri ile çeşitli uzlaşılar yoluyla bölgeden istediğini elde etme yoluna gidiyordu.  

Bizim düşündüğümüzün aksine Başkent Kostantinapol, bu coğrafyayı çok fazla önemsemiyor ve dikkate almıyordu. Bu yüzden başta Peygamberimizin nübüvveti olmak üzere, bugün bizler için son derece kıymetli bazı hadiselerin Bizans kaynaklarında yer bulmuyor oluşu son derece üzüntü verici bir hadise olarak karşımıza çıkıyor. Yine de bereket versin İslam’ın doğduğu Mekke ile Petra’nın aynı yer olmadığını Bizans kaynakları bizlere göstermektedir.   

Bizanslılar, asker sokmasa da Mekke’ye tüccar göndermeleri nedeniyle dikkati elden bırakmamış zaman zaman casuslar vasıtasıyla istihbaratlar toplayarak bölgede yaşanan gelişmeleri uzaktan da olsa takip etmeyi sürdürmüştü. Bizans’ın kayıtlarındaki iki hadise Petra ile Mekke’nin aynı yer olmadığını kanıtlamaktadır. Birincisi M.S 4. Yüzyılda Arap yarımadasında büyük bir misyonerlik macerası başlatan Theophilus İndus’un Mekke’yi Petra’dan bağımsız ve ayrı yerler olarak değerlendirmesi. İkinci ve belki de en önemli delilin 7. Yüzyılda İslam öncesi Kâbe tamirinin Bizans’a yaptırılmasıdır. Bizanslılar, Arap kabilelerle yaptığı anlaşma gereği İslam öncesi Kâbe’nin bakım ve tamiri için malzeme ve usta gönderir. Bu ustalar da bugünkü Mekke sınırlarında bulunan Kâbe’ye gelirler, Petra ile hiçbir bağlantı söz konusu değildir. Ayrıca Bizans Ürdün topraklarını bereketli bulmakta ve oraya askeri siyasi anlamda girmekten çekinmemektedir. İslam ortaya çıkıp yayılıncaya kadar Petra başta olmak üzere tüm Ürdün toprakları zaten Bizans malıydı.  

İddia sahiplerinin en büyük iddiası Mekke’de arkeolojik delillerin yeterli olmamasıdır. Öncelikle Gerek Osmanlı döneminde gerekse de Suud iktidarında Mekke’de bu tür çalışmalara pek rıza gösterilmedi. Yine de son yıllarda bu türden çalışmalara izin verilmeye başlandı. Bizzat önemli araştırmacılarımızdan Müfid Yüksel, Mekke çevresinde Hazreti Ebubekir’e ait olan son derece mühim keşifler yaparak bunları şahsi hesabından paylaştı; ancak çoğu kişi konunun önemini dahi anlamadı. Müfid Bey, Hisma civarında Hazreti Ebubekir’e ait olan yazıtları hem tespit hem de transkriptini yaparak kamuoyunun dikkatine sundu. Üstelik Müfid Yüksel bunu büyük bir araştırma ekibi ya da astronomik sermayeli bir proje ile değil; tek başına yürüttüğü araştırmalar ışığında ortaya çıkarttı.   

Petra ile ilgili yapılan arkeolojik araştırmalar, dönemin kaynakları ve daha sayısız delilin işaret ettiği son büyük hakikat İslam ortaya çıktığında, bu antik kent asırlar evvel terk edilmişti. Toparlayacak olursak İslam ve arkeoloji noktasında hiçbir bilgi birikimi olmayan gazeteci müsveddesi ortaya tuhaf bir iddia attı. Bunun üzerine sayısız ilahiyatçı hiçbir arkeolojik araştırma ihtiyacı duymadan ve tarihi vesikaları karşılaştırmalı olarak yeteri kadar incelemeden bu komplo teorisini sahiplendi. Bunun altında şüphesiz kötü niyetten başka bir sonuç çıkarmak pek mümkün görünmemekte.