Veysel Kurt

Veysel Kurt
Doç. Dr. Veysel Kurt, Lisans eğitimini 2006 yılında Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. “Liberal Yurttaşlık Düşüncesinin Komüniteryen Yaklaşım Açısından Eleştirisi” ile yüksek lisans, “Otoriter Arap Rejimlerinde Süreklilik Değişim ve Ordu: Karşılaştırmalı Perspektiften Mısır ve Suriye başlıklı tezi ile doktora derecesini aldı. Çalışmalarını Orta Doğu güvenliği, ordu-siyaset ilişkileri ve devlet dışı örgütler üzerine yoğunlaştırdı. Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyasal Bilgiler
devamını oku daha az oku Fakültesi’nde öğretim üyesidir.

Çok Kutupluluk Söyleminin Kısa Hikayesi

Çok Kutupluluk Söyleminin Kısa Hikayesi
24 Şubat 2025

Avrupa, yıllardır krizlerden kaçınarak ayakta kalmaya çalıştı. Ancak artık krizler kapısında değil, tam içinde... Münih Güvenlik Konferansı’nda dile getirilen endişeler, Avrupa’nın yalnızca gücünü değil, inandırıcılığını da kaybettiğini gösteriyor. Küresel güç dengelerinin sarsıldığı, liberal uluslararası düzenin çatırdadığı bir dönemde Avrupa, yeni gerçeklerle yüzleşmek zorunda. ABD'nin güvenlik garantilerinin belirsizleşmesi, Rusya’nın agresif politikaları, Çin’in ekonomik baskısı ve içeride yükselen aşırı sağ, Avrupa’yı zorlu bir geleceğe sürüklüyor. Peki, Avrupa, küresel düzenin değişen şartlarında kendi kaderini belirleyebilecek mi? “Çok Kutupluluk Avrupa’yı Kurtarır Mı?” başlıklı yazısında bu soruya yanıt arayan Doç. Dr. Veysel Kurt, bu kez çok kutupluluk söyleminin derinliklerine inerek ABD'nin dünya siyasetindeki değişen rolü karşısında Avrupa'nın kaderini tayin etme çabalarını inceliyor… 


Münih Güvenlik Konferansı’nın final raporunun başlığı Çok Kutupluluk’tu. Avrupa eliti, son yetmiş yılda olduğu gibi kendi geleceklerinde ABD’nin artık inisiyatif sahibi olmasını istemiyor. Daha doğrusu bu durum kendi isteklerinden ziyade, ABD’nin 2008’den beri süregelen ve fakat son yıllarda şekillenen dünya politikasından kaynaklanan bir zorunluluk. 

Avrupa’yı bu denli telaşlandıran belirleyici unsur, Rusya’nın tehditkâr tavırları değil; ABD’nin kendini dünya politikasında yeniden konumlandırma arayışıdır. Rusya Avrupa için her zaman tehditti, hatta Soğuk Savaş döneminde daha büyük tehditti. Son dönemde değişen şey, ABD’nin tavrı oldu. 

Bu argümanı anlayabilmek için tarihe kısa bir yolculuk yapmakta fayda var. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa güvenliğinin dinamiklerini belirleyen ABD oldu. Marshall Planı ile Avrupa’nın yeniden kalkınmasında öncü rol oynadı. Marshall Planını uygularken, Avrupa barışını da inşa etti. 1949’dan itibaren entegrasyon sürecinin Avrupa Birliği’ni ortaya çıkaracak şekilde kurumsallaşmasının arkasında ABD’nin bu yaklaşımı önemli bir paya sahip. ABD bunu hayırseverliğinden yapmadı tabii ki. Avrupa’yı pazar haline getirirken, SSCB’nin de yayılmasını sınırlandırmış oldu. 

Öte yandan, Avrupa içinde bir güç dengesi kuran ABD, Avrupa’nın güvenliğinde de merkezi bir rol sahibi oldu. En ilginç nokta ise Avrupa’yı kendi korumasına alırken, dünyada tek nükleer güç olduğu bu dönemde SSCB’yi kendine karşı konumlandırmaktan çekinmedi. ABD-SSCB-Avrupa üçgenindeki bu denklem Soğuk Savaş boyunca devam etti. 1990’da SSCB’nin parçalanarak geri çekildiği dönem Avrupa’nın en çok rahatladığı dönem oldu. On yıllara sari bu süreçte Avrupa, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında refah bölgesi haline geldi. Bu süreci yakın dönemde ciddi anlamda kırılmaya uğratan iki önemli gelişme oldu: 2008 ekonomik krizi ve Ukrayna’nın işgali.  

İlk kırılma 2008 ekonomik krizi 

Bu süreci kırılmaya uğratan ilk gelişme ABD merkezli 2008 finans krizi oldu. Bu kriz, çiçeği burnunda Obama yönetimini yeni bir stratejiyi devreye sokmaya itti. Bu tarihten itibaren ABD ‘deniz aşırı dengeleme’ ve ‘geriden liderlik’ gibi kavramları, büyük stratejisinin merkezine koydu. Bu kavramların işaret ettiği şey özetle şuydu: ABD dünya siyasetindeki konumundan vazgeçmeyecek, öncelik atfettiği meselelerde müdahil olacak ancak bu konumun gerektirdiği maliyetleri de minimize edecekti. Liderliği elden bırakmayacak ama gelişmeleri geride durarak yönlendirecekti. 

Bu strateji, Irak’taki askeri varlığını azaltmaya ve Afganistan’dan çekilmeyi de içerecek şekilde bir süreklilik arz etti. Obama’nın Arap Baharında oldukça iddialı söylemleri dile getirmesine rağmen doğrudan müdahaleyi reddetmesinin arkasında bu politika var. 

Trump’ın ilk iktidar döneminde (2016-2020) “Önce Amerika” söylemi ile bir tür izolasyonculuğa kadar varan politikası ve Avrupa’ya yönelik baskısı, ilk alarm zilleriydi. Bu dönemde de Macron, Avrupa ordusunu gündeme taşıdı, Merkel’le bu konu üzerinde yoğunlaştı. Ancak Trump’ın içerde sıkışması ve 2020 yılındaki seçimleri kaybetmesi ile Avrupa rahat bir nefes aldı.  

İkinci kırılma Ukrayna’nın işgali  

Ancak esas kırılma Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile yaşanacaktı. Üstelik bu işgal Trump’ın anti tezi ve Obama’nın mirasçısı sayılan Biden döneminde yaşanacaktı. Rusya’nın bu hamlesi karşısında Avrupa saman alevi bir motivasyonla bir araya geldi. Rusya’ya yönelik her alanda -Puşkin’in oyunlarını, Dostoyevski’nin romanlarını da hedef alan- baskı ve yaptırımları devreye soktu. Öte yandan ne ABD ne de Avrupa, doğrudan Rusya’yı hedef almaksızın Ukrayna’ya büyük miktarlarda askeri yardım ulaştırdı. Bu politika Rusya’yı tökezletse de geri adım attırmadı. 

Covid-19 pandemisinin ilk yıllarında iktidara gelen Biden, hiçbir alanda hikaye kurucu bir politika izleyemedi. Ve tam da Rusya ile Avrupa’nın birbirlerine diş biledikleri bir dönemde Trump yeniden iktidara geldi.  

Belirsizlik yaratıp bundan istifade eden, müesses nizamla kavga etmekten kaçınmayan, gözüne kestirdiği ülkelere karşı tehdit diline çok kolay başvuran ve cezalandırıcı bir tarza sahip olan Trump, küresel rekabetin daha da hızlandığı bir dönemde daha güçlü bir şekilde yeniden iktidarda. Trump’ın en çok Avrupa’yı rahatsız edeceği başından belliydi. İktidara geldikten sonra Rusya ile puslu havada dans eden Trump’ın pervasızlığı, Avrupa’yı da ateşe atmaktan zevk alıyor. Bu durumu fırsat bilen Rusya’nın Avrupa’ya diş bilemesi de bu sürecin doğal bir parçası. 

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Afrika’daki çıkar alanlarının gittikçe daralmasından, hava sahalarının her an ihlal edilme tehlikesinden, teknolojik saldırılarla hayatlarının felç olmasından bahsederken işaret ettiği tehdit kaynağı Rusya’dan başkası değildi. Üstelik Rusya, Avrupa’yı bu denli sıkıştırırken Trump henüz iktidarda değildi ve Biden tarafından sınırlı da olsa baskılanmaktaydı. Bu baskının kalktığı senaryonun Avrupa için bir kabus olabileceğinin, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında biriktirdiği refah anlamsız hale geleceğinin kendileri de farkında.  

Çin Avrupa’nın derdine derman olur mu? 

ABD-Rusya yakınlaşmasının yol açtığı tehlikeye karşı Avrupa için tek çıkar yol, tabii ki bu iş birliğinin sınırlı bir noktada kalması ve dengelenmesi. Bunun için de Çin’in devreye girmesi gerekiyor. Çin son yirmi beş yıldır inanılmaz bir ekonomik performans sergiledi. ABD, ekonomik alanda da hegemon olduğu 2000 yılından bu yana yüzde 167 büyürken; Çin yüzde 1200 büyümüş. Nominal düzeyde hala ABD önde olsa da Çin’in bu performansı yalnızca ABD için değil Avrupa için de meydan okuyucu. Zira Çin, Avrupa’nın da pazarını daraltmış durumda. 

Bununla beraber, Çin’in en önemli açmazı benzer bir performansı askeri alanda gerçekleştirememiş olması. Zira, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü kitabının yazarı Kennedy’e göre istikrarlı bir güç projeksiyonu için bu iki alanın senkronize bir şekilde gitmesi gerekiyor. 

İkinci açmaz da Çin’in ABD’nin karşısında konumlanmayı benimsemesi ve ABD’nin 1950’lerin başında SSCB’yi kabullendiği gibi Çin’i rakip olarak kabullenmesi gerekiyor. Daha da önemlisi ise bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda Avrupa’nın yeni düzende bir kutbu temsil etme yeteneğine sahip olup olmasıdır. Ve son olarak çok kutuplulaşmanın yani sistem değişimi sürecinden Avrupa’nın zayıflayarak mı, güçlenerek mi çıkacağı sorusudur. 

Mevcut söylemlere bakıldığında Türkiye ile ilişkiler dahil, Avrupa’nın bütün tuşlara bastığını görüyoruz. Birkaç yıl önce ötekileştirdikleri Türkiye’yi, diktatör olarak ilan ettikleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ümit besler duruma geldiler. 

Not: Yazının başına otururken niyetim çok kutupluluk tartışmasını Türkiye açısından değerlendirmekti. Ancak yazının akışını değiştirmedim. Avrupa’nın bu dramını da akılda tutarak çok kutuplulaşma ve çok kutupluluğu Türkiye açısından değerlendirmek de sonraki yazıya kalsın. 

Arap Dünyasında Gazze Meselesi

Arap Dünyasında Gazze Meselesi
01 Mart 2024

Gazze elbette ki sadece Arapların ya da Arap dünyasının meselesi değil, birçok yönüyle tüm dünyanı meselesi. Öte yandan özel bağlamında daha çok Müslümanların ve Arap dünyasını tabii olarak daha fazla ilgilendiriyor.  

Ahlaki ve inanç boyutundan söz etmeye gerek bile yok. İsrail’in hiçbir ayrım yapmadan gerçekleştirdiği katliamlardan, Müslümanları evsiz, barksız, okulsuz, hastanesiz bırakmasından, açlığa mahkum etmesinden istisnasız herkes, kendi payına düştüğü kadarıyla sorumlu. Bu durumu not ettikten sonra başlıkta işaret etmeye çalıştığım reel duruma dönmek istiyorum.

Geldiği nokta itibariyle İsrail’in çok belirgin bir strateji ve amaç doğrultusunda devam eden saldırganlığı fırsat/maliyet hesabı yapılacak, idare edilecek, çözümü ertelenecek bir mesele olmaktan çıktı. Aslında bu saptama 1948’den beri geçerli, ancak 7 Ekim süreci bu durumu herkes için görünür kıldı. Bunun temel nedeni, Filistin meselesinin ve bugün artık Gazze’nin Arap dünyası için sahip olduğu özel konumdur. Arap dünyasının siyasal aktörleri –daha net bir ifade ile Arap ülkeleri/devletleri-, ister İsrail’e düşmanlık politikası yürütsün ister İsrail’le barışmayı stratejik bir amaç haline getirsin, Filistin meselesini göz ardı edemez.

Genel anlamıyla bu yargı bütün Arap dünyası için geçerli, çünkü Filistin meselesi sadece ulusal güvenlik meselesi değil; sıradan Araplar için bir onur meselesi. Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan için ise İsrail reel politik açıdan çok daha önemli ve aciliyet kesbeden bir mesele.  

Dikkat edilirse her bir ülkeden bir şekilde tepki geliyor. Mısır sınırdaki duvarı ve tel örgüleri tahkim etmekle, Ürdün Gazze’ye havadan insani yardım ulaştırmakla ve ateşkesi sağlamak için çaba sarf etmekte. Lübnan ise kurbanlık koyun misali savaşın kendi topraklarına gelmesini bekliyor. Suudi Arabistan ise stratejik bir mesele olarak gördüğü İsrail’le barışmayı nasıl sürdüreceğinin hesaplarını yapıyor. Katar ise ateşkesi sağlamak için esaslı ve sürekli bir çaba içinde ve bu yönüyle diğer ülkelerden pozitif olarak ayrışıyor.  

İsrail’in stratejik amacı

İsrail’in Gazze’ye yönelik mevcut saldırganlığını basit bir intikam duygusu hatta Hamas’ı tasfiye etme amaçlı olarak yorumlamak eksik kalacaktır. 1948’den beri İsrail’in harekat tarzına bakıldığında tarihi Filistin topraklarını işgal etmeye devam etmek üzere kurulu olduğu görülür. Bu işgal farklı biçimlerde, kimi zaman yoğun kimi zaman durağan şekilde de olsa devam etmektedir. Dahası bu işgal toprakları ele geçirme güdüsüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda toprakları insansızlaştırma yani soykırım yöntemi ile gerçekleşmektedir. Bütün Filistinlileri öldüremeyeceğine göre Filistinlileri başka topraklara sürmek de bu stratejinin önemli bir parçasıdır.  

7 Ekim’den sonra Gazze’de yaşayan insanları Mısır’a sürmenin yollarını aramaktadır. İsrail’in bu niyeti kimi zaman Netanyahu’nun kimi zaman Savunma Bakanı ya da Göç Bakanı’nın kimi zaman ise ihtiraslı Siyonist emlakçıların söylemlerinde tezahür etmektedir. 2020 yılındaki hükümet programında Batı Şeria’nın %35’inin ilhak planı açık bir şekilde yer almaktaydı. Konjonktür İsrail’i Gazze’ye yönlendirdi. Peki bu durum tarihsel olarak ne anlama geliyor?

1948 savaşından sonra yaklaşık 700 bin, 1967 savaşından sonra da 400 binden fazla Filistinlinin Ürdün, Mısır ve Lübnan’a göç etmesi bu durumun önemli bir tezahürüdür. Bu rakamlar bugün 5 milyonu aşmış durumda. Birçok ülkede açlık ve çaresizlik görüntülerinin yansıdığı Filistin kampları mevcut. Bu çaresizlik görüntüsü kamplarda yaşayan Filistinlilerin değil, İsrail’le mücadele etmeyi başaramayan aktörlerin görüntüsü.  

İsrail Arap devletleri ya da Filistinlilerle yürütülen hiçbir müzakerede bu insanların geri dönmesini bırakın kabul etmeyi, pazarlık konusu yapılmasını dahi kabul etmemektedir. Başka bir deyişle topraklarından göç ettirilen tek bir Filistinli vatanına geri dönememiştir. Dönse bile zaten evi barkı, bahçesi, tarlası, toprakları işgal edilmiş ve temellük edilmiş durumda.  

Lübnan, Mısır ve Ürdün’ü zorlayan tehlike

İsrail gün geçmiyor ki Lübnan topraklarını bombalamasın. Hizbullah üslerini bombaladığını ifade etse de sonuçta Lübnan toprakları. Dahası bu işgalin Lübnan’ın geri kalan kısmına yayılmayacağının garantisi yok.

Ürdün ve Mısır’ı zorlayan tehlikenin boyutları daha geniş ve kritik. Çünkü bu iki ülkeyi bekleyen risk yalnızca İsrail’le çatışmak değil. Aynı zamanda tehlikenin bu iki ülkenin içine taşınmasıdır. Tehlike o kadar yakın ve önemli ki 1973’ten beri İsrail’le çatışmayan bu iki ülke için savaş iyi bir seçenek bile kalabilir.  

Neden mi?

Tarihsel tecrübe bize gösteriyor ki İsrail’in Filistinlileri Arap ülkelerine sürmesi ne Filistinlilerin kendileri ne de İsrail’le çatışmaktan kaçınan Arap ülkeleri için bir çözüm değil. Aksine herkes için yeni bir sorunun başlangıcı oluyor.

Sebebi ve sorumlusu kim olursa olsun, -elbette ki bütünüyle değil- Arap ülkelerinde oluşan Filistin diasporası, Arap ülkelerine siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan önemli katkılar yapmıştır. Öte yandan 1970 Kara Eylül olaylarının gösterdiği gibi ciddi problemlere de yol açmıştır. Sonuçta bu sürecin en çok kaybedeni başta Filistinliler ve Arap ülkeleri (devletiyle, iktidarıyla, halkıyla) olmuştur.  

Gazzeliler ölecek mi vatanlarını mı terk edecek!

İsrail bugün Gazzelileri ölmekle vatanlarını terk etmek arasında tercihe zorluyor. Yola çıkanları da bombalıyor ancak bu başka bir mesele. Bütün dünyaya ve Arap ülkelerine de Gazzelileri topraklarına kabul etmedikleri takdirde öleceklerinin mesajlarını veriyor. Gazze’nin coğrafi konumu itibariyle bu meseleye muhatap şimdilik Mısır. Ancak İsrail’in tezlerinin kabul edilmesi durumunda problemin tüm bölgeye yayılacağı da aşikar. Ayrıca yakın zamanda Batı Şeria’da ortaya çıkması benzer senaryoda Ürdün benzer tehditle karşı karşıya kalacak.  

Kaldı ki bu seçenekler bir çözüm değil, yeni problemlerin başlangıcı ve temelini oluşturacak.  

Filistinliler ölür ya da vatanlarını terk ederse İsrail topraklarına el koyacak. Mısır’a yerleşirlerse İsrail için sonuç değişmeyecek. Ve problem Mısır’ın içine taşınmış olacak.  

Çözüm yok mu? Başka bir deyişle Filistinliler ölmekle vatanlarını terk etme seçeneklerinden birini tercih etmek durumunda mı? Elbette ki hayır.  

Tek çözüm yolu İsrail’in durdurulması, Filistin topraklarını terk etmesi ve bir daha saldırmasının önüne geçilmesi. Bu yapılmadığı takdirde meselenin her geçen gün daha da büyümesi tesadüf değil. Bu elbette ki kolay değil ve Arap ülkelerinin elinde bunu temin ede bilecek araçlar da mevcut. Her şeyden önce bu amaçla hareket edilmesi gerekiyor.  

Aksi takdirde Arap ülkeleri yeni bir sarmalın içine girebilir. Arap ayaklanmalarının üç sloganı “ekmek, özgürlük, adalet” idi. Bu süreç büyük oranda ülkelerin kendi koşulları çerçevesinde ortaya çıkmıştı. Ancak sebepleri itibariyle farklı, sonuçları itibariyle benzer bir sarmal tehlikesi mevcut. Başka bir deyişle İsrail, devletleri, iktidarları ve halkalarıyla Arap ülkelerinin ekmeği, adaleti ve Hegelyen anlamda özgürlüğü için yeni bir tehdit kaynağı olmaya doğru ilerliyor. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.