Veysel Kurt

Veysel Kurt
Dr. Veysel Kurt, Lisans eğitimini 2006 yılında Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. “Liberal Yurttaşlık Düşüncesinin Komüniteryen Yaklaşım Açısından Eleştirisi” ile yüksek lisans, “Otoriter Arap Rejimlerinde Süreklilik Değişim ve Ordu: Karşılaştırmalı Perspektiften Mısır ve Suriye başlıklı tezi ile doktora derecesini aldı. Çalışmalarını Orta Doğu güvenliği, ordu-siyaset ilişkileri ve devlet dışı örgütler üzerine yoğunlaştırdı. Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde
devamını oku daha az oku öğretim üyesidir. 

Kurucu Dış Politika’da Birinci Perde Irak

Kurucu Dış Politika’da Birinci Perde: Irak
23 Mart 2024

Türkiye’nin son on yıldır izlediği dış politika söylem ve uygulamaları ilginç bir seyir izledi. Karar alıcıların belirlediği ve kullandığı söylemleri belirli politikalar takip etti. Bu sürece kısaca göz attıktan sonra, son dönemde dillendirilen “kurucu dış politika” söylemini anlamlandırmak daha anlamlı olacaktır. 

15 Temmuz darbe girişiminin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “oyunları bozacağız” vurgusu kendini birçok yerde gösterdi. Doğu Akdeniz, Suriye, Irak, Libya, Kıbrıs gibi birçok bölgede Türkiye’ye rağmen veya Türkiye’nin aleyhine kurulan denklemlerin çalışmadığını gördük. Bu bölgelerin her birini elbette Türkiye istediği gibi dizayn edemedi, böylesine bir beklenti de zaten gereksizdi. Bedel ödenmiş olsa da Türkiye’nin kendi çabası ve imkanları ile bunu başarmış olması oldukça önemli. 

Bu durumun birçok aktör tarafından anlaşılması üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan “dostlarımızı artıracağız, düşmanlarımızı azaltacağız” söylemini tedavüle soktu. Makul bir süre içinde ve koşullar olgunlaştıkça birçok ülke ile normalleşme görüşmeleri hız kazandı ve sonuç verdi. Farklı düzeylerde ilişkilerin bozulduğu Yunanistan, Mısır, BAE gibi ülkelerle yeni bir düzleme geçildi. 

Kurucu söylem ve pratikler 

‘Kurucu dış politika” söyleminin bir süredir Türkiye’nin karar alıcıları tarafından dillendirilmesi oldukça dikkat çekici. Özellikle Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturduktan sonra Hakan Fidan’ın bu söylemi vurgulu bir şekilde kullandığını ifade etmek mümkün. 

Bu söylemin hangi anlamda kullanıldığı, Türkiye’nin hangi bölgelerde ya da düzeyde kurucu bir rol üstleneceğine dair detaylı bir açıklama yok, olmaması da gayet doğal. Bununla birlikte söylemin tebarüz ettiği bağlam ve pratik uygulamalar uç vermeye başladı denilebilir. Bağlamdan kasıt, karar alıcıların uluslararası sisteme dair okuması. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sistemin önemli boşluklar yarattığını, ortaya çıkan çatışma alanlarına dair çözüm üretemediği iddiasını açık bir şekilde dile getirdiği malum. 

Türkiye’nin düzen kuruculuk iddiası da bu düzlemde anlam kazanıyor. Düzen kurmaktan kasıt, elbette yeni bir uluslararası düzenin ihdası değil, mevcut krizlerin yarattığı boşlukları anlamlı, somut ve uzun süreli iş birlikleri için değerlendirmek. Öte yandan uluslararası ilişkilerin “parçalanması” ve ikili ilişkilerde bile iş birliği ile çatışmanın aynı anda seyrediyor olması da kısa ve uzun vadeli iş birlikleri için bir motivasyon sağlamaktadır. Bu şartlar birçok aktörü dış politika ve güvenlik stratejilerini güncellemeye zorlamaktadır. 

Her şeyden önce iddia sahibi birçok aktörün benzer bir yaklaşıma sahip olduğunu dikkate almak gerekir. Başka bir deyişle sistemde yer tutma, alan genişletme, enerji kaynaklarından pay alma kavgası, birçok aktörün iştahını kabartmış durumda. Böylesi bir düzlemde küresel düzeyde kurucu olma iddiası gütmek ve bu iddiayı pratize etmek hiç de kolay görünmüyor. 

ABD’nin maliyetten kaçınmak için müttefiklerinin ulusal güvenliklerini hiçe saydığı, Rusya’nın genişleme iştahı, Çin’in sistem düzeyinde alternatif bir aktör olma isteği, AB’nin kaybettiği irtifayı Doğu Akdeniz enerji kaynakları ile telafi etme hırsı risk üreten başlıca politikalar. 

Buna mukabil Türkiye’nin maksimalist bir yaklaşıma sahip olmaması, mümkün olanı gözetmesi, stratejik bir bakış açısı ile hareket ediyor olması ve gerektiğinde çatışmayı göze alıyor olması önemli. 

Irak ve Somali ile imzalanan iş birliği ve ittifak anlaşmaları tam da böylesi stratejik bir bakış açısını yansıtmakta ve “kurucu dış politika” söyleminin somut uygulamaları olarak ortaya çıkmaktadır.   

Somali ile yapılan anlaşmayı başka bir yazıya bırakarak Türkiye ile Irak arasında tebarüz eden yeni iş birliğini tam da bu bağlamda değerlendirelim. 

Birinci perde: Irak 

Bilindiği üzere, Türkiye ile Irak arasında terörle mücadele konusunda bir ittifak gerçekleşti. Buna göre Irak hükümeti PKK’yı tehdit olarak tanımakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye ile ortak operasyonlar yapmayı da kabul etti. Ortak düşman ya da ortak tehdit algısı üzerinden gerçekleşmiş olması dolayısıyla realist perspektiften de bakıldığında oldukça önemli ve uygulanabilir. Anlaşmanın nasıl pratize edileceği ve hangi mekanizmalarla yürütüleceği de üç aşağı beş yukarı belli.  

Türkiye ile Irak arasında planlanan ikinci büyük iş birliği ise Kalkınma yolu projesi. 2005 yılından beri gündemde olan proje üzerindeki müzakereler uygulama aşamasına gelmiş durumda. Terörle ortak mücadele, aslında bu projeye zemin hazırlayacak niteliğe sahip. Güvenlik ve siyasi istikrar dünyanın her yerinde ve özellikle bölgemizde büyük yatırımların olmazsa olmaz şartı. Dolayısıyla bu iki proje birbirini tamamlayan niteliklere sahip.  

Kalkınma yolu Türkiye ile Irak ilişkilerini derinleştiren ve uzun dönemli ekonomik iş birliğini geliştirme kapasitesinin yanında birçok açıdan önem arz etmektedir. On yıllardır bir çatışma ve istikrarsızlık sarmalına giren Irak için yeni bir toparlanma fırsatı sunmaktadır. 1980 yılından itibaren İran’da sekiz yıl süren savaş, 1991’de birinci Körfez Savaşı olarak adlandırılan fakat özü itibari ile bir Amerikan müdahalesi olan çatışma süreci, yine 1990’lı yıllarda Kuzey ve Güney bölgelerine yönelik Saddam Hüseyin iktidarı tarafından gerçekleştirilen operasyonların bıraktığı yaralar ve yine 2003’te gerçekleşen ikinci Amerikan işgalinin yol açtığı iç savaş, terör problemi, mezhepsel kutuplaşma, toplumsal çözülme ve devasa petrol kapasitesine rağmen yaşanan ekonomik krizler Irak’ın on yıllarının heba olmasına neden olan olaylar serisi idi. Bu çatışma, çözülme ve işgal süreçleri çok büyük potansiyele sahip olmasına rağmen Iraklılar, elektrik, su, ulaşım, gibi en temel hizmetlerden mahrum kalmış durumda.  

Tam da Türkiye bu noktada Irak’ın siyasi ve ekonomik olarak yeniden toparlanmasına fırsat verebilecek bir projeyi sunmuş oldu. Bu projenin gerçekleşmesi durumunda Irak, Orta Doğu’nun Türkiye üzerinden yeni bir bağlantı noktasını teşkil edecek. 

Projenin bölgesel düzeydeki en önemli etkisi ise bir model oluşturma potansiyeli. Başka bir deyişle bu iş birliği yaklaşımını Türkiye farklı bölge ülkeleri ile benzer bir modelle ilişkileri geliştirme iradesini ortaya koymuş oldu. Pratik düzeydeki önemi ise Türkiye’nin yeniden Ortadoğu’nun derinlikleri ile pozitif bir ilişki kurma noktasına gelmiş olması.  

Projenin, alternatif ulaşım ve etkileşim koridorlarının tartışıldığı bir dönemde ortaya çıkması dolayısıyla da küresel bir boyuta sahip. Çin’in Kuşak ve Yol projesine karşı G-20’de tartışılan Hindistan merkezli IMEC koridor savaşları olarak nitelendi. Kalkınma Yolu da bu anlamda yarışa katılan yeni bir unsur durumunda.  

Bütün bunlar gerek ittifak anlaşmalarının gerek daha uzun erimli bir proje olan Kalkınma Yolu projesinin gerçekleşmesine karşı potansiyel meydan okumalara işaret ediyor.

Arap Dünyasında Gazze Meselesi

Arap Dünyasında Gazze Meselesi
01 Mart 2024

Gazze elbette ki sadece Arapların ya da Arap dünyasının meselesi değil, birçok yönüyle tüm dünyanı meselesi. Öte yandan özel bağlamında daha çok Müslümanların ve Arap dünyasını tabii olarak daha fazla ilgilendiriyor.  

Ahlaki ve inanç boyutundan söz etmeye gerek bile yok. İsrail’in hiçbir ayrım yapmadan gerçekleştirdiği katliamlardan, Müslümanları evsiz, barksız, okulsuz, hastanesiz bırakmasından, açlığa mahkum etmesinden istisnasız herkes, kendi payına düştüğü kadarıyla sorumlu. Bu durumu not ettikten sonra başlıkta işaret etmeye çalıştığım reel duruma dönmek istiyorum.

Geldiği nokta itibariyle İsrail’in çok belirgin bir strateji ve amaç doğrultusunda devam eden saldırganlığı fırsat/maliyet hesabı yapılacak, idare edilecek, çözümü ertelenecek bir mesele olmaktan çıktı. Aslında bu saptama 1948’den beri geçerli, ancak 7 Ekim süreci bu durumu herkes için görünür kıldı. Bunun temel nedeni, Filistin meselesinin ve bugün artık Gazze’nin Arap dünyası için sahip olduğu özel konumdur. Arap dünyasının siyasal aktörleri –daha net bir ifade ile Arap ülkeleri/devletleri-, ister İsrail’e düşmanlık politikası yürütsün ister İsrail’le barışmayı stratejik bir amaç haline getirsin, Filistin meselesini göz ardı edemez.

Genel anlamıyla bu yargı bütün Arap dünyası için geçerli, çünkü Filistin meselesi sadece ulusal güvenlik meselesi değil; sıradan Araplar için bir onur meselesi. Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan için ise İsrail reel politik açıdan çok daha önemli ve aciliyet kesbeden bir mesele.  

Dikkat edilirse her bir ülkeden bir şekilde tepki geliyor. Mısır sınırdaki duvarı ve tel örgüleri tahkim etmekle, Ürdün Gazze’ye havadan insani yardım ulaştırmakla ve ateşkesi sağlamak için çaba sarf etmekte. Lübnan ise kurbanlık koyun misali savaşın kendi topraklarına gelmesini bekliyor. Suudi Arabistan ise stratejik bir mesele olarak gördüğü İsrail’le barışmayı nasıl sürdüreceğinin hesaplarını yapıyor. Katar ise ateşkesi sağlamak için esaslı ve sürekli bir çaba içinde ve bu yönüyle diğer ülkelerden pozitif olarak ayrışıyor.  

İsrail’in stratejik amacı

İsrail’in Gazze’ye yönelik mevcut saldırganlığını basit bir intikam duygusu hatta Hamas’ı tasfiye etme amaçlı olarak yorumlamak eksik kalacaktır. 1948’den beri İsrail’in harekat tarzına bakıldığında tarihi Filistin topraklarını işgal etmeye devam etmek üzere kurulu olduğu görülür. Bu işgal farklı biçimlerde, kimi zaman yoğun kimi zaman durağan şekilde de olsa devam etmektedir. Dahası bu işgal toprakları ele geçirme güdüsüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda toprakları insansızlaştırma yani soykırım yöntemi ile gerçekleşmektedir. Bütün Filistinlileri öldüremeyeceğine göre Filistinlileri başka topraklara sürmek de bu stratejinin önemli bir parçasıdır.  

7 Ekim’den sonra Gazze’de yaşayan insanları Mısır’a sürmenin yollarını aramaktadır. İsrail’in bu niyeti kimi zaman Netanyahu’nun kimi zaman Savunma Bakanı ya da Göç Bakanı’nın kimi zaman ise ihtiraslı Siyonist emlakçıların söylemlerinde tezahür etmektedir. 2020 yılındaki hükümet programında Batı Şeria’nın %35’inin ilhak planı açık bir şekilde yer almaktaydı. Konjonktür İsrail’i Gazze’ye yönlendirdi. Peki bu durum tarihsel olarak ne anlama geliyor?

1948 savaşından sonra yaklaşık 700 bin, 1967 savaşından sonra da 400 binden fazla Filistinlinin Ürdün, Mısır ve Lübnan’a göç etmesi bu durumun önemli bir tezahürüdür. Bu rakamlar bugün 5 milyonu aşmış durumda. Birçok ülkede açlık ve çaresizlik görüntülerinin yansıdığı Filistin kampları mevcut. Bu çaresizlik görüntüsü kamplarda yaşayan Filistinlilerin değil, İsrail’le mücadele etmeyi başaramayan aktörlerin görüntüsü.  

İsrail Arap devletleri ya da Filistinlilerle yürütülen hiçbir müzakerede bu insanların geri dönmesini bırakın kabul etmeyi, pazarlık konusu yapılmasını dahi kabul etmemektedir. Başka bir deyişle topraklarından göç ettirilen tek bir Filistinli vatanına geri dönememiştir. Dönse bile zaten evi barkı, bahçesi, tarlası, toprakları işgal edilmiş ve temellük edilmiş durumda.  

Lübnan, Mısır ve Ürdün’ü zorlayan tehlike

İsrail gün geçmiyor ki Lübnan topraklarını bombalamasın. Hizbullah üslerini bombaladığını ifade etse de sonuçta Lübnan toprakları. Dahası bu işgalin Lübnan’ın geri kalan kısmına yayılmayacağının garantisi yok.

Ürdün ve Mısır’ı zorlayan tehlikenin boyutları daha geniş ve kritik. Çünkü bu iki ülkeyi bekleyen risk yalnızca İsrail’le çatışmak değil. Aynı zamanda tehlikenin bu iki ülkenin içine taşınmasıdır. Tehlike o kadar yakın ve önemli ki 1973’ten beri İsrail’le çatışmayan bu iki ülke için savaş iyi bir seçenek bile kalabilir.  

Neden mi?

Tarihsel tecrübe bize gösteriyor ki İsrail’in Filistinlileri Arap ülkelerine sürmesi ne Filistinlilerin kendileri ne de İsrail’le çatışmaktan kaçınan Arap ülkeleri için bir çözüm değil. Aksine herkes için yeni bir sorunun başlangıcı oluyor.

Sebebi ve sorumlusu kim olursa olsun, -elbette ki bütünüyle değil- Arap ülkelerinde oluşan Filistin diasporası, Arap ülkelerine siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan önemli katkılar yapmıştır. Öte yandan 1970 Kara Eylül olaylarının gösterdiği gibi ciddi problemlere de yol açmıştır. Sonuçta bu sürecin en çok kaybedeni başta Filistinliler ve Arap ülkeleri (devletiyle, iktidarıyla, halkıyla) olmuştur.  

Gazzeliler ölecek mi vatanlarını mı terk edecek!

İsrail bugün Gazzelileri ölmekle vatanlarını terk etmek arasında tercihe zorluyor. Yola çıkanları da bombalıyor ancak bu başka bir mesele. Bütün dünyaya ve Arap ülkelerine de Gazzelileri topraklarına kabul etmedikleri takdirde öleceklerinin mesajlarını veriyor. Gazze’nin coğrafi konumu itibariyle bu meseleye muhatap şimdilik Mısır. Ancak İsrail’in tezlerinin kabul edilmesi durumunda problemin tüm bölgeye yayılacağı da aşikar. Ayrıca yakın zamanda Batı Şeria’da ortaya çıkması benzer senaryoda Ürdün benzer tehditle karşı karşıya kalacak.  

Kaldı ki bu seçenekler bir çözüm değil, yeni problemlerin başlangıcı ve temelini oluşturacak.  

Filistinliler ölür ya da vatanlarını terk ederse İsrail topraklarına el koyacak. Mısır’a yerleşirlerse İsrail için sonuç değişmeyecek. Ve problem Mısır’ın içine taşınmış olacak.  

Çözüm yok mu? Başka bir deyişle Filistinliler ölmekle vatanlarını terk etme seçeneklerinden birini tercih etmek durumunda mı? Elbette ki hayır.  

Tek çözüm yolu İsrail’in durdurulması, Filistin topraklarını terk etmesi ve bir daha saldırmasının önüne geçilmesi. Bu yapılmadığı takdirde meselenin her geçen gün daha da büyümesi tesadüf değil. Bu elbette ki kolay değil ve Arap ülkelerinin elinde bunu temin ede bilecek araçlar da mevcut. Her şeyden önce bu amaçla hareket edilmesi gerekiyor.  

Aksi takdirde Arap ülkeleri yeni bir sarmalın içine girebilir. Arap ayaklanmalarının üç sloganı “ekmek, özgürlük, adalet” idi. Bu süreç büyük oranda ülkelerin kendi koşulları çerçevesinde ortaya çıkmıştı. Ancak sebepleri itibariyle farklı, sonuçları itibariyle benzer bir sarmal tehlikesi mevcut. Başka bir deyişle İsrail, devletleri, iktidarları ve halkalarıyla Arap ülkelerinin ekmeği, adaleti ve Hegelyen anlamda özgürlüğü için yeni bir tehdit kaynağı olmaya doğru ilerliyor. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.