Veysel Kurt

Veysel Kurt
Dr. Veysel Kurt, Lisans eğitimini 2006 yılında Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. “Liberal Yurttaşlık Düşüncesinin Komüniteryen Yaklaşım Açısından Eleştirisi” ile yüksek lisans, “Otoriter Arap Rejimlerinde Süreklilik Değişim ve Ordu: Karşılaştırmalı Perspektiften Mısır ve Suriye başlıklı tezi ile doktora derecesini aldı. Çalışmalarını Orta Doğu güvenliği, ordu-siyaset ilişkileri ve devlet dışı örgütler üzerine yoğunlaştırdı. Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde
devamını oku daha az oku öğretim üyesidir. 

Orta Doğu ve Filistin’de Artan Çin Angajmanı

Orta Doğu ve Filistin’de Artan Çin Angajmanı
24 Temmuz 2024

Çin, Orta Doğu’da sessiz sedasız ama etkin adımlar atmaya devam ediyor. Bu gelişmenin Netanyahu’nun Temsilciler Meclisi’nde bir konuşma yapacağı ABD ziyareti sırasında gerçekleşmiş olması ise basit bir tesadüf değil. ABD ve Çin’in meseleye dair yaklaşımlarını bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Aylardır birçok ülkenin yapmaya çalıştığı şeyi Çin yaptı ve Hamas ile El-Fetih arasında gerçekleştirdiği arabuluculuk faaliyeti ile iki taraf arasında anlaşma sağlandı. Bu gelişmenin İsrail saldırganlığını durdurma ihtimali zayıf ancak Çin’in bu angajmanını, sadece bu amaç doğrultusunda değerlendirmek doğru değil. Bunun yerine Çin’in Orta Doğu’da uzun vadeli stratejisinin içinde okumak gerekir.

Küresel konumlanmasını yenileme sürecinde Çin’in Orta Doğu’ya yönelik politikasında da belirgin bir değişim göze çarpıyor. Çin’in on yıllardır devam edegelen küresel (büyük) stratejisinin en önemli bileşenlerinden birisi, çatışmalı meselelere taraf olmamak ve hatta müdahil olmamaktı. Böylece tarafsızlık görüntüsü ile dünyadaki çatışma ve ihtilafların maliyetine girmeden ekonomik kazanç sağlama imkanı elde etmiş oldu. Sistemin sunduğu ticari imkanlardan faydalanan Çin, bu yaklaşımından ötürü Batılı çevrelerde “beleşçi (free rider)” olmakla itham edildi. Ancak Çin, Orta Doğu’daki angajman stratejisinde bu geleneksel yaklaşımı esnetti ve siyasi arabuluculuğu, büyük ekonomik/ticari angajmanının tamamlayıcı unsuru olarak kullanmayı tercih ediyor.

Çin – Orta Doğu ilişkileri

Her ne kadar yayınlandığında hak ettiği ilgiyi görmese de 2016 yılında yayınlanan “Arap Strateji Belgesi” bu sürecin bir dönüm noktası. Çin’in Orta Doğu ile ilişkilerinin yoğunlaşmaya başladığı dönem 2000’li yılların başı. Ancak 2016 sonrasında, Çin’in Orta Doğu’ya yönelik angajmanın artması bağlamında önemli. Bu tarihten itibaren enerji kaynaklarına daha fazla ulaşmak ve böylece Orta Doğu’da etkin bir aktör olma amacıyla hareket eden Çin’in bu hedefine adım adım yaklaştığını ifade etmek mümkün. Bunun karşılığında ise BAE (Birleşik Arap Emirlikleri), Suudi Arabistan ve İran başta olmak üzere birçok ülkenin ulaştırma, telekomünikasyon ve enerji alt yapısının dönüşümünde başrol oynuyor.

On yıllar boyunca Suudi Arabistan ve Irak’tan petrol ihtiyacını karşılayan Çin, 2021 yılında İran’la kapsamlı ve uzun vadeli bir anlaşmaya imza attı. Toplamda 400 milyar dolarlık bir hacme imkan tanıyan bu anlaşma sayesinde Çin yeni bir enerji tedarikçisi daha kazanmış oldu. Çin’in ikinci hamlesi ise benzer bir anlaşmayı Suudi Arabistan’la imzalamak oldu. Sürpriz hamle ise şüphesiz İran ile Suudi Arabistan’da oynadığı arabuluculuk rolü. İdeolojik gerginlik yaşayan iki ülkenin ilişkileri Arap isyanları ve özellikle Yemen meselesi nedeni ile jeopolitik soruna dönüştü ve nihayetinde 2016 yılında iki ülke büyükelçilerini geri çekmesi ile diplomatik ilişki seviyesi minimum noktaya geriledi. Bu gerginlik aynı zamanda ABD’nin Orta Doğu politikasının da bileşenlerinden birisiydi.

Çin ise ABD’nin aksine bölgenin normalleşmesine katkıda bulunarak çıkarlarını maksimize etme stratejisi izliyor. Tek tek bölge ülkeleri ile ilişkilerini yoğunlaştırırken aynı zamanda bölgesel düzeyde bir politika izlemeyi de ihmal etmiyor. Aralık 2022'de Suudi Arabistan'a yaptığı ziyarette ilk kez düzenlenen Çin-Arap Zirvesi ve 2013’ten beri aktif bir şekilde müdahil olmak istediği Filistin meselesi ile daha yakından ilgilenmesi bu anlamda önemli göstergeler.

Arabuluculuk ve Filistin Ulusal Birlik Hükümeti

Pekin’deki üç günlük yoğun görüşmeler sonucunda Hamas ve El Fetih’le birlikte 14 grubun katılımı ile nihayet Filistin Geçici Ulusal Birlik Hükümeti kurulmuş oldu. Filistin Ulusal İnisiyatifi’nin genel sekreterliğini yürüten Mustafa Barguti, sürecin dört temel amacına işaret etti. Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulması, birleştirici bir Filistin liderliğinin tesis edilmesi, serbeste ve şeffaf parlamento seçimleri ve İsrail’e karşı birlik olma. Bu amaçlar gerçekleşecek mi bilinmez ancak Çin’in Orta Doğu’da etkinliğini artırdığı bir gerçek.

El Fetih Merkez Komitesi Başkan Yardımcısı Mahmud el-Aloul, Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ve Hamas'ın kıdemli üyesi Musa Ebu Marzuk, 23 Temmuz 2024'te Pekin'de bir araya geldi

 

İşin ilginç tarafı ise daha önce bu görüşmelere ev sahipliği ve arabuluculuk yapan Türkiye, Mısır, Katar gibi aktörlerden bir itiraz gelmemiş olması. Bu durum Çin’in arabuluculuk rolünün bölgesel kabulüne ilişkin de bir gösterge.

Sonraki aşama ne?

Çin’in Filistin siyaseti ve İsrail-Filistin çatışmasına dair bugünkü tutumu, geleneksel siyasetinden bir adım ötesine geçmiş durumda. Filistin’i 1988’de tanıyan Çin, İsrail’le diplomatik ilişkileri ise 1992’de tesis etti. Son 20 yılda hem Arap dünyası hem de İsrail ile ilişkilerini yoğunlaştıran Çin 2013 yılında İsrail ve Filistinli yetkililer nezdinde dört maddelik bir çözüm planı önerdi. İki devletli çözümü resmi olarak benimseyen Çin, mezkur plan çerçevesinde de, tarafların 1967 Savaşı öncesindeki sınırlarına döndüğü, başkenti Doğu Kudüs olan, tam egemenliğe sahip bağımsız bir Filistin Devleti'nin kurulacağı iki devletli çözüm öngörüyordu. Ayrıca, İsrail’in işgal altındaki topraklardaki yerleşim faaliyetinin durdurulması, çözüm için uluslararası çabaların koordinasyonu ve Filistin'in kalkınmasına destek verilmesi çağrısında bulunmuştu.

Bu girişimleri sonuç vermese de arabulucu olabileceğinin sinyallerini vermiş oldu. Suud-İran arasında başarıya ulaşan arabuluculuk faaliyetinin ardından Filistin siyasetini de bir araya getirmiş olması, Çin’in bu konumunu perçinleştirmiş oldu.

Çin’in sonraki hamlesinde İsrail ile Filistin arasında resmi arabuluculuk oynaması ve bu görüşmeleri nihayete erdirmesi sürpriz olmayacaktır. Nitekim Çin’in iki tarafla yoğun ekonomik ilişkileri olmasının yanında çatışmalarda taraf olmuş değil. Bu durum Çin’e bir kredi sağladığı ve Çin’in de bunu bir avantaja çevirme konusunda bir stratejiye sahip olduğu ortada. 

Arap Dünyasında Gazze Meselesi

Arap Dünyasında Gazze Meselesi
01 Mart 2024

Gazze elbette ki sadece Arapların ya da Arap dünyasının meselesi değil, birçok yönüyle tüm dünyanı meselesi. Öte yandan özel bağlamında daha çok Müslümanların ve Arap dünyasını tabii olarak daha fazla ilgilendiriyor.  

Ahlaki ve inanç boyutundan söz etmeye gerek bile yok. İsrail’in hiçbir ayrım yapmadan gerçekleştirdiği katliamlardan, Müslümanları evsiz, barksız, okulsuz, hastanesiz bırakmasından, açlığa mahkum etmesinden istisnasız herkes, kendi payına düştüğü kadarıyla sorumlu. Bu durumu not ettikten sonra başlıkta işaret etmeye çalıştığım reel duruma dönmek istiyorum.

Geldiği nokta itibariyle İsrail’in çok belirgin bir strateji ve amaç doğrultusunda devam eden saldırganlığı fırsat/maliyet hesabı yapılacak, idare edilecek, çözümü ertelenecek bir mesele olmaktan çıktı. Aslında bu saptama 1948’den beri geçerli, ancak 7 Ekim süreci bu durumu herkes için görünür kıldı. Bunun temel nedeni, Filistin meselesinin ve bugün artık Gazze’nin Arap dünyası için sahip olduğu özel konumdur. Arap dünyasının siyasal aktörleri –daha net bir ifade ile Arap ülkeleri/devletleri-, ister İsrail’e düşmanlık politikası yürütsün ister İsrail’le barışmayı stratejik bir amaç haline getirsin, Filistin meselesini göz ardı edemez.

Genel anlamıyla bu yargı bütün Arap dünyası için geçerli, çünkü Filistin meselesi sadece ulusal güvenlik meselesi değil; sıradan Araplar için bir onur meselesi. Mısır, Ürdün, Suriye ve Lübnan için ise İsrail reel politik açıdan çok daha önemli ve aciliyet kesbeden bir mesele.  

Dikkat edilirse her bir ülkeden bir şekilde tepki geliyor. Mısır sınırdaki duvarı ve tel örgüleri tahkim etmekle, Ürdün Gazze’ye havadan insani yardım ulaştırmakla ve ateşkesi sağlamak için çaba sarf etmekte. Lübnan ise kurbanlık koyun misali savaşın kendi topraklarına gelmesini bekliyor. Suudi Arabistan ise stratejik bir mesele olarak gördüğü İsrail’le barışmayı nasıl sürdüreceğinin hesaplarını yapıyor. Katar ise ateşkesi sağlamak için esaslı ve sürekli bir çaba içinde ve bu yönüyle diğer ülkelerden pozitif olarak ayrışıyor.  

İsrail’in stratejik amacı

İsrail’in Gazze’ye yönelik mevcut saldırganlığını basit bir intikam duygusu hatta Hamas’ı tasfiye etme amaçlı olarak yorumlamak eksik kalacaktır. 1948’den beri İsrail’in harekat tarzına bakıldığında tarihi Filistin topraklarını işgal etmeye devam etmek üzere kurulu olduğu görülür. Bu işgal farklı biçimlerde, kimi zaman yoğun kimi zaman durağan şekilde de olsa devam etmektedir. Dahası bu işgal toprakları ele geçirme güdüsüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda toprakları insansızlaştırma yani soykırım yöntemi ile gerçekleşmektedir. Bütün Filistinlileri öldüremeyeceğine göre Filistinlileri başka topraklara sürmek de bu stratejinin önemli bir parçasıdır.  

7 Ekim’den sonra Gazze’de yaşayan insanları Mısır’a sürmenin yollarını aramaktadır. İsrail’in bu niyeti kimi zaman Netanyahu’nun kimi zaman Savunma Bakanı ya da Göç Bakanı’nın kimi zaman ise ihtiraslı Siyonist emlakçıların söylemlerinde tezahür etmektedir. 2020 yılındaki hükümet programında Batı Şeria’nın %35’inin ilhak planı açık bir şekilde yer almaktaydı. Konjonktür İsrail’i Gazze’ye yönlendirdi. Peki bu durum tarihsel olarak ne anlama geliyor?

1948 savaşından sonra yaklaşık 700 bin, 1967 savaşından sonra da 400 binden fazla Filistinlinin Ürdün, Mısır ve Lübnan’a göç etmesi bu durumun önemli bir tezahürüdür. Bu rakamlar bugün 5 milyonu aşmış durumda. Birçok ülkede açlık ve çaresizlik görüntülerinin yansıdığı Filistin kampları mevcut. Bu çaresizlik görüntüsü kamplarda yaşayan Filistinlilerin değil, İsrail’le mücadele etmeyi başaramayan aktörlerin görüntüsü.  

İsrail Arap devletleri ya da Filistinlilerle yürütülen hiçbir müzakerede bu insanların geri dönmesini bırakın kabul etmeyi, pazarlık konusu yapılmasını dahi kabul etmemektedir. Başka bir deyişle topraklarından göç ettirilen tek bir Filistinli vatanına geri dönememiştir. Dönse bile zaten evi barkı, bahçesi, tarlası, toprakları işgal edilmiş ve temellük edilmiş durumda.  

Lübnan, Mısır ve Ürdün’ü zorlayan tehlike

İsrail gün geçmiyor ki Lübnan topraklarını bombalamasın. Hizbullah üslerini bombaladığını ifade etse de sonuçta Lübnan toprakları. Dahası bu işgalin Lübnan’ın geri kalan kısmına yayılmayacağının garantisi yok.

Ürdün ve Mısır’ı zorlayan tehlikenin boyutları daha geniş ve kritik. Çünkü bu iki ülkeyi bekleyen risk yalnızca İsrail’le çatışmak değil. Aynı zamanda tehlikenin bu iki ülkenin içine taşınmasıdır. Tehlike o kadar yakın ve önemli ki 1973’ten beri İsrail’le çatışmayan bu iki ülke için savaş iyi bir seçenek bile kalabilir.  

Neden mi?

Tarihsel tecrübe bize gösteriyor ki İsrail’in Filistinlileri Arap ülkelerine sürmesi ne Filistinlilerin kendileri ne de İsrail’le çatışmaktan kaçınan Arap ülkeleri için bir çözüm değil. Aksine herkes için yeni bir sorunun başlangıcı oluyor.

Sebebi ve sorumlusu kim olursa olsun, -elbette ki bütünüyle değil- Arap ülkelerinde oluşan Filistin diasporası, Arap ülkelerine siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan önemli katkılar yapmıştır. Öte yandan 1970 Kara Eylül olaylarının gösterdiği gibi ciddi problemlere de yol açmıştır. Sonuçta bu sürecin en çok kaybedeni başta Filistinliler ve Arap ülkeleri (devletiyle, iktidarıyla, halkıyla) olmuştur.  

Gazzeliler ölecek mi vatanlarını mı terk edecek!

İsrail bugün Gazzelileri ölmekle vatanlarını terk etmek arasında tercihe zorluyor. Yola çıkanları da bombalıyor ancak bu başka bir mesele. Bütün dünyaya ve Arap ülkelerine de Gazzelileri topraklarına kabul etmedikleri takdirde öleceklerinin mesajlarını veriyor. Gazze’nin coğrafi konumu itibariyle bu meseleye muhatap şimdilik Mısır. Ancak İsrail’in tezlerinin kabul edilmesi durumunda problemin tüm bölgeye yayılacağı da aşikar. Ayrıca yakın zamanda Batı Şeria’da ortaya çıkması benzer senaryoda Ürdün benzer tehditle karşı karşıya kalacak.  

Kaldı ki bu seçenekler bir çözüm değil, yeni problemlerin başlangıcı ve temelini oluşturacak.  

Filistinliler ölür ya da vatanlarını terk ederse İsrail topraklarına el koyacak. Mısır’a yerleşirlerse İsrail için sonuç değişmeyecek. Ve problem Mısır’ın içine taşınmış olacak.  

Çözüm yok mu? Başka bir deyişle Filistinliler ölmekle vatanlarını terk etme seçeneklerinden birini tercih etmek durumunda mı? Elbette ki hayır.  

Tek çözüm yolu İsrail’in durdurulması, Filistin topraklarını terk etmesi ve bir daha saldırmasının önüne geçilmesi. Bu yapılmadığı takdirde meselenin her geçen gün daha da büyümesi tesadüf değil. Bu elbette ki kolay değil ve Arap ülkelerinin elinde bunu temin ede bilecek araçlar da mevcut. Her şeyden önce bu amaçla hareket edilmesi gerekiyor.  

Aksi takdirde Arap ülkeleri yeni bir sarmalın içine girebilir. Arap ayaklanmalarının üç sloganı “ekmek, özgürlük, adalet” idi. Bu süreç büyük oranda ülkelerin kendi koşulları çerçevesinde ortaya çıkmıştı. Ancak sebepleri itibariyle farklı, sonuçları itibariyle benzer bir sarmal tehlikesi mevcut. Başka bir deyişle İsrail, devletleri, iktidarları ve halkalarıyla Arap ülkelerinin ekmeği, adaleti ve Hegelyen anlamda özgürlüğü için yeni bir tehdit kaynağı olmaya doğru ilerliyor. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.