Ali Ayçil

Ali Ayçil
1969 Yılında Erzincan’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Erzincan’da yükseköğrenimini Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. Mostar dergisinin editörlüğünü ve haftalık Gerçek Hayat haber- kültür dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendi. TRT ve bazı özel televizyonlarda program danışmanlığı yaptı ve bazı kültür programlarını hazırlayıp sundu. Şiir ve yazıları Dergâh, Hece, Kitaplık, Varlık gibi dergilerde yayınladı. 2018 yılında şiir kitabı Bir Japon
devamını oku daha az oku Nasıl Ölür’le Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Şiir Ödülü’nü aldı. 2015- 2022 yılları arasında Dergah Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı.

Cevdet Said, Suriye, Yıkım ve Devrim

Cevdet Said, Suriye, Yıkım ve Devrim
23 Aralık 2024

Suriye iç savaşı başladığında haftalık bir gazetenin yayın yönetmenliğini yapıyordum. Orta Doğu ve İslam dünyası merceğimizi odakladığımız yerler olduğu için, komşumuzda baş gösteren hadiseler de gündemimizin ana maddesiydi. Çalışma arkadaşlarımdan Merve Akbaş, bir ara heyecanla yanıma gelip “Cevdet Said’i tanıyor musunuz?” diye sormuştu. “Hayırdır” dedim, “niçin soruyorsunuz?”, “Suriyeli önemli bir alim, kısa bir süre önce çalışmalarına sükunet içinde devam etmesi için oradan çıkarılıp Türkiye’ye getirildi.” 

Akbaş’ın teklifi beni çok heyecanlandırmıştı. Ona, Cevdet Said’in üniversite yıllarında okuduğumuz isimlerden biri olduğunu, özellikle Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları kitabını elden ele dolaştırdığımızı söyledim. Bir de Said’e dair bir rivayet bizi çok etkilemişti. Onun, karısı ve bir keçisiyle Şam dışında bir dağa çekildiği, basit bir kulübede yaşadığı söylenirdi. Uzaktan uzağa imrenirdik. Hatta iç savaştan birkaç yıl önce Suriye’ye bir geziye çıkmış, orada Cevdet Said ile alakalı rivayetin doğru olup olmadığını da sormuştuk. “Evet” dediler; “şu karşıdaki Kasyun Dağı’na çekildi, şehre pek uzak sayılmaz. Cuma günleri inip İbn-i Arabi Camii’nde namazını da kılıyor.” Anlattıklarım iş arkadaşımı daha da heyecanlandırdı ve yanılmıyorsam ilk söyleşiyi biz yapıp yayımladık. 

Cevdet Said bildiğim kadarıyla Suriye’de doğup büyümüş, ülkenin koşullarını çok iyi bilen bir isim, daha da önemlisi fikirlerine dikkat kesilmemiz gereken bir alim/aydındı. Söyleşiyi yayımlamadan önce dikkatle okudum. Bu konuşma, komşumuz Suriye’de olup bitenlere dair ufkumu fazlasıyla genişletti diyebilirim. Said, bir yandan soruları cevaplıyor öte yandan bazı sorulara soruyla karşılık veriyordu. Hatırlayabildiğim kadarıyla cevapları zaten içlerinde saklı olan şu soruları soruyordu: 

Birincisi, bütün ilginize rağmen sizler Suriye’yi ne kadar tanıyorsunuz? İkincisi, tarihinde ciddi hiçbir demokratik geleneği olmayan bir ülkeyi ve oradaki siyasi kurumları kısa bir sürede demokratikleştirecek bir iksire sahip misiniz, buna gerçekten inanıyor musunuz? Üçüncüsü de acaba bir ülkede siyasal ve toplumsal değişimi zamana yaymak, sabırla hareket etmek mi daha doğrudur yoksa yıkım, kan ve şiddete sebep olacak bir yöntem mi seçilmelidir. 

Said artık aramızda yaşamıyor, bu günleri göremedi. Onun da bir değişimi arzuladığını fakat bu değişim sürecine dair farklı düşündüğünü anlayabiliyorduk. 

On yılı aşkın bir süre devam eden Suriye iç savaşı sadece bu ülkedeki kurulu nizamla muhalifler arasında geçmedi. Zaman içinde önceden pek de öngöremediğimiz bir tablo oluştu arazide. Rejim, birbirinden farklı düşünen bir dizi muhalif grup, IŞİD ve Kürtler içeriden; İran, Rusya, Amerika, İsrail ve Türkiye dışarıdan olmak üzere fazlasıyla karmaşık bir nüfuz savaşı başladı. Bu nüfuz savaşı, zaman içinde Suriye ve Suriyelileri araçsallaştırma noktasına bile vardı. 

Orta Doğu’nun bu kilit bölgesinde her dış güç içeride bir ya da bir dizi unsurla ittifak içerisine girerek koşulları kendi planlarına göre evirmeye çalıştı. Komşumuz uzun süren iç savaş yılları boyunca bir operasyon ülkesi haline geldi kısacası. Ama bu karmaşık denklemin sahada da bir kendini gösterme biçimi vardı. Çatışmalar, can kayıpları, göçler, yıkılan şehirler, tahrip olan sanayi tesisleri, çöken altyapı, ruhsal çöküş… Yirmi birinci yüzyılın tarihi yazılırken, bu yüzyılda topyekûn yıkıma uğramış iki ülkeden bahsedilecek; ikisi de birbiriyle komşu olan Irak ve Suriye’den. Her ikisi de Baas rejimiyle yönetilen ve Mezopotamya havzasında kilit rol oynayan bu ülkelerin neredeyse birer kalıntıya dönüştürülmüş olmaları “büyük oyun”dan bağımsız düşünülemez herhalde. 

Bu ayın başında, aralarında bir uzlaşma sağlamış olan Suriye’deki muhalif grupların ani hücumuyla Baas rejimi çöktü ve komşumuzda yeni bir sayfa açıldı. Doğrusu, Suriyelilerin bu zaferle yaşadıkları sevinç, hepimiz için hayatımızda görebileceğimiz en ışıltılı anlardan biriydi. Bir halk yıllar süren yıkım, şiddet, kan ve göçü unutmuş, ülkelerinin artık yaşanabilir bir yer haline gelmiş olmasının derin sevincini yaşamıştı. Bir halk böyle zamanlarda güzeldir ve bu güzelliği paylaşmak için ille de o milletten biri olmamız gerekmiyor. 

Haberlerden öğrendiğimize göre geri dönüşler de başladı. Çok sayıda Suriyeli ile yıllarca topraklarımızı paylaştık, muhtemelen bir kısmıyla paylaşmaya da devam edeceğiz. İyi ve kötü anıları oldu. Ama gözlemim Türk halkının çok büyük bir kısmı, komşularına yardımcı olmak için ellerinden geleni yaptılar. Şimdi tek dileğimiz, Suriye’nin küresel siyasetin ablukasından kendisini koruyarak, hür ve onurlu bir ülke haline gelmesi. Çektikleri acılar buna fazlasıyla değer.

Mahallede Direnmek  

Mahallede Direnmek  
10 Mayıs 2024

Ölümünden birkaç yıl önce, çalıştığım dergiye söyleşi yapmak için modern mimarlık tarihimizin önemli isimlerinden biri olan Turgut Cansever’in kapısını çalmıştım. Söyleşinin bir yerinde söz, doğal olarak mahalleye gelmişti. Cansever, şehirlerin merkezini çepeçevre saran ve doğal mekânlaşmanın bir ürünün olan mahallelere “gecekondu” demenin mümkün olmadığını, bu mahallelerin dünyanın değişik yerlerinde baraka kabilinden, neredeyse patika yollarla birbirinden ayrışmış gecekondulardan tamamen farklı olduğunu söylüyordu. Bir de hatırasını paylaşmıştı: Batıdan bir grup mimara helikopterle İstanbul’u yukarıdan seyrettirmiş, gecekondu diye tanımlanan mahalleleri onlara da göstermiş, onlar da bu mekânlaşmanın gece kondu sayılamayacağını kendisine ifade etmişlerdi. Gerekçeleri şöyleydi Cansever’in:  

“Bizim halkımız bir yere mahalle kuracağı zaman yolun, okulun, caminin, mümkünse meydanın yerini ayırmaya özen gösterir. Bu basit bağlamda bir mimarlık planlamasıdır. Dahası, pencerelerin birbirini engellememesine de ayrıca dikkat ederler.”  

Bir de hayali vardı Cansever’in; İstanbul’da “örnek bir Türk mahallesi” kurmak. Ancak siyasi, bürokratik bir dizi engelden ötürü bu hayali gerçekleşmedi.  

Edgar Morin'den pandemi sonrası için yol haritası 

 Edgar Morin, virüs salgının bütün dünyayı sarstığı, büyük kapatmaların ve ölümlerin yaşandığı pandemi döneminde, Yolumuzu Değiştirelim adıyla bir kitap yayımladı. Avrupa’nın önemli düşünürlerinden biri olan 99 yaşındaki bu yaşlı adam, olan biteni berrak bir zihinle analiz etmiş ve yüz yıllık hayatının tecrübelerinden süzülen bir dizi öneride bulunmuştu. O da diğer pek çok düşünür gibi liberalizmin/kapitalizmin bir felakete doğru giden yolculuğundan şikâyet ediyor, sosyal sorumluluk üstlenebilecek “yarı devletçi” mekanizmalara dönülmesi gerektiğini savunuyordu. Ama önerileri bununla sınırlı değildi. Üç kavramın altını çiziyordu Morin: toplaşma/yakınlaşma, bostan kültürünü yaygınlaştırmak ve organik mahalleler inşa etmek. Bu arzunun arkasında da tıpkı Heidegger’in 1913’te kaleme aldığı “Ev Yapmak İnşa Etmek” makalesinde altını çizdiği sebepler ve endişeler saklıydı. Morin, “konut üretmek”le “ev yapmak”ın aynı şeyler olmadığının farkına varmıştı. Pandemide içeri kapatılan konut insanlarının yaşadığı travmalar, ona zorunlu olarak bostan ve mahalle düzenini tekrar hatırlatmıştı.  

Tanpınarı’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Batılılaşma/modernleşme ile ortaya çıkan eş zamansızlığın ironisi gibidir. Mahalle ve modern semt, alaturka ve alafranga zaman, varlığı suyunu çekmekte olan bir Osmanlı paşası ve modern müteşebbis, aynı zamana ait olmadıkları halde mecburen aynı şehir mekânının içinde birbirini itekleyip durmaktadırlar. Romanın başkahramanı Hayri İrdal, Fatih semtinde, Mihrimah Sultan Camiinin etrafında şekillenen mahallede alaturka hayat sürmekte olan bir adamdır. Alaturka kederlenmekte, alaturka iş aramakta, alaturka çözümler bulmaya çalışmakta ama her seferinde biraz daha yeis içine düşmektedir. Ta ki, modern müteşebbis Halit Ayarcı ile karşılaşıncaya kadar. Halit Ayarcı, Hayri İrdal’ı mahallesinden, şu eski ve kasvetli, şu pinti ve yoksul dünyadan uzaklaştırmaya karar verir. Modernlik/yenilik, Halit Ayarcı’nın parmakları arasında bir hokus pokusa bakan dilek kipi gibidir; aklına bir fikir gelir ve onu ayartıcı bir dizi söylevle hemen paraya dönüştürür. Hayri İrdal, Ayarcı’nın ne kurduğu düzene ne ürettiği işlerin gerekliliğine hiçbir zaman tam olarak inanmamış, ama bu kuşku onun yeni bir hayata geçmesine de engel olamamıştır. Yeni dünyanın rüzgârı güçlüdür çünkü. Mahalle, komşuluklarıyla, yoksulluğuyla, akla hayale gelmedik hikâyeleri ve şu garip canlılığıyla geride kalır.  

Mahalle ve şiir 

Ama tarih, romanlardaki birkaç kahramanın yaşadığı hızlı tecrübeye ayak uyduracak bir çevikliğe sahip değildir. Türkiye’de mahalle ve mahalle kültürü hala güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bir adım ileri giderek şunu da söylemek mümkün: İki dayanaktan ötürü kapitalizm ve tüketim kültürü ülkemizde görsel şölen kurmanın ötesine geçip de yaşamın kendisine dönüşemiyor; mahalle ve şiir. Biri dile diğeri toplumsallığa güç veren bu iki dayanak bizim için gittikçe daha da kıymetli hale gelmeye başladı. Kentsel dönüşüm pratikleri, depreme karşı girişilen hazırlıklar mahalleyi tehdit ediyor artık. “Mahallenin yerine mahalle kurmak”tan kaçınan, dönüşümü, metrekareyi en yüksek kârlılıkla gerçekleştirmeyi hedefleyen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Oysa kentler ve mahalleler derin yapılardır ve yıkıp aynısını yapmak bile ciddi sonuçlar doğurabilen bir süreçtir. Hiç kuşku yok ki, özellikle İstanbul’da mahalleler yok edilebilirse, “yeni dünya düzeni” hayatımız karşısında büyük bir zafer elde etmiş olacak. Mahallede direnmek, insani temasta, bahçede, çocukların oyun ve arkadaşlığında, sevinç ve kederi paylaşmakta, dertleşmelerde, komşuya emanet bırakılan söz ve işlerde direnmektir. Bütün bunlar özneler tarafından yüklenilebilecek mahiyette olmadığı için mahallede direnmek zorundayız.            

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.