Ali Ayçil

Ali Ayçil
1969 Yılında Erzincan’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Erzincan’da yükseköğrenimini Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. Mostar dergisinin editörlüğünü ve haftalık Gerçek Hayat haber- kültür dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendi. TRT ve bazı özel televizyonlarda program danışmanlığı yaptı ve bazı kültür programlarını hazırlayıp sundu. Şiir ve yazıları Dergâh, Hece, Kitaplık, Varlık gibi dergilerde yayınladı. 2018 yılında şiir kitabı Bir Japon
devamını oku daha az oku Nasıl Ölür’le Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Şiir Ödülü’nü aldı. 2015- 2022 yılları arasında Dergah Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı.

Bir Demografik Çöl Olarak Türkiye

Bir Demografik Çöl Olarak Türkiye
22 Temmuz 2024

Büyükleri ziyaret etmek ve doğduğum topraklarla hasret gidermek için her yaz Türkiye’nin batısından doğusuna doğru uzun bir yolculuğa çıkıyorum. Çoğunlukla karayolunu kullanıyorum ama uçakla gittiğim de oluyor. Bu yolculukların karadan ve havadan gözle çekilmiş fotoğrafları belleğime yapıştı artık. 

Otobüsle ya da kendi aracımla çıktığım yolculuklarda İstanbul’dan Gerede sapağına kadar trafik pek yoğun olur. Yol kenarındaki yerleşim yerleri de neredeyse birbiriyle bitişmiştir. Gerede sapağından Amasya’ya kadar yoğunluk ciddi olarak azalır ve yol kenarındaki meskûn alanların birbirine mesafesi uzamaya başlar. Amasya’dan sonra ise her yanı bir ıssızlık kaplar. Yollar da yol kenarları da bomboştur. Yol neredeyse sizin aracınıza tahsis edilmiş gibidir; bazen biri sizi geçer, bazen siz birini geçersiniz, bazen de karşıdan bir araba batıya doğru gider. Eğer bu, karanlıkta bir yolculuksa insanın içini tenhalıkla birlikte bir tedirginlik de kaplar. Bir kaza geçirseniz, bir şarampole yuvarlansanız sizi görecek kimse yoktur. Eşkıya çağında olmadığımız için, en azından o açıdan içimiz rahattır. Yine de karanlık her türden korkuyu tetiklemeye müsaittir. 

Batıdan doğuya doğru çıkılan bir yolculukta yolcu Bolu’ya kadar modern, konforlu mola yerlerine uğrayıp ihtiyaçlarını giderme olanağına da sahiptir. Bu konfor Gerede sapağından Amasya’ya kadar belirgin bir ölçüde düşer ama hala bir çıta vardır. Amasya’dan sonra mola yerleri arasındaki mesafe uzamakla kalmaz, konfor ve hizmet kalitesi de düşebildiği kadar düşer. Uzun yolun bir noktasından itibaren tenhalık ve özensizlik kol kola girer. Sunulan yemekler, mola yerlerinin bedbahtlığı, çalışanların davranışları başka bir Türkiye’nin fotoğrafları gibidir. Yolcular değişmemiş ama yolda bir şeyler değişmiştir. 

Bu uzun yolculuk ister istemez Türkiye coğrafyasını ortadan bir çizgiyle ikiye bölmenize sebep olur: Batı ve doğu. Yoğunluk ve tenhalık. Özen ve özensizlik. Göç hareketlerinin, iklimin, onlarca yıl boyunca sürdürülen politikaların gittikçe tonlarını birbirinden ayırdığı bir ülkenin de çizgisidir bu. Hiç değilse şu soruyu kendinize sormadan edemezsiniz: Başka türden bir çözüm mümkün değil miydi acaba? Bu topraklar ıssızlığa terk edilmek zorunda mıydı? 

Canlılığını yitiren Anadolu kırsalı

Aslında resmi veriler de ülkemizin nasıl bir demografik çöl haline geldiğine işaret ediyor. 2022 TÜİK rakamlarına göre, nüfusumuzun yüzde 68’ini oluşturan 58 milyon insan topraklarımızın yüzde 1,6’sına yani 12 bin kilometre kareye sıkışmış durumda. Türkiye yüzölçümünün yüzde 93,5'ini oluşturan ve kır olarak isimlendirilen yerleşim yerlerinde ise toplam nüfusun yüzde 17,3'ü ikamet ediyor. 

Köy ve kasabalarda emekli insan sayısında bir artış da söz konusu. Bir anlamda Anadolu, insanların büyük şehirlerde çalıştıktan sonra ömürlerinin son yıllarını geçirmek için döndüğü bir istirahatgâh olarak görülmeye başlandı. Ama bir iki kuşak sonra bu da bitecek, köylerde hiçbir yaşam deneyimi ve hatırası olmayan kuşaklar oraya dönmeyi akıllarından bile geçirmeyecekler. Pek çok ev ıssızlığı içinde yavaş yavaş yıkılacak, bahçeler yabanileşecek, kâğıt üzerinde sayısız hissedarı bulunan ama üzerinde kimsenin oturmadığı bir coğrafyaya dönüşecek Türkiye’nin pek çok yeri. 

Oysa bu yerler çöllerdeki ya da Asya bozkırlarındaki gibi susuz, topraksız ve nebatatsız yerler değil! Pekâlâ büyük kentlerdeki hayat konforunun bir benzeri oluşturulabilir, koşullar buna müsait. Bir an Ecevit’in “köy kent” projesini hatırlamamak elde değil. Klasik sağ-sol körlüğü böyle bir projenin değerlendirilmesini imkân dışına itmişti. 

Küresel canlı malzemeye dönüşmek

Beşeri coğrafyanın bileşenleri vardır. Coğrafi yapı, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve iklim bin yıllar boyunca birbiriyle iç içe geçerek bir hayat oluştururlar. Bu sadece insanın değil, dağın, bitkinin, suyun da hayatıdır. Kültür, hikâyeler, masallar, türküler, ananeler hep bu düzenin içinde şekillenir ve coğrafyayı yurtlaştırır. İnsan bu denklemin içinden çekildiğinde geriye kalan yalnızca kendi düzeni içinde yürüyüp gidecek yabanıl doğadır. Bir başka deyişle “yurtlaşmak” bir yerin siyasi harita içinde tutulması değil orada insan kültürü ve töresinin de hep canlı olmasını sağlamaktır. Bu kültür ve töre küresel kültür endüstrisine karşı da bir noktaya kadar direnç sağlayan bir içeriğe sahiptir.

Göçler yalnızca bazı coğrafyaların boşalmasını sağlamaz, göç edenleri önce melezleştirir ardından da küresel canlı malzemesine dönüşmesinin önünü açar. Hülasa, bizim bir siyasi haritamız var ama bu haritanın sınırları içinde dengeli bir yurtlaşmamız yok artık. Türkiye bu yurtsuz yurda bir çözüm bulmak zorunda.

Mahallede Direnmek  

Mahallede Direnmek  
10 Mayıs 2024

Ölümünden birkaç yıl önce, çalıştığım dergiye söyleşi yapmak için modern mimarlık tarihimizin önemli isimlerinden biri olan Turgut Cansever’in kapısını çalmıştım. Söyleşinin bir yerinde söz, doğal olarak mahalleye gelmişti. Cansever, şehirlerin merkezini çepeçevre saran ve doğal mekânlaşmanın bir ürünün olan mahallelere “gecekondu” demenin mümkün olmadığını, bu mahallelerin dünyanın değişik yerlerinde baraka kabilinden, neredeyse patika yollarla birbirinden ayrışmış gecekondulardan tamamen farklı olduğunu söylüyordu. Bir de hatırasını paylaşmıştı: Batıdan bir grup mimara helikopterle İstanbul’u yukarıdan seyrettirmiş, gecekondu diye tanımlanan mahalleleri onlara da göstermiş, onlar da bu mekânlaşmanın gece kondu sayılamayacağını kendisine ifade etmişlerdi. Gerekçeleri şöyleydi Cansever’in:  

“Bizim halkımız bir yere mahalle kuracağı zaman yolun, okulun, caminin, mümkünse meydanın yerini ayırmaya özen gösterir. Bu basit bağlamda bir mimarlık planlamasıdır. Dahası, pencerelerin birbirini engellememesine de ayrıca dikkat ederler.”  

Bir de hayali vardı Cansever’in; İstanbul’da “örnek bir Türk mahallesi” kurmak. Ancak siyasi, bürokratik bir dizi engelden ötürü bu hayali gerçekleşmedi.  

Edgar Morin'den pandemi sonrası için yol haritası 

 Edgar Morin, virüs salgının bütün dünyayı sarstığı, büyük kapatmaların ve ölümlerin yaşandığı pandemi döneminde, Yolumuzu Değiştirelim adıyla bir kitap yayımladı. Avrupa’nın önemli düşünürlerinden biri olan 99 yaşındaki bu yaşlı adam, olan biteni berrak bir zihinle analiz etmiş ve yüz yıllık hayatının tecrübelerinden süzülen bir dizi öneride bulunmuştu. O da diğer pek çok düşünür gibi liberalizmin/kapitalizmin bir felakete doğru giden yolculuğundan şikâyet ediyor, sosyal sorumluluk üstlenebilecek “yarı devletçi” mekanizmalara dönülmesi gerektiğini savunuyordu. Ama önerileri bununla sınırlı değildi. Üç kavramın altını çiziyordu Morin: toplaşma/yakınlaşma, bostan kültürünü yaygınlaştırmak ve organik mahalleler inşa etmek. Bu arzunun arkasında da tıpkı Heidegger’in 1913’te kaleme aldığı “Ev Yapmak İnşa Etmek” makalesinde altını çizdiği sebepler ve endişeler saklıydı. Morin, “konut üretmek”le “ev yapmak”ın aynı şeyler olmadığının farkına varmıştı. Pandemide içeri kapatılan konut insanlarının yaşadığı travmalar, ona zorunlu olarak bostan ve mahalle düzenini tekrar hatırlatmıştı.  

Tanpınarı’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Batılılaşma/modernleşme ile ortaya çıkan eş zamansızlığın ironisi gibidir. Mahalle ve modern semt, alaturka ve alafranga zaman, varlığı suyunu çekmekte olan bir Osmanlı paşası ve modern müteşebbis, aynı zamana ait olmadıkları halde mecburen aynı şehir mekânının içinde birbirini itekleyip durmaktadırlar. Romanın başkahramanı Hayri İrdal, Fatih semtinde, Mihrimah Sultan Camiinin etrafında şekillenen mahallede alaturka hayat sürmekte olan bir adamdır. Alaturka kederlenmekte, alaturka iş aramakta, alaturka çözümler bulmaya çalışmakta ama her seferinde biraz daha yeis içine düşmektedir. Ta ki, modern müteşebbis Halit Ayarcı ile karşılaşıncaya kadar. Halit Ayarcı, Hayri İrdal’ı mahallesinden, şu eski ve kasvetli, şu pinti ve yoksul dünyadan uzaklaştırmaya karar verir. Modernlik/yenilik, Halit Ayarcı’nın parmakları arasında bir hokus pokusa bakan dilek kipi gibidir; aklına bir fikir gelir ve onu ayartıcı bir dizi söylevle hemen paraya dönüştürür. Hayri İrdal, Ayarcı’nın ne kurduğu düzene ne ürettiği işlerin gerekliliğine hiçbir zaman tam olarak inanmamış, ama bu kuşku onun yeni bir hayata geçmesine de engel olamamıştır. Yeni dünyanın rüzgârı güçlüdür çünkü. Mahalle, komşuluklarıyla, yoksulluğuyla, akla hayale gelmedik hikâyeleri ve şu garip canlılığıyla geride kalır.  

Mahalle ve şiir 

Ama tarih, romanlardaki birkaç kahramanın yaşadığı hızlı tecrübeye ayak uyduracak bir çevikliğe sahip değildir. Türkiye’de mahalle ve mahalle kültürü hala güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bir adım ileri giderek şunu da söylemek mümkün: İki dayanaktan ötürü kapitalizm ve tüketim kültürü ülkemizde görsel şölen kurmanın ötesine geçip de yaşamın kendisine dönüşemiyor; mahalle ve şiir. Biri dile diğeri toplumsallığa güç veren bu iki dayanak bizim için gittikçe daha da kıymetli hale gelmeye başladı. Kentsel dönüşüm pratikleri, depreme karşı girişilen hazırlıklar mahalleyi tehdit ediyor artık. “Mahallenin yerine mahalle kurmak”tan kaçınan, dönüşümü, metrekareyi en yüksek kârlılıkla gerçekleştirmeyi hedefleyen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Oysa kentler ve mahalleler derin yapılardır ve yıkıp aynısını yapmak bile ciddi sonuçlar doğurabilen bir süreçtir. Hiç kuşku yok ki, özellikle İstanbul’da mahalleler yok edilebilirse, “yeni dünya düzeni” hayatımız karşısında büyük bir zafer elde etmiş olacak. Mahallede direnmek, insani temasta, bahçede, çocukların oyun ve arkadaşlığında, sevinç ve kederi paylaşmakta, dertleşmelerde, komşuya emanet bırakılan söz ve işlerde direnmektir. Bütün bunlar özneler tarafından yüklenilebilecek mahiyette olmadığı için mahallede direnmek zorundayız.            

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.