Ölümünden birkaç yıl önce, çalıştığım dergiye söyleşi yapmak için modern mimarlık tarihimizin önemli isimlerinden biri olan Turgut Cansever’in kapısını çalmıştım. Söyleşinin bir yerinde söz, doğal olarak mahalleye gelmişti. Cansever, şehirlerin merkezini çepeçevre saran ve doğal mekânlaşmanın bir ürünün olan mahallelere “gecekondu” demenin mümkün olmadığını, bu mahallelerin dünyanın değişik yerlerinde baraka kabilinden, neredeyse patika yollarla birbirinden ayrışmış gecekondulardan tamamen farklı olduğunu söylüyordu. Bir de hatırasını paylaşmıştı: Batıdan bir grup mimara helikopterle İstanbul’u yukarıdan seyrettirmiş, gecekondu diye tanımlanan mahalleleri onlara da göstermiş, onlar da bu mekânlaşmanın gece kondu sayılamayacağını kendisine ifade etmişlerdi. Gerekçeleri şöyleydi Cansever’in:  

“Bizim halkımız bir yere mahalle kuracağı zaman yolun, okulun, caminin, mümkünse meydanın yerini ayırmaya özen gösterir. Bu basit bağlamda bir mimarlık planlamasıdır. Dahası, pencerelerin birbirini engellememesine de ayrıca dikkat ederler.”  

Bir de hayali vardı Cansever’in; İstanbul’da “örnek bir Türk mahallesi” kurmak. Ancak siyasi, bürokratik bir dizi engelden ötürü bu hayali gerçekleşmedi.  

Edgar Morin'den pandemi sonrası için yol haritası 

 Edgar Morin, virüs salgının bütün dünyayı sarstığı, büyük kapatmaların ve ölümlerin yaşandığı pandemi döneminde, Yolumuzu Değiştirelim adıyla bir kitap yayımladı. Avrupa’nın önemli düşünürlerinden biri olan 99 yaşındaki bu yaşlı adam, olan biteni berrak bir zihinle analiz etmiş ve yüz yıllık hayatının tecrübelerinden süzülen bir dizi öneride bulunmuştu. O da diğer pek çok düşünür gibi liberalizmin/kapitalizmin bir felakete doğru giden yolculuğundan şikâyet ediyor, sosyal sorumluluk üstlenebilecek “yarı devletçi” mekanizmalara dönülmesi gerektiğini savunuyordu. Ama önerileri bununla sınırlı değildi. Üç kavramın altını çiziyordu Morin: toplaşma/yakınlaşma, bostan kültürünü yaygınlaştırmak ve organik mahalleler inşa etmek. Bu arzunun arkasında da tıpkı Heidegger’in 1913’te kaleme aldığı “Ev Yapmak İnşa Etmek” makalesinde altını çizdiği sebepler ve endişeler saklıydı. Morin, “konut üretmek”le “ev yapmak”ın aynı şeyler olmadığının farkına varmıştı. Pandemide içeri kapatılan konut insanlarının yaşadığı travmalar, ona zorunlu olarak bostan ve mahalle düzenini tekrar hatırlatmıştı.  

Tanpınarı’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Batılılaşma/modernleşme ile ortaya çıkan eş zamansızlığın ironisi gibidir. Mahalle ve modern semt, alaturka ve alafranga zaman, varlığı suyunu çekmekte olan bir Osmanlı paşası ve modern müteşebbis, aynı zamana ait olmadıkları halde mecburen aynı şehir mekânının içinde birbirini itekleyip durmaktadırlar. Romanın başkahramanı Hayri İrdal, Fatih semtinde, Mihrimah Sultan Camiinin etrafında şekillenen mahallede alaturka hayat sürmekte olan bir adamdır. Alaturka kederlenmekte, alaturka iş aramakta, alaturka çözümler bulmaya çalışmakta ama her seferinde biraz daha yeis içine düşmektedir. Ta ki, modern müteşebbis Halit Ayarcı ile karşılaşıncaya kadar. Halit Ayarcı, Hayri İrdal’ı mahallesinden, şu eski ve kasvetli, şu pinti ve yoksul dünyadan uzaklaştırmaya karar verir. Modernlik/yenilik, Halit Ayarcı’nın parmakları arasında bir hokus pokusa bakan dilek kipi gibidir; aklına bir fikir gelir ve onu ayartıcı bir dizi söylevle hemen paraya dönüştürür. Hayri İrdal, Ayarcı’nın ne kurduğu düzene ne ürettiği işlerin gerekliliğine hiçbir zaman tam olarak inanmamış, ama bu kuşku onun yeni bir hayata geçmesine de engel olamamıştır. Yeni dünyanın rüzgârı güçlüdür çünkü. Mahalle, komşuluklarıyla, yoksulluğuyla, akla hayale gelmedik hikâyeleri ve şu garip canlılığıyla geride kalır.  

Mahalle ve şiir 

Ama tarih, romanlardaki birkaç kahramanın yaşadığı hızlı tecrübeye ayak uyduracak bir çevikliğe sahip değildir. Türkiye’de mahalle ve mahalle kültürü hala güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bir adım ileri giderek şunu da söylemek mümkün: İki dayanaktan ötürü kapitalizm ve tüketim kültürü ülkemizde görsel şölen kurmanın ötesine geçip de yaşamın kendisine dönüşemiyor; mahalle ve şiir. Biri dile diğeri toplumsallığa güç veren bu iki dayanak bizim için gittikçe daha da kıymetli hale gelmeye başladı. Kentsel dönüşüm pratikleri, depreme karşı girişilen hazırlıklar mahalleyi tehdit ediyor artık. “Mahallenin yerine mahalle kurmak”tan kaçınan, dönüşümü, metrekareyi en yüksek kârlılıkla gerçekleştirmeyi hedefleyen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Oysa kentler ve mahalleler derin yapılardır ve yıkıp aynısını yapmak bile ciddi sonuçlar doğurabilen bir süreçtir. Hiç kuşku yok ki, özellikle İstanbul’da mahalleler yok edilebilirse, “yeni dünya düzeni” hayatımız karşısında büyük bir zafer elde etmiş olacak. Mahallede direnmek, insani temasta, bahçede, çocukların oyun ve arkadaşlığında, sevinç ve kederi paylaşmakta, dertleşmelerde, komşuya emanet bırakılan söz ve işlerde direnmektir. Bütün bunlar özneler tarafından yüklenilebilecek mahiyette olmadığı için mahallede direnmek zorundayız.