Meursault ve Arap’ın Adı
Albert Camus, 4 Ocak 1960 tarihinde bir trafik kazasında öldüğünde henüz elli yaşına bile girmemişti. Karizmatik bir yazardı Camus, The New Yorker dergisi onu “varoluşçuluğun Don Draper’ı” ilan ederken haklıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa edebiyatının en iyi yazarlarından biri olmanın yanında biyografisi de entelektüelleri ve okurları cezbediyordu. Cezayir’de Oran şehrinde alt sınıf bir Fransız ailenin çocuğu olarak doğup büyümüş, ülkedeki korunaklı sömürge nüfusunun aksine yirmili yaşlarına kadar İspanyol, Yahudi ve Berberilerle iç içe yaşamış, Araplarla da onları tanıyacak kadar temas içinde bulunmuştu. Gençliğinde gazetecilik yaptığı için, Cezayir mahkemelerinde Avrupalılar lehine çarpıtılan hukuk kurallarına ve pek çok türden ayrımcılığa “yabancı” değildi. Öyle ki 1939 yılında Atlas Dağları’nın eteklerinde yaşayan Kabyle halkının Fransız idaresinin bilinçli politikası yüzünden nasıl bir açlığa ve ayrımcılığa maruz kaldığının haberini yapan oydu. Çalıştığı sömürge karşıtı gazete, Alger-Républicain Fransız idaresi tarafından kapatılıp kara listeye alınınca Paris’e iltica etti. Camus, bu göçten kısa bir süre sonra Montmantre semtindeki otel odasında, meşhur romanı Yabancı’nın yazımını tamamladı.
Varoluşçu felsefenin etkileyici romanlarından biri olan Yabancı olayların geçtiği mekân açısından yazarın biyografisinin derin izlerini taşımaktadır. Roman, Meursault isimli kahramanın annesinin ölüm haberini almasıyla başlar. Annesine fazlasıyla bağlı bir yazardır Camus. Ancak romanda Meursault’yu ilgisiz bir oğul olarak resmeder. Meursault annesi için üzülmek yerine başkent Cezayir’in sokaklarında avarelikle dolaşmaya ve tam bir umarsızlıkla sigara içmeye, arzularını tatmine ve sahile inmeye devam ediyor. Herhangi bir yetimlik duygusu hissetmeyen kahraman, sahilde bir grup Arap’la tartışır ve hiçbir haklı gerekçesi yokken onlardan birini vurarak öldürür. Bir cinayetten ötürü mahkemeye çıkarılır ama mahkeme onu cinayetten çok annesinin ölümünde gösterdiği duygusuzluktan dolayı yargılamayı tercih eder. Bir Arap’ı öldürmüştür tamam ama annesinin öldüğünü duyduğunda neden o denli ruhsuz davranmıştır. Çok değil birkaç yıl önce Alger-Républicain gazetesinin muhabirliğini yapmış olan yazar, gazetenin haberlerindeki gibi sömürge idaresinin adaletsizliğini resmetmek için mi mahkemeyi özellikle bu bağlamda anlatmayı denemişti? Ölümünden sonra başlayan eleştiriler, çoğunlukla bu kanaatte değildirler. Camus, Cezayir’i, varoluşçu felsefeyi anlatabilmek için bir arka fon olarak kullanmış, öldürülen Arap’a bir ad koyma ihtiyacı bile hissetmemiştir.
Sömürgecilik ve isimsizlik
Edwar Said’in çalışmalarında açıkça ortaya konduğu gibi adsız bırakmak sömürgeciliğin en ağır cezasıdır. Bu yolla, sömürülen coğrafyanın insanları isim sahibi birer özne olmaktan çıkarılmakta, aşağı düzeyde bir grup varlığa indirgenmektedir. Bu, onlara karşı her türden cürmü hep psikolojik hem de politik olarak kolaylaştırmaktadır. Oryantalizm çalışmalarının başvuru metinlerinden biri olan Conrad’ın Karanlığın Yüreği romanı, bilinçli olarak isimsizleştirilen Kongo yerlilerinin, Fildişi ticareti yapan Belçikalı bir şirket tarafından nasıl insanlık dışı muamelelere tabi tutulduğunu ayrıntılarıyla anlatır. Onlar karıncalar ya da sinekler gibi yaşayan, öyle de ölen iki ayaklı varlıklardır. Fildişi toplamak için kullanılmakta ama emeklerinin karşılığı olarak kendilerine hiçbir maddi değeri olmayan bakır teller verilmektedir. Bu tellerin değerli olduğuna inandırılmışlardır çünkü. Bir gemi kaptanın ağzından hikâye edilen roman boyunca yerli-siyahilerin bir başka deyişle isimsizlerin fonda hasta ve cılız karaltılar şeklinde dolaştığına tanık oluruz. Bir de hepsi, artık tanrısal bir kişilik haline gelmiş, şirketin ormandaki beyaz temsilcisine adeta tapmaktadırlar. Yabancı ve Karanlığın Yüreği anlattıkları olaylar birbirinden farklı olsa da sömürgecinin egemenlik kurduğu yerlerdeki “adsız bırakma” eğiliminde birleşirler. Bu sadece romanın bir dizi olayı resmetmesi değil, romancının da bilinçaltını ele veren bir durumdur.
Albert Camus, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazizm’e karşı mücadele etmiş hatta ünlü yeraltı gazetesi Combat’ın editörlüğünü yapmıştı. Faşizme karşı direnişi nedeniyle biyografisine parlak bir yıldız daha eklenen yazar Cezayirlilerin kurtuluş mücadelesine hiçbir zaman destek vermedi. Bütünüyle karanlık gözükmemek için bulduğu çözüm, ülkede herkesin hak sahibi olacağı bir konfederasyondu. Bu yumuşatılmış sömürgecilik teklifinin ciddiye alınacak bir yanının olmadığını, bu her yanı açıkta kalan kaçamağın herkes tarafından görüldüğünü kendisi de biliyordu. Cezayirli yazar Kamel Davud, 2015 yılında kaleme aldığı Meursault Soruşturması’nda, Camus’nün isimsiz bıraktığı Arap’ın erkek kardeşinin gözünden hikâyeyi yeniden kurdu. Davud, bir anlamda Fransız varoluşçu yazarın bilinçaltını, bıraktığı flu noktaları ve efendiye mahsus tavrını madunun gözünden teşrih ediyor, edebiyat yoluyla isimsiz bırakılan Arap yine edebiyat yoluyla ismini geri almak istiyordu. Chinua Achebe, 1975’te Joseph Conrad’ın romanı Karanlığın Yüreğini şöyle eleştirmişti: “Kimse gerçekten dar kafalı bir Avrupalı’nın kendi çözülüşü için Afrika’yı aksesuar rolüne indirgeyişindeki akıl almaz ve sapıkça kibri görmüyor mu?” Kamel Davut’un Meursault Soruşturması Achebe’nin yankı bulmayan isyanına yeni bir yankı ekledi: “Arap’ın bir adı var.” İlk âdemden beri her doğan insanın bir adı olduğu gibi.
Not: Metni kaleme alırken, Ryu Spaeth tarafından yazılan ve Handan Arıkan tarafından çevrilerek Dergâh Dergisi’nde yayımlanan “Camus İncelemesi” başlıklı makaleden yararlanılmıştır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.