Nedir ilk çeyreğini tamamlamakta olduğumuz bu asrın dünya tarihine geçecek başlıca olayı? İnsanın yaşadığı sayılı yıllara, aylara ve hatta günlere olağanüstü önem atfetmesi gayet insanî bir davranış. Fakat şu da bir gerçek ki yaşadığımız yıllar dünyanın siyasal tarihinde birer noktadan ibaret. Bir asır sonra geriye dönüp de bu noktalara bir bütün olarak bakabilsek, acaba bitmek üzere olan 21. yüzyılın ilk çeyreğinin en önemli “dünya tarihsel” olayı ne sayılabilir? On yıllara ve hatta yüzyıllara yayılan siyasi tarihsel süreçlerle ilgilenen biri olarak sıklıkla kendime sorduğum bir soru bu. İnsanın yaşadığı yılları nesnel bir şekilde değerlendirip güncel tarihi kendisinden bağımsız dışardan ve hatta dünya dışından bir gözle değerlendirebilmesi elbette tam anlamıyla mümkün olmayabilir. Hayâlî’nin söylediği üzere, “şu mâhiler ki, deryâ içredir, deryâyı bilmezler.” (M.F. Köprülü, Divan Edebiyatı Antolojisi, s.135) Kendi yaşadığımız dönemin dünya siyasi tarihi için anlamını değerlendirmenin başka bireysel zorlukları da var. Her insan, kendi çalıştığı ve odaklandığı konuları, kendi yaşadığı ülkeyi ve hatta mensubu olduğu etnik veya ulusal grubun meselelerini “dünya tarihsel” açıdan önemli görebilir, ki bu da bir başka insanî zaaf…  

Merhum Immanuel Wallerstein’ın, ilk okuduğum günden bu yana çok etkilendiğim ve on küsur yıldır da karşılaştırmalı siyaset derslerinde tartıştığımız bir makalesi “Dünya Tarihsel bir Olay olarak Fransız Devrimi.” Wallerstein, Fransız Devrimi’nin Fransa’yı dönüştürücü etkisinden daha çok Haiti, İrlanda ve Mısır örneklerinde görüldüğü üzere dünya sisteminde sömürülen çevre ülkelerinin halkları üzerindeki ilham verici etkisinin daha önemli olabileceğine işaret ediyor. Bunun yanı sıra, Fransız Devrimi’nin sosyal bilimlerin, ideolojilerin ve toplumsal hareketlerin çıkış noktası olması gibi başka pek çok önemli sonucunu da vurguluyor Wallerstein.  

Özgürlük taleplerinin yankıları

2010 yılı sonunda Tunus’ta başlayan ve kısa sürede Mısır ve Suriye başta olmak üzere çok sayıda Arap ülkesine yayılan siyasi gelişmeler, böylesi bir “dünya tarihsel” olay olmaya belki de en güçlü aday. Elbette çok boyutlu ve karmaşık olmakla birlikte, 2010’lu yıllar boyunca ve hatta bazı açılardan halen devam eden, küresel söylemde “Arap Baharı” olarak bilinen bu hareketlerin ortak paydası kendi hükümetlerini kendileri seçebilme olarak özetlenebilecek asgari seviyede bir demokrasi talebi. Bu taleplerin her bir Arap ülkesinde nasıl karşılandığını böylesi kısa bir değerlendirmede tartışmak mümkün değil. Fakat Wallerstein’ın Fransız Devrimi’nin Fransa dışında nasıl karşılandığına ilişkin zihin açıcı makalesinde olduğu gibi, Arapların özgürlük taleplerinin Arap dışı dünyada nasıl yankılandığına değinmek istiyorum kısaca.  

2000’li yıllar boyunca dış güçler tarafından sözde demokrasi getirmek için Afganistan ve Irak başta olmak üzere yüzbinlerce sivilin öldürüldüğü bölgede, 2010’lu yıllarda ise kendi hükümetini kendisi seçmek isteyen Arap halklarının demokrasi taleplerini bastırmak için yüzbinlerce sivil Rusya, İran ve ABD başta olmak üzere dış güçlerin askeri müdahalesi ve onların yerli işbirlikçilerinin desteğiyle öldürüldü. Kısacası, içinde bulunduğumuz asrın ilk on yılında yüzbinlerce Arap ve Afgan, ezici çoğunluğu Sünni Müslüman olmak üzere, demokrasi istemedikleri iddiasıyla öldürülürken, ikinci on yılda ise bu defa Arap Baharı sürecinde demokrasi talep ettikleri için öldürüldüler. Halep’ten Musul’a, Gazze’den Bingazi’ye, Kudüs’ten Kahire’ye kadar, büyük çoğunluğu Sünni Müslüman ve Arap olan halkların kendi kendilerini yönetme taleplerinin doğrudan askeri müdahaleler ve kitlesel katliamlarla bastırılması, fakat bunun da ancak olağanüstü dış askeri destekle yapılabiliyor olması içinde bulunduğumuz asrın bu ilk çeyreğine damgasını vuran başlıca gelişme sayılabilir. 

Fransız Devrimi’nin Avrupa başta olmak üzere monarşi yönetimleri korku ve paniğe sevk ettiği, devrimin yayılmasını bastırmak için seferber oldukları bilinir. Toplam nüfusu yüz milyonları bulan Arap halklarının özgürlük talepleri de Suriye rejimi gibi azınlık diktatörlükleri ve BAE rejimi gibi monarşiler kadar, bu rejimlerin devamını kendileri için vazgeçilmez gören İran, Rusya, Fransa ve ABD gibi dış güçlerin de tepkisini çekti. Temmuz 2013’te Mısır’daki askeri darbe bir dönüm noktası oldu. Binlerce yıllık tarihinde ilk kez 2012 yılında doğrudan halkın oylarıyla yasama ve yürütme dahil ülkenin yönetime gelmiş bir lidere ve hükümete sahip olan bu en kalabalık ve her bakımdan merkezi Arap ülkesindeki askeri darbeyi dış güçler bırakın engellemeyi bizzat desteklediler. 

Çok uluslu müdahaleler ve Suriye'deki iç dinamikler

Özgürlük taleplerinin bastırılmasında şüphesiz en çarpıcı örnek hem kullanılan yöntemler hem de müdahil olan dış güçler açısından Suriye. Suriye’de on yıllardır devam eden, 1982’de on binlerce sivili katlettiği Hama katliamıyla bilinen, azınlık bir etnik mezhepsel unsura dayanarak diktatörlüğünü idame ettirmeye çalışan Baas diktatörlüğü, halk ayaklanmasına karşı toplumsal desteği olmadığını itiraf edercesine yurtdışından yabancı orduları ve binlerce yabancı savaşçıyı Suriye’yi işgale davet etti. Esad diktatörlüğünü kurtarmak için Suriye’yi işgale gelen İran destekli Lübnan Hizbullah’ı ve İran’ın Afganistan ve Pakistan dahil Orta Doğu’nun dört bir yanından seferber ettiği binlerce Şii yabancı savaşçı halkın ezici çoğunluğu tarafından reddedilen rejimi kurtarmaya yeterli olmadı. Bu yetersizliğin sonucu olarak 2015’te bu defa tüm bu İran destekli unsurların üzerine bir de hava kuvvetleri başta olmak üzere Rus ordusunun Suriye’yi işgali eklendi. Bu çok uluslu işgal kuvvetlerinin devamlı desteği ve Suriye nüfusunu sistematik olarak değiştirmek için İran’ın getirdiği yerleşimcilerle Esad rejimi ancak Güney-Batı Suriye’de tutunabiliyor.  

Fırat’ın doğusuna karşılık gelen Suriye’nin üçte birinde ise, yine çoğunluğu Arap olan halkın özgürlük taleplerini bastırıp göçe zorlayan başta ABD hava kuvvetleri ve daha sınırlı sayıda Fransız birliklerinin desteğiyle silahlandırdığı bir etnik ideolojik azınlık grubu olan Kürtçü sosyalist PYD-YPG fraksiyonu… Milyonlarca Suriyeli ise ne Rus-İran işgali sayesinde ayakta kalabilen güneybatı Suriye’deki Esad yönetiminde ne de ABD hava kuvvetleri başta olmak üzere Batı ülkelerinin olağanüstü askeri ve siyasi desteğiyle ayakta kalabilen kuzeydoğu Suriye’deki PYD-YPG yönetiminde yaşamak istemedikleri için Türkiye’nin korumasında ülkenin kuzeybatısındaki özgür Suriye bölgelerine göç etmiş durumda. Rusya-İran destekli Esad yönetimi ve ABD-Fransa destekli YPG-PYD bölgelerinden en fazla göç almış olan ve dolayısıyla nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu bölgenin de Türkiye’nin korumasındaki kuzeybatı Suriye olması da aslında Suriye halkının hangi jeopolitik ve siyasi tercihi yaptığının da bariz bir göstergesi. Yine benzer şekilde, Türk ordusu ve Özgür Suriye unsurları Suriye içinde ilerlemeye başladığı anda, İran, Rusya ABD ve destekledikleri unsurların (Esad yönetimi ve PYD-YPG-PKK gibi) büyük bir panikle ellerindeki mevzileri aralarında en güçlü kimse ona devrettikleri de manidar bir gerçek. Araplar başta olmak üzere Orta Doğu’da özgürlük mücadelesi verenleri ve onlara karşı mevzilenen çok uluslu işgal kuvvetlerini birebir görebildiğimiz bir saha Suriye cephesi.

Çoğunluğu Türkiye dışından olmak üzere 12 yazarın katkılarıyla derlediğimiz ve geçen hafta yayınlan The Arab Spring: Past, Present, and Future başlıklı kitabımızı hazırlarken bir yandan yaşadığımız çağın belki de en önemli olayı olan bu özgürlük mücadelelerine şahitlik etmek, diğer yandan da bu gelişmelerin yakın geleceği nasıl şekillendirebileceği üzerine fikir yürütmek motivasyonu hakimdi. Wallerstein’ın 200. yıldönümünde Fransız Devrimi için yazdıklarından ilham alarak şunu söylemek mümkün: Arap Baharı veya Arap devrimleri olarak bilinen bu hareketler, yalnızca ortaya çıktıkları ülkelerin iç dinamiklerine değil, bu hareketlere karşı tutum ve politikalarıyla müdahil olan tüm devletlere ve halklara da ayna tutuyor.