Demokrasi, ulus devlet, milliyetçilik gibi popüler kavramların da sosyal bilimlerdeki tanımları kısmen tartışmalı olmakla birlikte, son 30 yılda bilhassa popülerleşen “medeniyet” kavramının üzerinde uzlaşılmış bir tanımı yok. Fakat çok sıklıkla medeniyetle birlikte anılan, dolayısıyla medeniyetin tanımına yardımcı olabilecek, bir dizi ilişkili kavram var.   

Medeniyetin tanımı üzerine 2007 yılında Doğu Batı dergisinde yayımlanan makalemde, o dönemde oldukça popüler olmakla birlikte tanımı da bir hayli muğlak olan “medeniyet” kavramını, en sık ilişkilendirildiği “şehir, imparatorluk ve din” kavramları arasında “epistemik topluluklar” üzerinden tanımlamış ve makalenin en son bölümünde günümüzde bir “İslam medeniyeti” olup olmadığını tartışmaya açmıştım (Şener Aktürk, “Braudel’den Elias’a ve Huntington’a ‘Medeniyet’ Kavramının Kullanımları,” Doğu Batı, Sayı 41, Temmuz 2007, s.147-175). 2024 yılında aynı soruyu tekrar cevaplamaya çalışmakta ve geçen 17 yılda bu konuda temel bir değişiklik olup olmadığını kısaca değerlendirmekte fayda var.    

İmparatorluk, şehir ve din arasında medeniyetin taşıyıcısı “Epistemik Cemaatler”   

Samuel Huntington’ın 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlanan “Medeniyetler Çatışması?” üst başlıklı makalesi Soğuk Savaş sonrasında yayımlanan siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler makaleleri arasında en çok atıf alanlardan birisi ve popüler medyada dahi bolca bahsedilen, “sokaktaki insanın” duymuş olma ihtimali en yüksek akademik kökenli yayınlardan birisi… Bununla birlikte muğlak medeniyet tanımı ve tutarsız medeniyetler sınıflandırması dahil hem ampirik (“olan”) hem de normatif (“olması gereken”) açılardan bir hayli sorunlu. Fakat bu sadece Huntington’ın sorunu değil: Medeniyet kavramının üzerinde uzlaşılmış herhangi bir tanımı yok. Dolayısıyla 2007’deki makalemde geçmişten günümüze medeniyet üzerine yazan akademisyenlerin belli bir medeniyetin varlığını belli bir imparatorluk (mesela “Bizans medeniyeti” veya “Aztek medeniyeti”), belli bir din (mesela “İslam medeniyeti”) veya büyük şehirlerin ve şehir hayatının varlığına bağladıklarını tespit etmiştim. Elbette Norbert Elias’ın “medenileşme süreci” veya Sigmund Freud’un medeniyet kavramsallaştırmasında odluğu gibi tüm insanlık için tekil bir medeniyet tanımı yapanlardan değil, Fernand Braudel veya Huntington gibi dünyada çoğul “medeniyetler” olduğunu iddia edenlerden bahsediyorum.    

Bu açıdan bakıldığında birincisi, önceki yazımda da bahsettiğim üzere günümüzde uluslararası sistemde geçmiş yüzyıllardaki imparatorlukların muadili bir “büyük güç” sayılabilecek Müslüman çoğunluklu ülke halen yok (“İnsani Müdahale, Kitlesel Katliamlar ve Müslüman Büyük Güç Eksikliği,” Fokus+, 1 Temmuz 2024). İkinci olarak, 21. yüzyılda inşa edilmekte olan yerleşimler (siteler, rezidanslar, toplu ve müstakil konutlar, vs.) arasında “İslam medeniyetinin 21. yüzyılda şehirciliğe yansıması” olarak görülen örnek yerleşimler olup olmadığı sorulabilir. Yaşadığımız mekânın gündelik hayat akışımızı doğrudan şekillendirdiği ve düşünce dünyamızı derinden etkilediğine inanıyorsak medeniyetin “şehir” boyutu da çok önemli. Medeniyetle ilişkili görülen üçüncü unsura gelecek olursak, bir din olarak İslamiyet ve nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler var olmaya devam ediyor ve eğer medeniyet salt dini kimlik üzerinden tanımlanacaksa günümüzde elbette bir İslam medeniyeti vardır. Fakat özellikle vurgulamak isterim ki medeniyet, ilhamını belli bir dini gelenekten alsa bile, aslında seküler bir kimliğe işaret ediyor. Örneğin Türkiye’de Osmanlı-Selçuklu medeniyet kökenlerinden laik bir ulusal kültürün damıtılması gerektiğini ısrarla vurgulayan önemli bir entelektüel, aynı zamanda sosyalist ve ateist olduğunu ifade etmekten çekinmeyen Attila İlhan’dı. Bu üç unsurun kesişiminde, belli bir medeniyet kimliğinin yaşatılmasında, medeniyetin klasikleşmiş eserlerini öğrenen, öğreten ve yeniden üreten bir toplumsal taşıyıcının, “epistemik cemaat” olarak ifade ettiğim uluslarüstü grubun varlığının da önemli olduğunu düşünüyorum.     

İlyada, Eski Ahit, Leviathan ve diğerleri: Batı Klasikleri ve Epistemik Cemaati   

Medeniyet kimliğinin yaşatılmasında klasikleşmiş “büyük kitapları” ve bu eserleri her dönemde okuyan, okutan, tartışan ve yeniden yorumlayan epistemik cemaatleri görmemin kişisel bir sebebi böyle bir eğitim anlayışının tarihsel çıkış noktalarından ve merkezlerinden sayılan Chicago Üniversitesi’nde okumuş olmam. Üniversitenin ilk iki yılında (1999-2001) yoğun bir şekilde “çekirdek” (the Core) denilen programa dahil klasik eserleri okuduk ve onların üzerine tartışarak yazdık. İlyada gibi edebi eserlerden Eski Ahit gibi temel dini kaynaklara ve Platon’un, Hobbes’un ve Mill’in eserleri gibi antik ve modern siyasi felsefe kaynaklarına kadar Batı medeniyetinin tarihsel birikiminde temel referans noktaları olarak görülen eserleri okurken, insanlığın ebedi soru ve sorunları açısından, güncel örnekleri de gözeterek, nasıl bir bakış açısı ve cevaplar verdiklerini tartışırdık. Bu eserlere verilen önemin bir göstergesi olarak bazı hocaların derslerinde bu eserlerin kendi yaptıkları çevirilerini okuttukları da olurdu. Antik Yunanca, Latince veya İbranice gibi eserlerin orijinal dilini bilenler bir bakıma daha avantajlı ve havalıydı! Burada esas nokta, iyi eğitimli bir kimsenin, ileriki yıllarda ister fizikçi ister ekonomist ister görsel tasarımcı olsun, Batı medeniyetinin temel kaynakları olan eserleri bilmesi, Aşil’in kim olduğundan Leviathan’ın neyin sembolü olduğuna, Eski Ahit’te Tekvin’in neyi anlattığından Platon ve Aristo’nun hangi temel konularda farklı düşündüğüne dair bir fikri ve görüşü olması, Dante, Kafka ve Shakespeare’in eserlerinden asgari seviyede haberdar olmasıydı. Böylelikle ortak bir entelektüel dil geliştirebiliyor, insanlık tarihi boyunca sorulmuş büyük sorulara kafa yoruyor ve binlerce yıllık bir entelektüel geleneğin parçası olduğumuzu hissediyorduk. Tüm bu açılardan başarılı ve memnun kaldığım bir eğitim modeli olduğunu söyleyebilirim.   

Elbette bazılarımız seçmeli derslerde Batı dışı klasikleri de okuyabiliyorduk; Mahatma Gandi üzerine aldığım bir derste Gandi’nin meşhur otobiyografisi ve diğer eserlerinin yanısıra Hindu kutsal metinlerinden Bhagavad Gita’yı okuduğumuzu hatırlarım. Mezun olduğumuz dönemden bugüne geçen yirmi küsur yılda bu eğitim modeli kısmen haklı olarak seçkinci muhafazakâr, “Batılı beyaz erkeklerin” eserlerine odaklı olmakla itham edilerek kısmen (veya tepkili taraftarlarına göre tamamen!) terk edildi. Hatta bazı muhafazakârlar bu eserlerin okutulmadığı bir eğitim sistemini Batı medeniyetine ihanet ve çöküş olarak niteliyor. Öte yandan bu eserleri okuyan ve okutan binlerce akademisyen dünyanın neredeyse her köşesinde bu düşünsel mirası yaşayan ve yaşatan bir küresel epistemik cemaatin mensupları olmaya devam ediyor.    

Günümüzde İslam Medeniyetinin “epistemik cemaati” var mı?   

Medeniyet kavramının ve kimliğinin, muhakkak dini klasikler de dahil yüzlerce yıllık eserlerden ilham alan, fakat esasen seküler bir bilgi alanı ve seküler bir kimlik olduğunu belirtmiştim. Tarih boyunca İslam medeniyeti havzasında yazılmış, okunmuş, yorumlanmış ve ilham kaynağı olmuş çok sayıda eser var şüphesiz. Ancak günümüzde, örneğin Gazzâlî’den Fârâbî’ye, Ahmet Yesevî’den Mevlânâ’ya, İbn Haldûn’dan İbn Tufeyl’e pek çok ismin eserlerinin, birbirleriyle tartışma ve etkileşimleri de gözetilerek, Binbir Gece Masalları ve Kelile ve Dimne gibi İslam medeniyetine mal olmuş edebi eserlerle beraber, okunduğu ve okutulduğu uluslarüstü bir epistemik cemaat var mı? İstanbul’dan Cakarta’ya, Dakar’dan Karaçi’ye, Cezayir’den Saraybosna’ya seyahat eden, öğrenen ve öğreten, seküler anlamda bir bilgi alanı ve kimlik olarak İslam medeniyeti kimliğini yaşatan akademik veya entelektüel kadrolar mevcut mu? 2007’de İslam medeniyeti özelinde böylesi uluslarüstü bir epistemik cemaatin olmadığını düşündüğümü yazmıştım. Hatta en azından Türkiye özelinde İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan adlı eserinin on yıllardır tek bir baskısının, o da yüz yıl önceki bir çeviriye dayanarak, yapıldığını gözlemlemiştim. Bireysel gözlemim, geçen 17 yılda Türkiye’de İslam klasikleri olarak adlandırabileceğimiz eserlerin yayımlanmasında büyük bir artış olduğu ve bunun şüphesiz çok olumlu bir gelişme olduğu.   

Fakat İslam klasiklerinin çeşitli yayınevleri tarafından çok sayıda yeni baskılarının yapılmış ve yapılıyor olması bir epistemik cemaatin oluşumu için gerekli olsa bile yeterli değil. Neredeyse tanımı gereği uluslarüstü ve kendi içinde kültürel çeşitliliği barındıran medeniyet kimliğinin bir başka unsuru da ilgili medeniyet havzasında bu klasikler üzerinden kurulan bağlar: Cakarta’dan Marakeş’e, Zanzibar’dan İstanbul’a, İskenderiye’den Lahor’a bu eserler üzerine konferanslar, işbirlikleri, Erasmus benzeri öğretim üyesi ve öğrenci değişimleri ve ortak programlar yapılıyor mu? Çok daha basit bir soruyla başlayalım: En büyük Müslüman nüfusa sahip 275 milyonluk Endonezya’nın dilini, kültürünü, siyasetini, toplumsal yapısını bilen, öğrenen ve öğreten Türkiye’de kaç kurum, kuruluş, profesör, akademik kadro ve ilgili entelektüel var?     

Seküler bir kimlik olarak İslam Medeniyeti: Attila İlhan örneği  

Seküler bir kimlik olarak İslam medeniyetinin günümüzde ne ölçüde var olduğu biraz da bu gibi soruların cevaplarına bağlı. Bu eksiklik, Türk sosyalistleri arasında medeniyet bilinci açısından müstesna bir yeri olan Attila İlhan’ın çok sayıda eserinden de anlaşılabileceği üzere, aslında Türkiye’de solun kültür ve kimlik konularına yaklaşımıyla da ilgili. İlk baskısı 1972’de yapılan Hangi Batı? adlı eserin arka kapağında alıntılanan kısmında İlhan şöyle yazıyor:   

“Lisede Sophokles okuduk, klasik Türk sanat musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlâna Dante’den küçüktü, Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi.” (Attila İlhan, Hangi Batı?, Bilgi Yayınevi, 3. Baskı, 1982, sayfa 16 ve arka kapak).  

Bugün dünya çapında yaygınlaşan eğilim en seçkin kurumlarda eğitim alanlar dahil ne Batı ne de İslam klasiklerini okumayan ve hiçbir medeniyet kimliğinin taşıyıcısı olmayan yeni “seçkin” kuşakların yetişmesi; gerek Türkiye’de ve gerekse dünyanın geri kalanında bu eksikliğin giderilmemesinde hem muhafazakâr hem de sol seçkinlerin ortak sorumluluğu olduğu da bir gerçek. Yine Türkiye gibi devlet politikasının eğitimin içeriğinin belirlenmesinde büyük rol oynadığı ülkelerde klasiklerin en azından Lise ve Üniversite seviyesinde okunması ve okutulması teşvik edilebilir. Öte yandan uluslarüstü medeniyet kimliği gibi üst düzey bir kültürel kimliğin devamlılığını sağlayacak yayınlar, etkinlikler ve ortamların oluşturulmasının, en azından ABD örneğinde, cömert hayırsever seçkinlerin ve vakıfların desteğiyle gerçekleştiğini de hatırlamakta fayda var. Bunun için de böylesi hayırsever seçkinlerin bir medeniyetin eserlerine ve o eserlerin işaret ettiği kimliğe ilgi ve ihtiyaç duymaları, günümüz koşullarında yeniden üretilmesi ve yorumlanmasını gönüllü olarak finanse etmeleri gerekiyor. 

İster antik Yunanca ve Latince, ister eski Türkçe ve klasik Arapça olsun, klasiklerin asıllarından okunabileceği dillerin tercihen Lise ve hatta İlköğretim aşamasında öğrenilmesinin daha faydalı olacağı da bir gerçek. Bu vesileyle bu yazıyı teşvik eden gelişmeye de kısaca değinmek isterim. Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi mensuplarının oylarıyla Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimler alanında 2024 Kristal Lale Ödülüne layık görülmem bu yılın büyük sürprizlerindendi. Ödül töreninde medeniyetin tanımına ilişkin 2007’de yayınlanan makalemden yaptıkları alıntılarla aslında farkında olmadan beni bu konuda tekrar yazmaya teşvik etmiş oldular. Kendilerine bir kez daha teşekkür ederim.