06 Şubat 2025
Hint düşünür Gayatri Chakravorty Spivak, “Madun Konuşabilir Mi?” metninde, madunun kendine özgü bir söyleminin, sesinin olmayacağı konusunda ısrar eder. Madun doğrudan anlamlı cümleler kurmaktan ziyade, bedensel arazlar veya başka belirtilerle varlığını duyurur, kendisini bir semptom gibi ortaya koyar. Aynı metinde yakın akrabası Bhaturi’nin intiharı üzerine düşünür ve söylemek istediğini doğrudan söyleyemeyen bir kadını anlatır. Bu esnada Gilles Deleuze ve Michel Foucault arasında geçen ve biraz keyfekeder saydığı bir diyaloğa sürekli geri döner. Onlar madunun konuşabileceği kanaatindedirler. Oysa Spivak’a göre böyle birisi yerine konuşmak olanaksızdır; onun kendisinin dolu dolu anlatmasını beklemek de. Madunun konuşması psikanaliste gidenin dile getirdiği belirtilerle karşılaştırılabilir. Bu konuşma sırasında doğrudan simgesel bir etkinlik ortaya konmaz; bir çeşit “rezonans” yayılır etrafa.
Spivak, uzun yıllar önce yaşayan akrabasının eylemini yorumlarken, onun yaydığı söz bile denilemeyecek böyle titreşimlerin niteliğini soruşturur. Bunu yaparken onunla arasında bir eşduyum, eştitreşim hattı açılmasını da umut etmez. Bu durumda konuşmakta zorlanan, dili tutulan bu kadına “epistemik şiddet” uygulaması gerekir. Çünkü Spivak’ın konumlu bir bilgisi vardır; “konforlu orta sınıftan” dışarı çıkarak, uzak bir zamanın sakini madun bir kadını anlamayı dener. Üstelik Hindistan gibi bir yerde, ayrı kasttan olanın durumunu anlatmak için daha belirgin bir şiddete başvurması gerekir. Bu episteme farkı, Foucault’nun sözünü ettiği gibi, tabiatları, lisanları farklı tarihsel dönemler ve coğrafyalar arasında değil, sözde aynı zaman ve mekânı paylaşan iki insan arasında ortaya çıkar. Fakat “saydamlık” vurgusuna sahip bir bakış açısı bu konuşmayı veya etkileşimi kolay sanabilir. Deleuze, Foucault gibi derin düşünürler de bu hatadan muzdarip olabilirler. Çünkü madunu başka faillerle karıştırırlar. Onlar madunun konuşabileceği iddiasıyla, Donna Haraway’in “mütevazı tanık” dediği tiplemeye benzerler. Sadece bilim insanları arasında değil, latif yazar ve düşünürler, sanatçılar arasında da bu düşünme kalıbı yaygındır.
Kaynak ve sermaye
Madun (subalterno) sözcüğüne ilk kez Antonio Gramsci gündelik manası dışında bir içerikle başvurur. Madun, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel nitelikte herhangi bir kaynağa veya sermayeye erişimi kısıtlanmış kişidir. Bu sermayelerin farkları ve birbiriyle ilişkisi konusunda Pierre Bourdieu temel yaklaşımları ortaya koyar. Madun, sözcükler, işaretler, göstergeler gibi simgesel kaynakları sermayeye dönüştüremez ve onları soyut nicelikler, nitelikler haline getirmekte güçlük çeker. Georg Simmel, Paranın Felsefesi (1900) adlı yapıtında bu soyutlamanın nasıl gerçekleştiğine dair ilk analizleri ortaya koyar. Simgesel kaynakları soyutlamakta ve onları kültürel sermayeye dönüştürmekte güçlük çeken madunun bu sebeple konuşması zordur. Kendini açıklıkla dile getiremeyen, eyleminin nedenleri ve sonuçlarını açıklayabilecek bir dilyetisi geliştirmekte zorlanır. Kalıp sözlere, deyişlere, atasözlerine başvurur genellikle. Bu pek incelmemiş ifade dünyasında nedenler sonuçlara kolaylıkla bağlanamaz. Onun ifadesi gibi görünen işaretler birer semptom gibi açığa çıkar.

Madun araştırmalarında öncelikle bu kayıp nedensellik belirlenir. Psikanalizin de temel çabasını oluşturan, belirtilerle nedenler arasındaki boşluğu doldurmaya yönelik etiolojik bir girişim veya nedenbilim tanımlanır. Bu sırada psikanalizden de yardım alınır. Madunun konuşmasını sağlamak maksadıyla, onun kayıp kökeninde “üzeri çizilen” göstergelerin izini sürerken de yapısökümden destekler aranır. Madun çoğu zaman kendisine ait olmayan, yanlış dile gelen, dilbilgisi bozuk, kusurlu cümleler kurar. Madun araştırmacısı da onun kusurlu ifadesi ardında sapa yerlerde gezinir. Kasıtlı yanlış telaffuzların, dil sürçmelerinin, hatalı ifade ve çevirilerin birer belirtisi olduğu simgesel ağı yoklar. Madun basitçe sömürgeci ülkesini işgal ettikten sonra köklerini unutmuş, özü karartılmış bir varlık değildir. O üzeri çizilmiş göstergeler, sözcükler, harfler ya da sesler arasında cümlesini kurmaya çalışır. Buradan bakınca biraz herkesin konuşma yazma zeminindeki dinamiğe açıklık kazandırır. Tüm dünyanın yerlileri için genelleşmiş bir madunluktan söz edilebilir bu durumda. Fakat madun bu hali aşikâr eder. Bilinç akışında kesintiler, sürçmeler onda belirginlik kazanır. Konuşmaları esnasında, Frantz Fanon’un Aimé Césaire’de bulduğu gibi, görkemli bir retorik de sergilenebilir; şiveli konuşup konuşmamasından bağımsız olarak. Örneğin Leylâ Erbil’in anlatı kadınları şiveli konuşmasalar da birer madun sayılabilirler.
Arzu ve çıkar
Madunun konuşabilmesi, sesinin işitilmesi için köklerine, sömürgeci gelmeden önceki simgesel düzene dönmesi mümkün değildir. Onun dünyasında iki farklı lisan ve şive diğerinin sesini keser, diğerinde bir uğultu yaratır. Yerli ne ana dilini ne de sömürgecinin dilini “doğru konuşamaz”. Fakat bu boşluğu doldurmak niyetiyle madun araştırmacısı onun yerine söz söyleyemez. Spivak’a göre bu çaba içindeki “iyi niyetli” Batılı entelektüel de örtük de olsa “Batının uluslararası ekonomik çıkarlarıyla birçok bakımdan suç ortaklığı” içindedir. Onların madun kadını temsil etmeleri ise iki kat daha zordur. En kökten “Batılılık eleştirisi” bile “Batının öznesini veya özne olarak Batıyı koruyan, çıkarını gözeten bir arzu” ile hareket ettiğinden, madunun koşullarına yaklaşması zordur. Onu kendi başına konuşmaya bırakmak veya onu karından konuşmak muhtemel seçenekler sayılamaz. Sömürgeci motiflerle devinen konuşkan özne, sanki “hiçbir jeopolitik belirlenim yokmuş” gibi bir saydamlık varsayımıyla hareket edemez. Yerinden etmeye çalışırken aynı söylemi farklı bir yerde yeniden görevi başına yerleştirir.
Foucault gibi gücün mikro işleyişlerine hassas ve bu yapının soykütüğünü çıkaran bir şahsiyet bile belirleyici “arzu/iktidar/çıkar ağlarından” uzak duramaz. O veya başkaları, Haraway’in “mütevazı tanık” adını verdiği bir aktör gibi davranırlar. Sanki madunun şuuruyla kendilerininki arasında saydam bir aralık açılır ve oradan karşılıklı konuşabilirler. Spivak’ın Asya ve Afrika'nın “saydamlaştırılması” dediği süreç açık veya örtük sömürgeleştirme eylemine bağdaşık gelişir.

Oysa madun ve sömürgeci türdeş olmayan, asimetrik bir ortamda karşılaşırlar. Madun, Deleuze’ün dile getirdiği şekliyle, Batılı birey gibi arzulayan makinelerin bir toplamı değildir. Onun arzuları doğal, kendi halinde ifadesine kavuşmaz. Madun, Fanon’un da belirlediği gibi, arzuyu tesisleştiren Oedipus tertibatına uygun bir özne değildir. Ruhsal yatırımları, meyilleri, arzu mekaniğinin doğrulukla yerini bulması için “güçlü bir pasaport sahibi, sağlam bir para birimi, yasal haklarına sorunsuzca erişebilen” bir özne olması gereklidir. Bu sebeple madunun ortamında kendiliğinden başlayan, gelişen, sonuçlanan olay ve eylemlerden çok, belirgin çıkarların, niyetlerin, fesatın üretkenliğini ortaya koymalıdır. Sadece arzu değil çıkar da libidon meyil kazanıp kaybetmesine neden olur; “çıkarlarımıza aykırı bir şeyi asla arzulamayız, çünkü çıkar daima arzunun kendisini yerleştirmiş olduğu yeri takip eder ve kendini orada bulur” (Deleuze’den alıntılayan Spivak, 2023: 23).
Madunun bağlamında arzular ve çıkarlar “kurucu bir çelişki” içerisine girer, Deleuze’ün ifadesinin aksine, birbirini bütünlemez, monofizik bir dünyada biri diğerine dönüşmez. Metafizik yatay ontolojik bir dünya tahayyülü biraz da refah belirtisidir. Oysa madunun dünyası çelişkiler, karşıtlıklar, birbirine indirgenemeyen çekişmelerin coğrafyasıdır. Arzu ve çıkar fasılasız bir çatışma içine girer onun dünyasında. Arzu içeriden, çıkar ise dışarıdan onun “beden yüzeyine” temas eder. Arzular ve çıkarlar kesişerek türlü cümlelere dönüşür.
Spivak, Foucault’nun ideolojiyi tasfiye eden mikro söylemler düzeyinde bu fesatı dışarıdan dayatan çıkarın duyusunun kaybolduğunu düşünür. Böyle tasarladığımızda kitlelerin arzuladıkları için faşist, komünist veya madun olduklarını söylemek gerekir. Oysa ideolojik özne belli bir aşamada yanlış tanımaya zorlanır. Diğer türlü bilinçdışı yollardan da olsa makul, sağduyulu bir özne olmayacağı hatırlatılır. Orada madun latif söylemlerin değil, kaba saba ideolojilerin ortasında kalır. Bu dolaşık zeminde kuramsal çaba saydam bir etkinlik olmaktan iyice uzaklaşır. Teorinin pratik niteliği madun üzerine üretilen düşüncelerde özellikle belli olur. Orada yapısal dilbilimin temel varsayımı gereği gösteren ile gösterilen arasındaki keyfi bağdan rahatlıkla söz edilemez. Gösterge gösterdiği muhteva ile bağını bir türlü koparamaz.
Alıntılar
Spivak, Gayatri Chakravorty (2020). Madun Konuşabilir mi?, çev. Emre Koyuncu, Ankara: Dipnot.