19 Haziran 2025
İsrail’in Gazze’ye yönelik yürüttüğü soykırım, sadece fiziksel altyapıya, nüfus yoğunluğuna veya direniş unsurlarına karşı değil; aynı zamanda doğrudan bedenlere, anneliğe, doğurganlığa ve geleceğe yönelmiş çok boyutlu bir imha stratejisi barındırmaktadır. Bu stratejinin en az görünür ama en yıkıcı boyutlarından biri, üreme soykırımıdır (reprocide). Bu kavram, klasik askeri işgallerin ötesine geçerek, bir halkın doğurganlığını, üreme sağlığını ve cinsiyet temelli sosyal sürekliliğini yok etmeyi hedefleyen sistematik politikaları ifade etmektedir.
Filistin bağlamında ise İsrail’in Gazzeliler üzerinde tatbik ettiği üreme soykırımı anlamına gelmektedir. Buna göre bedenlerin işgalci Siyonist rejim tarafından kontrol altına alınması, mahremiyetin gaspı ve biyolojik sürekliliğin imkansızlaştırılması, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü sömürgeci savaşın merkezine yerleşmiş durumdadır.
Kadını ve bedeni idealize eden feministler tarafından dahi çokça anılmayan bu “sessiz soykırım”ın üç temel cephesi bulunmaktadır: sağlık altyapısının imhası, çevresel felaketin genetik etkileri ve cinsel-biyopolitik şiddetin işleyişi. Bu üç cephe de İsrail’in Filistin toplumunun geleceğini doğrudan hedef aldığını göstermektedir.
Üreme sağlığına yönelik saldırılar: Doğurganlığın sistematik imhası

Gazze’de üreme sağlığı, yalnızca savaş koşullarından zarar gören bir alan değil; aksine, uzun yıllardır İsrail tarafından doğrudan hedef alınmış bir stratejik başlıktır. 2006’dan beri kara, hava ve deniz ambargosuna maruz kalan Gazze, üreme sağlığı açısından da İsrail işgalinin saldırılarına maruz kalmıştır. Fakat bu saldırılar 7 Ekim 2023 sonrası devasa boyuta erişmiştir.
Aralık 2023’te el-Basma Tüp Bebek Merkezi’nin bombalanması ve yaklaşık 4.000 embriyo ile 1.000'den fazla sperm/ovum hücresinin yok edilmesi, yalnızca bir sağlık tesisine yapılan saldırı değildir. Bu eylem, İsrail’in doğrudan Gazze’deki gelecek nesilleri hedef alan bir yok etme eylemidir.
İsrail’in hava saldırıları ve hastane baskınları sonucu en az 5.000 can öldürülmüştür. Uluslararası hukuka göre, özellikle Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde tanımlanan “bir grubun doğumlarını engellemeye yönelik önlemler almak” eylemi, soykırımın açık bir ifadesidir. İsrail’in el-Basma saldırısı, bu tanımın neredeyse birebir karşılığıdır.
Ancak mesele tekil örneklerle sınırlı değildir. Ekim 2023’ten itibaren Gazze’de doğum merkezleri, kadın doğum klinikleri, neonatal yoğun bakım üniteleri gibi temel sağlık altyapıları sistemli biçimde bombalanmış, hizmet dışı bırakılmıştır.
Bu sürecin doğrudan sonucu, doğum sürecinin hayatta kalma ihtimaline indirgenmesidir. Dünya Sağlık Örgütü ve BM’nin ilgili raporlarına göre Gazze’de her gün yaklaşık 180 kadın doğum yapmakta, bu doğumların en az %15’i ciddi komplikasyonlarla gerçekleşmektedir. Doğumda gerekli olan anestezik malzemeler, kan transfüzyon setleri ve kuvöz sistemleri ya tamamen tükenmiş ya da askeri kuşatma nedeniyle hastanelere ulaştırılamamıştır. Bazı kadınlar anestezisiz sezaryene alınmış, bazıları ise yaşamını kaybetmemesi için sağlıklı rahimleri alınarak kalıcı olarak doğurganlıktan mahrum bırakılmıştır.
Bu noktada üreme sağlığına yönelik şiddetin iki yönlü işlediği görülmektedir: İlki, mevcut gebelikleri ve anneleri hedef almakta; ikincisi ise, kadınların gelecekte anne olma hakkını ortadan kaldırmaktadır. Bu, yalnızca tıbbi değil, aynı zamanda İsrail’in kurguladığı biyopolitik bir iktidar uygulamasıdır: Kimin doğurabileceğine, ne zaman doğurabileceğine ve nasıl doğuracağına karar verme hakkının İsrail işgal rejimine devredilmesidir.
Çevresel yıkım ve kimyasal beden politikaları
İsrail’in saldırıları yalnızca binaları ve hastaneleri değil, aynı zamanda Gazze’nin tüm ekolojik ve biyolojik sistemini hedef almaktadır. Haziran 2025’e kadar yaklaşık 20 ay içinde kullanılan 100.000 tonluk bomba, yalnızca fiziksel hasar yaratmamış; aynı zamanda Gazze’nin su kaynaklarını, topraklarını ve havasını zehirlemiştir.
Bu mühimmatlar arasında yer alan beyaz fosfor, ağır metaller, nitrat atıkları ve kimyasal kalıntılar, hamile kadınlar ve fetüsler üzerinde doğrudan etkiler bırakmaktadır. Medical Relief Direktörü Dr. Muhammed Ebu Afeş’in aktardığına göre Gazze’de her dört bebekten biri, doğuştan bir sağlık sorunu ya da anomalili doğmaktadır. Bu oran, savaş öncesine göre en az beş kat artış göstermektedir. Bebeklerde görülen kas-iskelet deformasyonları, sinir sistemi bozuklukları ve bağışıklık sorunları, İsrail’in saldırılarının gelecek nesillerin biyolojik yapısını tahrip ettiğini ortaya koymaktadır.
Çevresel tahribatın başka bir yönü ise gıda güvenliğinin çökmesi ile ilgilidir. İsrail ablukası nedeniyle temel besin maddelerine erişim neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Hamile kadınlar yeterli kalori alamamakta, vitamin ve mineral eksiklikleri bebeklerde gelişim geriliğine yol açmaktadır. Anne sütü üretimi düşmekte, formül mama bulmak ise imkânsızlaşmaktadır. Refah’taki sağlık merkezlerinde, kadınlar laboratuvar önlüklerinden bez üretmektedir çünkü hazır bebek bezi bulunmamaktadır.
Gıda, su, enerji ve sağlık hizmetlerinin sistematik şekilde engellenmesi, aslında doğrudan öldürmeyen ama yaşamın sürdürülemeyeceği koşullar yaratan bir savaş biçimidir. Bu durum İsrail’in önce bombalama, daha sonra yavaş yavaş öldürme taktiğine tekabül etmektedir. Buna göre işgalci İsrail Gazzelilere yönelik hemen ölüm getirmeyen ama doğmamış nesillerin hem fiziksel hem zihinsel sağlığını tahrip eden yavaş bir imha politikası uygulamaktadır. Bu noktada, çevresel şiddet ile biyopolitik hedefler arasındaki bağ doğrudan kurulmaktadır:
Filistinli kadınlar artık yalnızca savaşın fiziksel mağduru değil; aynı zamanda doğumla gelen biyolojik potansiyelin de taşıyıcısı olarak militarize edilmiş bir hedef haline gelmiştir.
Cinsiyetsizleştirilmiş hapishane şiddeti ve toplumsal mahremiyetin çöküşü

İsrail’in Gazze’de yürüttüğü üreme soykırımının bir diğer boyutu da cinsel şiddet, mahremiyetin ihlali ve toplumsal dokunun parçalanmasıdır. Bu saldırıların en görünür örnekleri, Sde Teiman gibi askeri hapishanelerde yaşanan ve belgelenmiş cinsel işkence vakalarıdır. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin 2024 raporlarına göre hem kadın hem erkek Filistinli tutuklular, cinsel organlara işkence, zorla çıplaklık, cinsel aşağılama ve tecavüz tehdidi gibi sistematik şiddete maruz kalmaktadır.
Erkeklerin özellikle kadın askerler tarafından cinsel işkenceye uğraması, yalnızca fiziksel bir saldırı değil, direnişçi erkekliğin, baba kimliğinin ve toplumsal onurun hedef alınmasıdır. Kadın tutukluların ise çıplak videolarının çekilmesi, mahkûmiyet koşullarında tecavüz tehdidi ile kontrol altında tutulması hem bireysel hem toplumsal düzeyde kolektif bir utanç rejimi üretmektedir. Bu pratikler, sömürgeci bir aktör olan İsrail’in iktidarı sadece toprak değil, beden üzerinde de mutlak egemenlik kurma biçimi olarak görülebilir.
İşgalci İsrail rejiminin politikaları nedeniyle ortaya çıkan Filistin’in kamplarındaki sığınma koşulları da benzer şekilde cinsellik ve üreme alanlarını hedef almaktadır. %90’ı yerinden edilmiş Gazze halkı, aşırı kalabalık sığınaklarda mahremiyetten yoksun yaşamaktadır. Çiftlerin cinsel yaşamı büyük oranda bastırılmıştır.
Cinsellik, doğurganlık ve ebeveynlik, fiziksel imkânsızlıkla değil, sosyo-psikolojik baskı ile engellenmektedir. Bu, yalnızca üreme sürecini değil, duygusal bağları da parçalamakta, insanların kendilerini anne-baba olarak tahayyül etme kapasitesini yok etmektedir. Bu bağlamda İsrail’in politikası, yalnızca yaşamı sonlandırmak değil, aynı zamanda yaşamın koşullarını da ortadan kaldırmaktır. Filistinli kadın ve erkekler için doğum, artık sadece biyolojik bir olay değil; aynı zamanda politik bir eylem, bir direniş biçimi haline gelmiştir.
Sonuç olarak İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım, yalnızca askeri hedeflere, yapı taşlarına veya siyasi figürlere karşı değildir. Bu savaş, doğmamış çocuklara, doğumhanelere, sperm bankalarına, anne sütüne ve cinsel yakınlığa karşı yürütülen çok katmanlı bir imha stratejisidir. İsrail, Gazze halkını öldürmek ile yetinmeyip, Gazze halkının gelecekte var olma ihtimalini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
Bu nedenle İsrail’in Gazze soykırımı, klasik anlamda bir işgal değil; bedenin, biyolojinin ve mahremiyetin militarize edildiği, biyopolitik bir yok etme pratiğidir. Ve bu pratiğin adı, her ne kadar sessiz kalsa da uluslararası hukukun tanımıyla soykırımdır. İsrail’in icra ettiği ve devletlerin sadece kınadığı çok boyutlu bu vahşi soykırıma rağmen Filistinli aileler hâlâ çocuk doğurmakta, anneler hastanelerde yaşam mücadelesi vermekte, tutuklular bedenlerini savunmaktadır. Bu eylemler, Gazze halkının teslim olmadığına, yaşamı ısrarla üretmeye devam ettiğine işaret etmektedir. Her doğan çocuk, her emzirilen bebek, her hamile beden, İsrail’in soykırım politikasına karşı bir cevap, bir karşı-söz niteliğindedir.