Gökhan Özcan

Gökhan Özcan
19 Mart 1965'te İnegöl'de doğdu. İnegöl'de eğitimini tamamlayıp, 1987'de Gazi Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu. Zaman gazetesinde yazı hayatına başladı ve TRT'de çeşitli yapımlarda görev aldı. Çocuklara yönelik hikayeler ve denemeler yazdı, Yeni Şafak'ta köşe yazılarına başladı. Medyakronik ve Gerçek Hayat dergilerinde çalıştı, birçok edebiyat dergisinde eserleri yayınlandı. Kitapları arasında Hiçbişey, Günlerin Gölgeleri, Ruh Yordamı, Altmışikiden Tavşan,
devamını oku daha az oku Kim Duma Dum Kime, Serçe Parmağı, Gözağrısı, Açık Pencere ve Denizi Yutan Balık bulunuyor. Halen Yeni Şafak'ta yazmaya devam etmektedir.

Edinilmiş Çaresizlikler 

30 Ocak 2024

On yıl önce İsrail'in ateş kusan ölüm makinelerinden kurtulan Filistinli çocuklar bugün ellerine silah aldı, göğüslerini siper ederek zalime karşı topraklarını, varlıklarını, vatanlarını, insanlıklarını ve aslında bizim de insanlığımızı savunuyor. Onların çaresi var, hep oldu; çaresi olmayan biziz, bizim adını koymaya bir türlü yanaşmadığımız düşkünlüğümüz. 

Bu yazıyı yazarken, tam şu anda, kurduğum şu cümledeki kelimelerin harflerinden çok daha fazla çocuk büyüyemeden hayata veda ediyor Gazze'de. Bunu bilerek cümle kurmak, kelimelerde anlam aramak, kırılmış çocukların cesetlerini gözünüzün önünden çekerek düşünebilmek pek de mümkün olmuyor. Şimdi ve muhtemelen bundan sonra yaşadığımız her an, her gün, Gazze'den çıkıp gelen ve üstümüze çöken bu suçluluk duygusu hep bizimle olacak, tırnaklarını tenimize batırarak canımızı acıtacak. Buna itiraz edecek, haksızlığa uğradığımızı ifade edecek cümleler kurmaktan aciziz. Çünkü her şey bütün çıplaklığıyla gözümüzün önünde oldu ve oluyor. Hem de yıllardır böyle bu!  

Belki şimdi artık bildiğimiz bütün insani sınırlar aşıldı, kelimelerle adını koyabileceğimiz bir şey olmaktan çok çok ötelere taştı zalimin zulmü ama aslında sırıtkan kötülüğüyle hep oradaydı İsrail, hep canını yakıp durdu mazlumların, kadınların, yaşlıların ve çocukların... Evet, çocukların... Ve hatta daha hayata ilk gülücüklerini yeni yeni yollamaya başlayan melek yüzlü bebeklerin... Ve biz de hep karşıdan izledik, bir kıvılcım gibi çakıp geçen ve ortalığı yeniden karanlığa bırakan öfke nöbetlerimizle zalimin mazluma yaptıklarını izledik. O kadar izledik ki, zalim zalimliğini insanlık tarihinde görülmemiş bir hunharlığa, bir vahşiliğe, bir canavarlığa kadar vardırdı. Hiçbir şey yapamadık ne geçmişte yapabildik ne bugün yapabiliyoruz. Dönüp bizi de iyileştirmesini, doğrultmasını, adam etmesini ümit ettiğimiz dualarımızdan başka bir şey yok elimizde.  

Ne yapabilirdik ki? Var mıydı yapabileceğimiz bir şey? Bu soruya tek bir cümleyle cevap verirsek yine kolaya kaçmış oluruz. Bugün, aldığımız her nefeste minicik bedenlerin üstüne gökyüzünden fosfor bombaları yağarken, elimize silah alıp Gazze'nin bir köşesinde kendi cephemizi açabilir miydik İsrail'e karşı. Belki yapan yiğit insanlar vardır bunu. Ama kalabalıklar halinde çıkıp gitmek, sınırları geçmek, giriş çıkışları kontrol altında ve tamamen yabancı olduğumuz bir bölgede yapabilir miydik ve yapsak bir işe yarar mıydı? En azından denesek, doğru bir şey olur muydu bu? İmkan var mıydı buna?  

Hiç bilemeyeceğiz bunun cevabını. Çünkü muhtemel ki hemen hiçbirimiz yapmayacağız bunu. Devletler de istemiyor böyle şeyler yapılmasını. Ve onlar da yaşıyor bu kahırlı çelişkiyi. Birkaç günlük ateşkes için günlerce diplomatik temas, yoğun çalışmalar, üst düzey telefon görüşmeleri ve saire... Her zamanki şeyler işte... Ve şu an, ben bu cümleyi yazarken, belki yüzlerce başka çocuğu zalimin zulmünden korumaya yetmiyor bu ikilemlerimiz. O masum çocukların daha başlarına ne geldiğini bile anlayamadan, şu ağırlığından taşınmaz hale gelen dünyayı terk edip gitmesine mâni olmuyor bunların hiçbiri... 

İnsanlık tarihinde hiç bu raddeye kadar gelmemiş bir kötülüğün, aşılmamış sınır bırakmayan böyle bir zalimliğin yüreklerimize bir ağırlık bırakmaması, çaresizliğimizi yüzümüze vurup bizim kendimizle aramızı bozmaması mümkün mü? Değil elbet... Çaresiziz evet; ama insanız hala çok şükür. Zalimler ve şunca aşikâr kötülüğüne rağmen zalimin yanında duranlar, pervasız kötülükleriyle bizim kendimiz için yapamadığımız kadar 'insan' gösteriyor bizi. Çok şükür ki öyle... Çok şükür ki, içlerinin karanlığı yüzlerine vuran bu insanlar gibi değiliz. Hiçbir şey yapamasak da Gazze'de açılan her masumiyet yarasıyla birlikte yüreğimiz yanıyor hala! 

Biraz arşivimi karıştırdım, on yıl önce hemen hemen bugünlerde yine aynı dert ve çaresizlikle bugünküne çok benzeyen şeyler yazmışım. Ne kadar kahredici değil mi, aradan on koca yıl geçmiş ve bugün hala her şey aynı... Gazze'de, Filistin toprağında yaşayan insanlar, o güzel kardeşlerimiz hala aynı yiğitlikle, aynı kocaman yürekle meydan okuyor zalime ve aynı imanla sığınıyor Allah'a... Biz yine aynı çaresizlikle kahrolmakla meşgulüz, görünmez tırnaklarımızı geçiriyoruz her gün kendi tenimize. İsrail aynı, hayır aslında aynı değil, çok daha fütursuz, çok daha kudurgan, çok daha azgın bir kötülükle saldırıyor masum insanların, çocukların, bebeklerin üstüne. 

O zaman da protesto gösterileri yapmışız, birtakım şeyleri boykot etmişiz. Ama sonra her şeyi unutmuşuz. Belki bugün on yıl öncesinden biraz daha kararlıyız. Belki bütün dünyada büyük bir uyanışa yol açmış İsrail'in bu artık herkesin gözüne soktuğu kötülüğü, sahtekarlığı, yalancılığı, zalimliği, yani sınır tanımayan siyonistliği... Her eleştirenin ağzına tıktığı 'antisemitist' suçlaması artık iş yapmıyor, dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse bu saçmalığa zerre kadar inanmıyor artık. Sokaklar, caddeler, meydanlar, kürsüler dolusu lanet yağıyor İsrail'e.  

Bunlar güzel ve belli ki dünya yeni bir uyanış sayfası açıyor. Ama korkmuyor da değilim; ya olayın harareti İsrail bir kez daha kuduruncaya kadar azalır, toz duman dağılır, yine unuturuz diye bütün bu olanları. Hep unutmadık mı? O aslında hiç sönmeyen yangın biraz küllenir gibi olunca biz de kendimize itiraf edemediğimiz bir rahatlama hissiyle dönmedik mi kendi boş meşguliyetlerimize. Sanki Gazzeli çocuklar güvene ermiş, sanki Filistin özgürleşmiş, sanki Mescid-i Aksa'nın üstündeki siyonist işgali ortadan kalkmış gibi... Hiçbir şey elde edemeden, hiçbir mevzi ya da mesafe kazanamadan, bedeli ödenmemiş, hak edilmemiş rahatlıklarımıza, zihin uyuşturan konforumuza, gamsız rutinlerimize koşar adım dönüvermedik mi çabucak? 

On yıl önce İsrail'in ateş kusan ölüm makinelerinden kurtulan Filistinli çocuklar bugün ellerine silah aldı, göğüslerini siper ederek zalime karşı topraklarını, varlıklarını, vatanlarını, insanlıklarını ve aslında bizim de insanlığımızı savunuyor. Onların çaresi var, hep oldu; çaresi olmayan biziz, bizim adını koymaya bir türlü yanaşmadığımız düşkünlüğümüz!  

Bombalar bu kadar çok patlamazken İsrail boş mu duruyordu, ev ev, sokak sokak işgal ediyordu Filistin toprağını. Evlerinden, yurtlarından, bağlarından bahçelerinden çıkarıyordu Filistinlileri. Gazze'nin etrafına ördüğü duvarlarla, uyguladığı acımasız yasaklarla hayatı yaşanmaz hale getiriyor, Filistinli çocukların geleceğini çalıyordu. Mescid-i Aksa'da namaz kılmalarına izin vermiyordu Müslümanların. Şehirlerin her yanına asker dikiyor, barikatlar kuruyordu. Her anı eziyet dolu kontroller, geçiş çileleri çektiriyordu o güzel ve sabırlı insanlara. Kafasına eseni tutukluyor, en kötü muamelelerden geçiriyordu. Biz böyle harareti nispeten düşük zamanlarda başlarımızı başka tarafa çevirip, kısa zamanda geyiğe saran boş tartışmalarla gün geçiriyorduk. Bir sonraki gün hatırlamadığımız saçma sapan lafazanlıklara harcıyorduk bütün vaktimizi. Gelecekte bu kadar çaresiz kalmamak adına hiçbir çare düşünmeden, hiçbir konuda hiçbir tedbir almadan, kendimizi, durumumuzu, imkanlarımızı ufacık dahi olsa geliştirmeden... Kötü giden şeyleri iyiye dönüştürmeye hiç kafa yormadan. Böyle zahmetlere, sıkıntılara hiç girmeden... Buharlaşan gündemlerle, tez zamanda unutacağımız sudan meselelerle, hiçbir faydası olmayan boş lakırdılarla hayat sürüyorduk. Ta ki İsrail yeniden azgınlaşıncaya, Filistin'de tutuşan yangınlar edinilmiş ve artık alışılmış çaresizliğimizi yüzümüze bir kere daha vuruncaya kadar... Derinlere itelediğimiz çaresizlikler yeniden su yüzüne çıkıncaya kadar... Bu çaresizlikler tabiatımızdan gelmiyordu oysa, edinilmiş çaresizliklerdi hepsi! 

 

Meraklarımız Bize Mi Ait?

Meraklarımız Bize Mi Ait
26 Temmuz 2024

Bu yazıyı kaleme aldığım günün gazetelerinin birinci sayfalarında Gazze neredeyse yoktu. Birinci sayfaların üst yarısında tek bir gazete bile herhangi bir Gazze haberine yer vermemişti. Gazetelerin bazıları aynı sayfanın alt yarısının dibine minik haberler girmişti. Gazze’yi kendi meselesi sayan gazetelerden bazıları yine birinci sayfanın alt yarısına toplamı çeyrek sayfayı geçecek birkaç haber girmişti. Bazı gazetelerin ana sayfalarında Gazze’ye dair hiçbir şey yoktu. Aynı gazetelerde Gazze ile ilgili toplam altı köşe yazısı yayınlanmıştı, bunlardan dördü aynı gazeteydi, bir tanesi de bendenize aitti.

Yine aynı gazetelerde Amerikan seçimleri ana sayfaların vitrin diyebileceğimiz üst yarısında (çünkü gazete bayilerinde gazetelerin o kısmı görünür haldedir) büyükçe yer kaplıyordu, Biden’ın adaylıktan çekilmesi sansasyonel bir haber olarak öne çıkarılmıştı. Konuyla ilgili epeyce de köşe yazısı vardı.

Biden ile ilgili haberlerin ‘beklenen sürpriz haber’ olarak öne çıkarılması bir yere kadar anlaşılabilir. Ancak Biden haberlerini çevreleyen, hatta bir kısmı sürmanşetten verilen dizi anonsları, futbolun transfer bombaları gibi magazin konularının Gazze’nin yer bulmakta zorlandığı sayfalarda bu kadar öne çıkarılmasını anlamak en azından benim için oldukça güç.

Gazze konusunda toplumsal alanda ilgi ve hassasiyetin düşmekte olduğu aşikar; bunu seyrekleşen eylem çağrılarından, azalan sosyal medya paylaşımlarından da anlayabiliyoruz. Kişisel bir gözlemim de var; yazdığım gazetede Gazze ile ilgili olarak kaleme aldığım yazılar, başka konularda yazdığım yazılara göre üçte iki daha az okunuyor, paylaşılıyor.

Bütün bunlardan Gazze’yi ilk günlere göre daha az merak ettiğimiz sonucu çıkar mı? Keşke çıkmaz diyebilsem! Ama bunu söylemenin sağlam bir dayanağını bulamıyorum. İnsanların yaşanan, baştan beri hiç hız kesmeyen ve çaresi de bulunamayan İsrail zulmü sebebiyle zihinsel olarak çok yorulduklarının farkındayım. Gayrı ihtiyari uzaklaşıyor, kendilerini sessizce başka meselelere atıyorlar. Çaresizliğin taşınmaz hale gelmesi gibi bir şey bu… Ancak yine de olmamalı. Gazze konusunda duyarlı herkes (duyarlı olmayanları ben kafamda nereye koyacağımı bilemiyorum doğrusu) meseleye ilgisini sürdürmeli, bu konuyla ilgili kamuoyu oluşturmaya kendi çapında katılmalı. İlgisizliğin insanî bir izahı olamaz.

Bu böyle!

Gazetelerin ilk sayfalarının benim zihnimde açtığı bir başka tartışma daha var. Acaba medya bizim ilgi ve meraklarımızı tespit edip ona göre mi muhtevasını oluşturuyor; yoksa bizler medyanın bize sunduklarından kendimize bir gündem mi çatıyoruz? Bu tartışma hep var zaten diyeceksiniz… Biliyorum ancak bu sorunun cevabı giderek daha ciddi, daha hayati bir boyut kazanıyor.

 

Açalım meseleyi biraz… 

Yine söz konusu gazetelerin ana sayfalarında manşet olan konu, yani Biden’ın adaylıktan çekilmesi meselesi bizim toplumumuzun gerçekten Gazze meselesinden daha fazla mı ilgisini çekiyor? Sıcak bir gelişme olması bakımından öyle olsa bile, Amerikan seçimleri ile ilgili bu haber, Gazze haberine göre beş kat daha büyük verilmeyi hak ediyor mu? Bu kıyaslamayı küçük de olsa ana sayfasına Gazze haberi giren gazeteler üzerinden yapıyoruz elbette. Yukarıda ifade ettiğim gibi bazı gazetelerde Gazze hiç yok.

Amerikan seçimleri bütün dünyayı siyasi, ekonomik ve güvenlik bakımından etkiliyor, girmesi doğal denebilir. Ben de doğal buluyorum zaten; mesele Siyonist İsrail tarafından Gazze’de her gün onlarca masum insanın, çocuk yaşlı denmeden katledilmesinin beş kat daha az önemsenmesi. Bu doğal değil! Doğru çıktığına pek şahit olmadığım futbol haberlerinin ve dizilerle ilgili ıvır zıvırın yarısının yarısı kadar Gazze’nin medya ana sayfalarında kendine yer bulamaması gerçekten doğal değil. Dünyanın hiçbir yerinde değil; Türkiye’de hiç değil.

Biz mi medyayı etkiliyoruz, medya gündemini bizim yönelişlerimiz mi belirliyor? Yoksa medyanın kurguladığı gündem mi bizim ilgilerimizi belirliyor? Bu soruyu ısrarla, hatta inatla sormalıyız diye düşünüyorum. Gazze meselesi ya da bizim öz gündemimizde yer tutmayı hak eden meseleler, ki burada onlarcasını sayabilirim, eğer medyanın gündem kurgulamaları yüzünden zihnimizden kısmen ya da tamamen uzakta kalıyor, tutuluyorsa, bunu ciddi bir tehlike, çok temel bir problem olarak görmeliyiz. Medya bunu kasten de yapsa, yanlış ezberler yüzünden de yapsa durumun vahameti değişmeyecektir.

Biz medyayı etkiliyor ve bizim için gerçekten önemli meselelere gereken ilgiyi ve merakı göstermiyorsak, bu da daha az tehlikeli değil elbette. Ancak ilgisizlik ve meraksızlık noktasında bir şeyleri değiştirme, gayrete gelme, azmetme, harekete geçme imkanımız var her zaman. Ancak her gün içine girdiğimiz bir hazır gündemle günbegün şekillenmiş bir zihniyet yapısı, geri döndürülmesi çok zor şuur kayıplarına yol açabilir. Hele o hazır gündemler maksatlı biçimde bizi asli meselelerimizden uzak tutmak üzere kurgulanıyorsa zaman içinde zihinsel bir esaretten bile söz etmemiz gerekecektir.

 

Kitle iletişim araçlarının gelişmesi, tekno-devrimle çeşitlenen ve pratikleşen bu araçların dünyanın en ücra köşelerine kadar ulaşmış olması, ilgi ve meraklarımızın hayatımızın doğal çevresi içinde belirlenme imkanını ortadan kaldırdı. Bugün dünyanın her yerinde insanlar etraflarında olan biten ve kendi hayatlarıyla doğrudan ilgili şeyleri değil; medya ve sosyal medyadan akan ve doğrudan kendileriyle ilgili olmayan gündem konularını konuşuyor. Bu, sürekli uzağa bakan ve zaman içinde yakınına (ve kendine, kendi hayatına, insanlığına) körleşen bir insan modeli çıkarıyor ortaya. Bir tür hayatsızlık demek bu; yaşamayan, sadece gözünün önünden geçenleri seyreden bir insanlıktan söz ediyoruz. Önceliklerimizi kaybetmiş olmamız, şuur kaybına uğramamız ve bizi insan kılan değerlere yabancılaşmamız kaçınılmaz böyle bir tabloda. Tabii zihinlerimizin yönetilebilir, güdülenebilir ve uzaktan kontrol edilebilir hale gelmesi de mümkün olacaktır beraberinde.

Bu süreçlere kafa yoruyor muyuz, böyle şeylerden endişe duyuyor muyuz, bilemiyorum. Pek öyle görünmüyor ama manzara! Bir günün gazetelerine toplu olarak bakınca benim gördüğüm tablo endişe verici. Toplumsal hassasiyetlerin olması gereken yerlerde hazır bulunmadığı, medyanın bu hassasiyetleri gözetmediği ve içselleştirilmeye başladığımız bir yabancılaşma yaşandığı inkar edilemez biçimde ortada bana kalırsa. Böyle durumlarda, evet durum çok kötü ama hayat da devam ediyor bir yandan diyoruz ya… Bunu bir daha düşünelim derim! Hayat gerçekten devam ediyor mu; yoksa hayatın yerine konan bir kurguyu mu yaşıyoruz biz farkında olmadan?

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.