13 Kasım 2025
“Dünya o kadar kötü bir yer değil” diyen biri, gerçekten dünyayı tanımıyor mudur? Yoksa dünyanın özünde kötü bir yer olduğunu mu reddediyordur?
Dünyanın kötülüklerle dolu berbat bir yer olduğunu söylemek bir tür farkındalık göstergesi gibi oldu. Kötülükleri alabildiğine ifşa edenler “uyanmış” olduklarını, artık çocukça iyimserliklerden kurtulduklarını anlatır bu sözlerle. Onlara göre saf olmamak, hayatımızın kötülükle kaplı olduğunu görmekle başlar. Saklanacak bir yer kalmamıştır. O yüzden derler: “Kötülükleri gündemden düşürmemeliyiz.”
Ama gerçek bilgelik bu mudur? Daha önemlisi, iyilik için mücadele bunu mu gerektirir? Kötülükle başa çıkmak için sürekli kötülüklerden mi bahsetmeliyiz? Gerçekçilik kılığına girmiş kötümser dil, zihnimizin olumsuzu daha çabuk ayırt etme eğilimiyle birleştiğinde kötümser bir “uyanmışlık” performansı doğuruyor. Bu yazıda, önce popüler kötümserliğin kaynaklarına değinecek, sonra insanlık durumunun hiç de söylendiği gibi kötüye gitmediğini savunacağım.
Gerçekçilik kılığına bürünmüş kötümserlik
Bugün kötümserlik neredeyse bir ahlaki zorunluluk oldu. Kötümser olmak, farkında olmakla; umut taşımak ise aldatılmış olmakla eş anlamlı sayılıyor. Kötümser olmamak, en iyi ihtimalle safdillikle ilişkilendiriliyor. Daha da ötesinde, kötümser değilseniz vurdumduymaz, hatta işbirlikçi olarak damgalanabilirsiniz. Fakat “her şeyin kötü olduğunu, her şeyin kötüye gittiğini” söylemek, gerçekten de farkındalığımızı mı arttırır yoksa sadece bize konforlu bir alan mı sağlar?
Nietzsche, insanın çoğu zaman kendi ahlaki üstünlüğünü kötülüğü teşhis ederek kurduğunu işaret etmekle ne kadar haklıdır. “Ben kandırılmam” diyebilmek, “ben daha iyi görüyorum” demektir. “Ben kötülükleri gözden kaçırmam” demek pırıl pırıl bir ahlaki hassasiyetin olduğu anlamına gelir.
Dünyayı baştan sona kötü görmek, bir çeşit entelektüel asalete dönüşür. Artık bilgelik, hakikati değil, kötülüğü daha iyi tanıdığını göstermekle ölçülecektir. Uyarılmış olmak, üstün zekanın, bilginin, ahlaki üstünlüğün veya politik kıvraklığın açık bir göstergesidir. O yüzden sürekli uyarılmış bir bilince sahip olmanın erdemleri sinyallenir.
Modern dünyada bu bilincin büyüsüne kapılmak zor değil. Haber akışları, sosyal medya, tartışma programları, romanlar, filmler… Hepsi aynı “kimseye güvenme” mesajını bazen bangır bangır bağırır bazen kulağınıza fısıldar.
Her yardım gizli bir hesap içerir, her samimiyet bir maske takar.
Bir noktadan sonra kötülüğü fark etmek için içgörü yetmez; kötülüğe dair farkındalık bir alışkanlık haline gelmelidir.
Distopyalarda güvenin ters yüz edilişi
1984, Black Mirror, Damızlık Kızın Hikayesi neden bu kadar ilgimizi çekiyor? Çünkü hepsi aynı korkuya sesleniyor. Ya güvenilecek kimse kalmadıysa?
Orwell’in romanında insanlar birbirini ihbar eder; dostluk bile gözetim aracına dönüşür.
İyilik, bir zaaf gibi görünür. Distopyaların büyüsü de burada saklıdır aslında. Kötülüğü yüceltmezler ama iyiliğe inancımızı yavaşça kemirirler.
Her günkü gerçekliğimiz de buna benzemez mi biraz?
Yani sürekli uyanık olmamız, aslında bizi bir anlamda körleştirir. Eleştirel akıl bir noktadan sonra olumsuzlukta konfor bulur. Eleştiri, gerçekleri anlamayı ve öğrenmeyi hedefleyen bir akıl yürütme olmaktan çıkar, kişinin egosunu besleyen bir araca dönüşür. Bilirsiniz, oturduğunuz yerden eleştirmek ne kolaydır. Size bir zararı da yoksa hem ne tatlı. Ama ne pahasına?
“Her şey çürümüş” demek, artık bir düşünme biçimi değil, bir entelektüel statü göstergesi olur bu bağlamda. Kötülüğü görmek, kendini “akıllıların tarafında” konumlandırmanın en kolay yoluna dönüşür. Kötülüğü görmek, “iyiler safında” yer aldığını zahmetsizce gösterir. İyiliği savunmak zorunda kalmadan, alternatif sunmadan, çözüm önermeden kötülüklerden yakınmak, isyan etmek, kötülere savaş ilan etmek ah ne kahramancadır.
Ama sadece kötülüklere odaklanmak, iyiliğin alanını işgal etmez mi sonunda?
Sürekli şüpheyle yaşamak, iyiliğin yayılması için en gerekli şeyin yani güvenin kökünü kurutmaz mı?
Olumsuzluk eğilimi
Psikolojide olumsuzluk eğilimi (negativity bias) olarak adlandırılan bir fenomen var. İnsan beyni kötü haberlere, olumsuz deneyimlere daha güçlü tepki verir. Bir övgüyü çabuk unuturuz ama bir hakaret yıllarca kafamızda döner durur. Kalıtsal olarak bu, tehlikelerden korunmak için geliştirdiğimiz bir uyarı sistemi olarak görülebilir. Kötü olanı unutma ki tekrar karşılaştığında etkilerinden kaçınabilesin. Ama modern çağda bu sistem sürekli çalan ve nereden kapatılacağını bilmediğimiz bir yangın alarmına dönüşmüş durumda. Alarmın neden çaldığı unutuluyor ama alarm hala aralıksız çalıyor. İşte bu modern zihin artık iyiliği görmeye enerji harcamıyor, her yerde ve her şeyde sadece tehdit arıyor.
Ne var ki sürekli kötülük beklemek bizi kötülükten de korumuyor; yalnızca sürekli bir korku sağlıyor. Sonuçta, kötülükleri görmede ustalaşırken, iyilikleri görme yetimizi de kaybediyoruz.
Kötülükleri görmeye çalışırken yorulan ahlak kaslarımız, iyilikleri algılayamaz hale gelmiştir. Her iyi davranışın ardında bir çıkar olmasını bekler, her samimiyetin içinde hesap ararız. Kimseye güvenmez ve bu sırada da kimseye güven vermeyi öğrenemeyiz. Kötülüğü teşhis etmekle başlayan bu süreç, sonunda hiçbir şeye ve kimsenin iyiliğine inanmamaya dönüşür.
İyiliğin yorgunluğu
Sürekli kötülüklerle kuşatılmış bir dünyada yaşadığını düşünen insan, iyilik yapmayı da gereksiz bulur. Bir kötülüğü fark etmek için çok çaba harcamazsın; ama iyiliği sürdürmek sabır, güven ve ısrar ister. İyilik yapmak kadar iyilikleri görmek de yorucudur. İşte bu yüzden kötülük, gücünü doğrudan kendi varlığından çok iyiliğin yorgunluğundan alır.
Güvenin çöktüğü yerde ahlak da çöker.
Kimse kimseye inanmadığında, kimse iyi olmaya gerek duymaz.
İyiliğin imkansız göründüğü bir yerde, kötülük sadece doğal hale gelir.
Bu yüzden kötülük, iyiliği yiyerek büyümez; onun olmadığı yerlere kök salar.
Kötülükle ilgili konuşmanın bir tür kimlik beyanına dönüştüğünü Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak’ta çok erken fark etmişti.
Başkalarının acısını izlemek, bazen onları anlamaktan çok duyarlılığımızı göstermek içindir.
Bir savaş fotoğrafına bakarken aslında “ben bundan rahatsız olabilen biriyim” diyebiliriz.
Kötülüğü görmek empatik bir davranış olmaktan çıkıp bir performansa nasıl dönüşür? Herkesin bir dakikalığına ünlü olabileceği günlere nasıl geldiysek öyle. Herkesin sosyal medya hesaplarında performansını ücretsiz bir şekilde sergileyebilmesi nasıl mümkün olduysa öyle.
Görmek yerine “görmüş olmak” ne zaman daha önemli hale gelmiştir? Tabii ki değişmeye ihtiyaç duymadan istediğimiz kılığa her an bürünebileceğimizi fark ettiğimiz zaman.
Bu performansın bir de toplumsal yüzü var. Bourdieu’nun kullandığı anlamda, eleştirel farkındalık da bir tür kültürel sermayedir. Kötülüğü görebilmek, kimi zaman kötülükten etkilenmeyecek kadar ayrıcalıklı bir konumun göstergesidir. “Dünya kötü bir yer” derken, aslında çoğu kez “ben o kötülüğün içinde değilim” demek ister “uyanmış kişi”.
İşte bu kötümserlik, bilgelikten çok konforun dilidir. Uyanmış kişi, kötülüğün iktidarını ilan eder. Kendisi kötülük sevmez ve istemez. Ama başkalarının kötülüklerine de asla sessiz kalacak değildir. Ne kadar eleştiri o kadar farkındalık. Ne kadar farkındalık o derece üst düzey bir uyanmışlık.
Umut etme cesareti
Kötümser konforun dili bu kadar yaygın ve güçlüyken Rutger Bregman’ın Çoğu İnsan İyidir’deki tezi oldukça sıradışı ve sarsıcı gelir. Bregman felsefede uzun süredir egemen olan "insanın özünde bencil ve kötü olduğu" fikrine (genel olarak Thomas Hobbes'un bakış açısı) meydan okuyarak yola çıkar ve insanların iş birliği, nezaket ve güven aracılığıyla dünyaya yayıldıklarını, geçmişten ders çıkararak geleceği kuran bir özsel iyiliğe sahip olduklarını savunur.
Bregman’ın tezi, naif bir iyimserlik değil; tarihten, psikolojiden, hatta felaketlerden çıkarılmış bir sonuçtur. Depremler, savaşlar, krizler... İnsanların büyük kısmı, tam da en kötü anlarda dayanışmaya yönelir. Bregman’ın gösterdiği gibi, insanlığın çoğu için iyilik istisna değil, görmezden gelinen normdur. Biz kötülüğü abarttıkça, insan doğasının yardımlaşma, empati, adalet arayışı gibi asıl güçleri arka planda kalır.
Steven Pinker da Enlightenment Now kitabında dünyanın kötüleştiğine dair yaygın inancı tersine çeviren çarpıcı bir tablo çizer. Ona göre veriler, insanlık tarihinin büyük ölçekte bir iyileşme hikayesi olduğunu gösterir: Cinayet, savaş ve terör oranları uzun vadede azalmış; ortalama yaşam süresi iki yüzyılda iki katına çıkmış; yoksulluk oranı dramatik biçimde düşmüş, okuryazarlık, eğitim ve bilgiye erişim her kuşakta artmış; temel hak ve özgürlüklerin alanı genişlemiştir. Bu istatistikler, dünyayı bütünüyle karanlık gören sezgimize meydan okur. Elbette Pinker’ın çizdiğini eksiksiz bir iyimserlik tablosu olarak okunmak zorunda değiliz. Bunu daha çok, insanın kötülüğe odaklanan bilişsel alışkanlıklarına karşı bir denge uyarısı olarak görebiliriz. Derinlerde, barışın ve huzurun Gazze’lilere layık görülmemesi, ekonomik büyümenin dünyada eşitsiz dağılımı, iklim krizi, anlam kaybı ve toplumsal yalnızlaşma gibi sorunlar hala yatar. Yani Pinker’ın iddiaları, insanlığın daha iyiye gittiğini değil, bütün olumsuzluklara rağmen iyiliğin hala işlemekte olduğunu gösterir. Bu önemli bir farktır; çünkü kötülükler göz önünde yaşanır, ama iyilik çoğu zaman işini sessizce görür ve sessiz olan her şey gibi, varlığı ancak kaybolduğunda fark edilir.
Demek ki kötülüğü bu kadar iyi bildiğimiz için değil, iyiliğe kulak vermediğimiz için kötülük daha yaygın görünüyor. Ve iyiliğin de kötülük kadar yaygın olduğuna inanmayı unuttuğumuz için de umut etmeye cesaretimiz yok.
İyilik için direnmek
İyilikten söz etmek, kötülüğü görmezden gelmek değildir.
Aksine, iyilikleri görmek ve göstermek kötülüğün görünürlüğü karşısında iyiliğin üstünlüğünü savunma biçimidir.
Kötülüğü sürekli ifşa ederek anlayamayız, ama kötülüğün içinden bile iyi olmanın yollarını açığa çıkarabiliriz.
Gerçek farkındalık, kötülüğe değil, her yerde ve her zaman iyiliğin mümkün olduğuna dikkat kesilmekle başlar.
Dünyayı kötülüğüyle tanımak kolaydır; çünkü kötülük gürültülü yapar.
Ama dünyayı hala iyiliğe yer açabilecek bir yer olarak görmek, direnme cesareti ister.
Bu cesaretin kaynağı, Bregman’ın da vardığı sonuçtaki gibi, insana dair umudu sürdürmekte yatar.
İyilik için direndikçe göreceğiz ki, kötülük, iyiliğin olmadığı yerde değil, iyiliğe dair inancın zayıfladığı, insanların birbirine olan güvenlerinin azaldığı ve en çok da iyiliklerin konuşulmadığı yerde yayılmaktadır.





devamını oku daha az oku
verdi, konferanslarda bildiriler sundu. Şu an Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğretim üyesidir.