Dünyaya kendi bakış açımızdan bakıyoruz. Çünkü deneyimlerimiz bize özel bir noktadan anlam kazanıyor. Kimse tam olarak bizim gibi yaşamıyor hayatı. En yakınlarımızla bile bakış açımız kaçınılmaz olarak birbirinden farklı. Deneyimlerimiz bize has ve biricik. Öyleyse iç dünyamızda yalnız mıyız? Ne yaparsak yapalım aslında anlaşılmayacak mıyız? 

Deneyimin biricikliği, Thomas Nagel ve Quine’ın düşünce deneylerinde gösterdikleri üzere bizi öznelliğimize hapsediyor gibidir. Algılarımızın öznelliğine vurgu yapan birçok filozofun da bu görüşü desteklediğini görürüz. Ancak Wittgenstein’ın dilin kullanımına dair akıl yürütmesi, başkalarını anlamayı ve başkaları tarafından anlaşılmayı tekrar tanımlayarak kendimize hapsolmadığımızı gösterir. 

Deneyimin biricikliği

Thomas Nagel, ünlü makalesinde bir yarasa olmanın neye benzeyebileceğini sorar. Bu sorunun cevabını bilebilir miyiz? Ona göre başka bir canlının öznel deneyimini anlama konusunda doğal sınırlar vardır. Eğer bilinç, temelde belli bir bakış açısına bağlıysa, tüm bilimsel bilgilerimize rağmen, bir yarasanın dünyayı nasıl deneyimlediğini tamamıyla bilemeyiz. Her zaman bilinmeyen bir yan kalır. 

Yarasalar, dünyayı insanlardan çok farklı bir şekilde ekolokasyon ile algılıyorlar. Nagel da bu yüzden yarasa örneğini kullanıyor. Ekolokasyonun nasıl işlediğini bilimsel gözlemler aracılığıyla anlayabiliriz ama dünyada ekolokasyonla nasıl yol izlenir ve dünya bu şekilde nasıl algılanır bilemeyiz. Bu bilişsel boşluk, öznellik sorununun altını çizer; bir canlının beyni veya davranışları hakkında nesnel olguları anlamak onun “kendi olduğu” öznel deneyimini anlamak demek değildir. Başkasının bilincinde dışarıdan “ulaşılamayan” yanlar vardır. 

Nagel’ın dediği doğruysa, bilincin bazı yanları başka bir şeye indirgenemeyecek kadar özneldir. Ve yine eğer dedikleri doğruysa, zihnin tamamen fiziksel olduğu görüşü ve bilimin her şeyi açıklayabileceği tezi de zayıflar. Ancak bir o kadar önemli soru şudur: Bir canlı tür başka bir türün içsel hayatını tümüyle anlayamıyorsa, türün içindeki üyelerin birbirlerini anladığını nereden bileceğiz? Buna göre, deneyimin bir yanı biriciktir ve aktarılamaz. Peki bu aktarılamaz olan şey, türün içinde de aktarılamaz değil midir? Bir yarasa diğer bir yarasayı, bir insan diğer bir insanı tümüyle anlayabilir mi? 

 

Aynı türün içindeki bireylerin birbirini anlamalarındaki zorluğa işaret etmek için bir başka filozofun düşünce deneyini hatırlayabiliriz. Quine, bir antopoloğun yerlilerin tavşan görünce söyledikleri gavagai sözcüğünü duyduğunu söyler. Antropolog bu sözcüğü önce tavşan olarak çevirecektir ama bunun için delili yoktur. Gavagai, tavşan demek olabileceği gibi, tavşanın bir parçasının veya tavşanın kopmuş kuyruğunun veya kaçan bir canlının görünüşünün veya bunun gibi oradaki gözleme uygun sayısız şeyin adı olabilir. Quine’a göre, ne kadar gözlem yapılırsa yapılsın, gavagai sözcüğünün tam anlamı bilinemeyecektir çünkü yapılan çeviri her zaman gözlemcinin arka plandaki varsayımlarına ve kavramsal çerçevesine dayanır. Bu yüzden çevirinin belirsizliği olarak adlandırdığı bu durum dolayısıyla Quine, anlamlı kelimelerin, dünyadaki nesnelere doğrudan bağlı olduğu fikrine karşı çıkar. Eğer anlamlı kelimeler, bizim kavramsal çerçevemizde şekilleniyorsa, farklı diller arasında ve bir dilin farklı kullanıcıları arasında kesin çeviri olması imkansızdır. 

Bu durumda, aslında bir insanın diğeriyle anlaşması da imkansız değil midir? Hem Nagel hem Quine, öznel deneyimlerimizin biricikliğinden yola çıkarak, birbirimizi anlamak için kullandığımız araçların oldukça sınırlı olduğunu ve anlaşılmayan şeylerin hep kalacağını söylüyorlar. Eğer haklılarsa, içimizdekileri tam anlamıyla aktarmamız mümkün olmadığı için, başkası tarafından tamamen anlaşılmamız da mümkün değil. 

Modern felsefede, bu sonucu destekler nitelikte görüşler az değildir. Schopenhauer kör irade ve akıldışı arzuların öznel tasavvur oluşturduğunu söyler. Husserl gerçekliği tümüyle öznel bilinçle algıladığımızı iddia eder. Nietzsche tüm olgusal ve ahlakî doğruları biricik deneyim ve arzulardan kaynaklanan perspektifle açıklar. Sartre bireysel tercihlerle kendimizi yaratma sürecinde nesnel hakikat ve anlamı reddeder. Öznelliğin bize dayattığı sınırları ve öznel deneyimin ötesindeki dünyanın bilinemezliği böyle farklı şekillerde ifade edilmiştir. Ama aynı zamanda bunlar, birbirimizle yani özneden özneye anlaşmanın da imkansız olduğunu söylemiş olmaktadırlar. Dünyayı anlayamıyorsak, dünyanın bir parçası olan diğer insanları yani birbirimizi nasıl anlayabiliriz? 

Kişiye özel kutu

Neyse ki söylenenleri biraz dikkatli incelersek bir çıkış yolu görünür. Aslında Quine, çevirinin belirsizliği tezinde bu çıkışa bir göndermede bulunur. Evet, konuşmalar birbirine tam olarak çevrilemez ama dili ilk başta anlaşılır kılan birlikte yaşamak, deneyimleri paylaşmak, aynı nesneleri ortaklaşa kullanmaktır. Demek ki, birlikte yaşayan, deneyimlerini paylaşan ve çevresindeki nesneleri ortaklaşa kullananlar yavaş yavaş bir dil kurmaya ve anlaşmaya başlarlar. Aksi halde, yukarıda saydığımız filozofların iddiaları da dahil olmak üzere hiçbir şeyi anlayamaz halde olmamız gerekirdi. 

 

Anlaşılma noktamızı daha iyi nasıl tarif edebiliriz? Wittgenstein, kutudaki böcek analojisiyle imdadımıza yetişir. Wittgenstein’ın iddiasına göre, içsel dünyamızda -öznel deneyimde- yaşanan şeylerin anlamı da dışarıdan gelmektedir. 

Bu düşünsel deneyde Wittgenstein, herkesin içindekine böcek adını verdiği bir kutusu olduğunu düşünmemizi ister. Kimse kimsenin kutusuna bakamamaktadır. Bu durumda, herkes sadece kendisinin böcek dediği şeyi bilmektedir. Zamanla, kutunun içinde ne olduğunun önemi kalmaz çünkü insanlar kutunun içindekileri karşılaştırmadan böcek sözcüğünü kullanmaktadırlar. Sözcüğün anlamı, ortak dilde insanların onu nasıl kullandığıyla belirlenmiştir. Ortak olmayan, diğerlerine kapalı deneyimlerle değil. 

Wittgenstein bu deneyle, ağrı veya duyum gibi içsel deneyimleri betimleyen kelimelerin anlamını kişiye özel ve başkalarından gizli bir algıdan değil, paylaşıldığı haliyle ortak bir bağlamda kazandığını gösterir. Anlamın özü, dilin toplumda kullanımında yatar, öznel ve özel deneyimlerde değil. Dilsel uygulamalar, sözcükleri nasıl kullandığımıza göre deneyimlerimiz hakkında konuşmaya izin vermektedir. Bu da demektir ki, öznel durumlar, nesnel dilde ifade edildiğinde anlaşılırlar. Tek başımıza ağrı çekeriz, ama yaşadığımız toplulukta ona “ağrı” dediklerini öğrendiğimizde anlaşmaya başlarız. Çünkü ağrıya verdiğimiz tepkiler az-çok aynıdır! İlaç aldığımızdaki rahatlama, ağrı hakkındaki metaforlarımız benzerdir! 

Eğer kutudaki böcek deneyi doğruysa, öznel deneyimlerimizi dile getirdiğimizde birbirimizle anlaşabiliyoruz demektir. Hatta tamamıyla gizli veya kişiye özel sandığımız deneyimlerin bir adı varsa onları da kaçınılmaz olarak aynı dili konuştuğumuz insanlarla paylaşıyoruz. Önemli olan aynı dili konuşup konuşmadığımızı kestirebilmek. 

Anlaşılmaz değiliz

Öznel deneyime hapsolmuş değiliz. Dünya ve içindekiler, diğer insanlarla beraber, bize sadece baktığımız perspektiften görünüyor olabilir. (Nietzsche yanılıyor değildi!) Ama perspektiflerimiz, Quine’ın işaret ettiği ortak yaşantılar ve Wittgenstein’ın söylediği dildeki kullanım sayesinde birleşir. Aslında bir iç dünyamız varsa bu, dış dünyada insanların anlaştığı bir dilin olduğu içindir. Dil, anlaşmanın sonucu olarak ortaya çıkmıyor; anlaşma dilde gerçekleşiyor. Bu da yaşantımızı, olaylara karşı tepkilerimizi, jest ve mimiklerimizi, birbirimize karşı davranışlarımızı, kısaca deneyimlerimizi paylaşmakla mümkün. Konuşmak, dile getirmek, anlamaya çalışmak, -terapiye gitmek de dahil olmak üzere- anlatmak, dinlemek, dinlediğini göstermek, dinlerken tepki vermek, tepki verildiğinde onaylamak gibi sayısız yöntemle, kendi kutumuzda ne olduğunu başkasından öğrenmeye çalışıyoruz.