03 Haziran 2025
ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack’ın da ifade ettiği gibi: “Batı, bir asır önce haritalar, manda yönetimleri, çizilmiş sınırlar ve yabancı yönetimler dayattı. Sykes-Picot Suriye'yi ve daha geniş bir bölgeyi barış için değil emperyal kazanç için böldü. Bu hata nesillere mal oldu. Bunu bir daha yapmayacağız.” ifadesi hem tarihsel bir öz eleştiriyi hem de ABD’nin yakın dönemde Orta Doğu’ya yönelik dış politikasında söylemsel bir değişimin yaşanabileceğini ortaya koymaktadır.
Barrack’ın vurguladığı bu dönüşüm, Batı’nın geçmişte bölgeye çizdiği yapay sınırların ve müdahaleci düzenlerin artık sürdürülemez olduğuna işaret etmektedir. Onun sözleri, yalnızca bir diplomatik açıklama değil, aynı zamanda Orta Doğu’da sınırların nasıl ve neden şekillendiğini anlamak açısından tarihsel bir arka plana yönelme ihtiyacını da gündeme getirmektedir. İşte bu yazı, tam da bu ihtiyaca yanıt vermeyi amaçlamakta; Orta Doğu’daki sınır meselelerinin tarihsel, jeopolitik ve kolonyal arka planını bütüncül bir çerçevede ele alarak, bölgedeki kırılgan yapının kökenlerine dair kapsamlı bir analiz sunmayı hedeflemektedir.
Modern Orta Doğu’nun sınır meseleleri, tarihsel olarak dış müdahaleler, sömürgecilik (kolonyalizm) ve emperyal nüfuz stratejileri temelinde şekillenmiştir. Esasında günümüzdeki uluslararası sınırların birçoğu son üç yüzyılda çizilmiştir. Avrupalılar önce Avrupa’nın sınırlarını, daha sonra Amerika ve Afrika’nın sınırlarını, son olarak Orta Doğu coğrafyasının sınırlarını belirlediler. Bugün bölgeyi saran istikrarsızlıkların kökleri, yaklaşık bir asır önce cetvelle çizilmiş sınırlara ve bu çizimlerin ardındaki siyasi ve ekonomik planlara kadar uzanır.
Sykes-Picot Anlaşması
İngiltere ve Fransa'nın 1916’da imzaladığı Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı sonrası fiziki ve siyasi haritanın dış müdahale yoluyla yeniden düzenlenişini temsil eder. Bu süreç, 1920 San Remo Konferansı’nda manda yönetimlerinin ilan edilmesiyle daha kurumsal bir çehre kazanmış ve yerel halkların iradesi dışında bir siyasal düzen dayatılmıştır. Çizilen sınırlar ne bölgesel demografiyi ne tarihsel bağları ne de kabilevi gerçeklikleri dikkate almış; tamamen Avrupalı güçlerin çıkarlarını ve etki alanlarını güvence altına alacak şekilde tasarlanmıştır. Dolayısıyla, Orta Doğu’ya çizilen bu yapay sınırlar, günümüze kadar süregelen siyasi kırılmaların temelini oluşturmuştur.
Sykes-Picot Anlaşması, Orta Doğu’yu barış ve istikrar temelinde değil, Avrupalı devletlerin siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda bölen bir anlaşma olarak kabul edilmektedir. Anlaşmada Fransa, Suriye, Lübnan, Filistin, Kilikya ve Musul bölgesini; İngiltere ise Bağdat, Basra, Hayfa ve Akka limanlarını talep etmiştir.

1919 Paris Barış Konferansı’nda bu görüşler büyük ölçüde kabul görmüş, İngiltere ve Fransa’nın etki alanları uluslararası düzeyde yeniden şekillendirilmiştir. Esasında İngiltere’nin özellikle Hindistan’a giden ticaret yollarını ve Süveyş Kanalı’nı güvence altına alma arzusu, bölge siyasetini doğrudan etkilemişti. Bu kapsamda 1878'de Kıbrıs, 1882'de ise Mısır işgal edilmiştir. Bu tür askeri ve idari müdahaleler, kolonyalizmin tipik örneklerini oluşturur. Fakat bu müdahalelerin altında yatan stratejik akıl, esasen bir emperyal kontrol mekanizmasının parçasıdır.
Irak; Musul, Bağdat ve Basra vilayetlerinin birleşimiyle oluşturulmuş ve sınırları İngiltere’nin ticaret ve güvenlik öncelikleri doğrultusunda şekillendirilmiştir. 1921 Kahire Konferansı’nda Ürdün’ün sınırları çizilmiş ve Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah başa getirilmiştir. Bu kararlar, yerel halkın siyasi iradesinden çok, İngiliz diplomatların (Sir Percy Cox ve ekibi) ve uzmanların değerlendirmeleriyle alınmıştır. Irak için de Faysal’ın en uygun lider olacağı kararı da yine Londra merkezli bir siyasal mühendisliğin sonucudur. 1922 Uqair Anlaşması ile ise Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt sınırları çizilmiş, tarafsız bölgeler oluşturulmuştur. Ancak bu bölgelerdeki petrol rezervlerinin keşfi, ilerleyen yıllarda söz konusu alanların kim tarafından yönetileceği sorusunu daha da karmaşık hale getirmiştir.
Orta Doğu’nun sınır inşasında sadece fiziksel işgal değil, aynı zamanda diplomatik manipülasyonlar da rol oynamıştır. Bu bağlamda İngiltere'nin Araplara yönelik verdiği çelişkili vaatler öne çıkar. MacMahon-Şerif Hüseyin yazışmaları, Araplara geniş bir krallık vaat edildiğini ortaya koysa da bu vaatlerin büyük ölçüde muğlak ve zaman kazanmaya dönük olduğu anlaşılmaktadır. MacMahon, İngiltere adına Arapları Osmanlı’ya karşı ayaklandırmak istemiş, fakat sonrasında verilen sözler yerine getirilmemiştir. Bu da emperyalist diplomasinin, doğrudan işgal kadar yıpratıcı bir araç olabileceğini göstermektedir. Aynı dönemde hazırlanan Bunsen Komitesi Raporu, İngiltere’nin Osmanlı sonrası Orta Doğu’ya dair stratejik önceliklerini belirlemiş, etnik, dini ve ekonomik faktörler ışığında bir bölgesel harita sunmuştur. Rapor, resmi olarak kabul görmese de önerileri sonraki politikalara yön vermiştir.
Tüm bu süreçlerin sonunda ortaya çıkan devletler, kolonyal yapılar tarafından şekillendirilmiş; halk temelli meşruiyet yerine dışarıdan sağlanan iktidar zeminine dayandırılmıştır. Bu durum devletlerin kırılganlığını artırmış; birçok yerde “rejim” ile “devlet” özdeşleşmiştir. Devlet aygıtları Batı’dan ithal edilen kurumsal kalıplarla şekillendirilmiş, yöneticilerin isteklerine göre toplum yapısı, ekonomik kalkınma ve eğitim modelleri geliştirildi fakat yerel toplumsal yapılar bu modellere uyum sağlayamamıştır. Bu uyumsuzluk, devletin hem içte hem dışta sürekli meşruiyet krizleri yaşamasına neden olmuştur. Özellikle sınır bölgelerinde yaşayan kabilelerin bölünmesi, ulusal kimlik projelerini daha da zorlaştırmıştır. Yerli halklar, yeni oluşturulan sınırlara ve ulus-devlet paradigmasına genellikle mesafeli yaklaşmıştır. Yöneticiler, bölünen toplumları ve toprakları bir araya getirmeye yönelik ideolojiler ve değerler ortaya çıkartarak meşruiyetlerini sağlamaya çalışmıştır.
Ülkeler arası anlaşmazlıklar
Petrol, bu sınır meselelerinin sadece jeopolitik değil, aynı zamanda ekonomik bir boyut kazanmasına yol açmıştır. 1960’lardan itibaren Orta Doğu’nun birçok bölgesi enerji kaynakları açısından önem kazandıkça, daha önce göz ardı edilen sınır ihtilafları yeniden canlanmıştır. Irak-Kuveyt, Suudi Arabistan-Katar, Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn-Katar gibi ülkeler arasında yer altı kaynaklarına erişim bağlamında yoğun tartışmalar yaşanmıştır. 1973 petrol kriziyle birlikte enerji kaynakları birer jeopolitik koz haline gelmiş, sınırlar ise bu kozun etrafındaki mücadele alanları olarak yeniden tanımlanmıştır.
Orta Doğu’daki sınırlar sadece toprak parçası üzerinde değil, kimlik ve aidiyet üzerinde de belirleyici olmuştur. Orta Doğu’da sınırlar politik anlama sahip olduğu için zihinsel algılar olarak hareket etmiştir. Westphalia sistemine dayanan modern sınır anlayışı, Orta Doğu’da çoğu zaman toplumsal gerçekliklerle uyuşmamıştır. Bölgede kimlik daha çok kabileye ve liderliğe bağlıdır. Toprak ikinci plandadır. Bu nedenle, sınırların sabit ve ulusal kimlikle örtüşmesi fikri, yerel halklar için genellikle anlamlı olmamıştır. Göçebe kabilelerin mevsimsel hareketliliği, sınırların geçirgenliğini artırmış ve devletlerin bu bölgelerdeki kontrolünü zayıflatmıştır. Orta Doğu’daki sınırlar bu yönüyle hem “sert” hem de “akışkan” bir nitelik taşır.
Deniz yetki alanları meselesi de bölgenin kronikleşmiş sorunları arasındadır. Kara sınırlarının büyük bölümü uluslararası düzeyde tanınsa da Basra Körfezi başta olmak üzere deniz alanlarında ciddi ihtilaflar sürmektedir. Irak’ın denize çıkışı oldukça kısıtlıdır; Ürdün’ün tek deniz bağlantısı ise dar bir kıyı şeridiyle sınırlıdır. Bu sınırlı erişim, enerji taşımacılığı, ticaret ve deniz güvenliği bağlamında rekabeti ve gerilimi artırmıştır. Günümüzde Körfez ülkeleri arasında 60’tan fazla deniz yetki anlaşmazlığı sürmektedir.
Bu sınır sorunları tarih boyunca gerilimleri, silahlı çatışmalara ve savaşlara da zemin hazırlamıştır. 1980-1988 İran-Irak Savaşı, 1990’daki Irak’ın Kuveyt’i işgali, Suudi Arabistan-Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan- Yemen (1995–1998) arasında yaşanan gerilimler doğrudan sınır ihtilaflarıyla ilişkilidir. Bu örnekler, sınırların sadece diplomatik sorunlar değil, doğrudan askeri müdahalelerin de gerekçesi haline geldiğini göstermektedir.
Tüm bu veriler ışığında, Orta Doğu’daki sınır sorunlarının temelinde hem kolonyal müdahaleler hem de emperyal güç politikaları yatmaktadır. Bölge devletlerinin sınırları büyük ölçüde dış güçler tarafından çizilmiş; bu çizimlerde bölge halklarının kültürel, sosyal ve ekonomik talepleri çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Özellikle İngiltere’nin 1960’larda Basra Körfezi’nden çekilmesi sonrası, bırakılan ikili sınır anlaşmaları komşu ülkeler arasında yeni krizleri tetiklemiştir. Bu anlaşmalar genellikle tek taraflı yapılmış ve diğer komşu aktörlerin sürece dahil edilmemesi, sınırların meşruiyetini sorgulatmıştır.
Sonuç olarak Orta Doğu’da sınırlar, sadece toprakları değil halkları, kimlikleri ve geleceği de şekillendiren yapay çizgiler olmuştur. Bu çizgiler, kolonyal müdahalelerin ürünü olarak ortaya çıkmış; emperyalist güçlerin çıkarlarını korumaya yönelik olarak sürdürülmüştür. Emperyal projeler sona ermiş gibi görünse de sınırların yarattığı yapısal sorunlar bugün hâlâ bölgesel istikrarsızlıkların temel kaynakları arasında yer almaktadır. Bu nedenle emperyalizmin haritası değişmiş olabilir, ancak sınırların yarattığı yapısal sorunlar hâlâ çözüm bekleyen bir miras olarak karşımızda durmaktadır.
devamını oku daha az oku
Doktorasını Marmara Üniversitesi'nde "Orta Doğu’da Devlet ve Sınır: Irak – Kuveyt İlişkilerinde Sınır Sorunları" üzerine yaptı. Orta Doğu siyasi tarihi, Türk Dış Politikası alanlarında çalışmaları bununan Doğan, Anadolu Ajansında çalışmalarını sürdürmektedir.