İstanbul’da bir cami…Belki 60-70 kişi, belki daha fazlası bir hocanın etrafında halka olmuş ders yapıyorlar. Dersin ana dili İngilizce. Fakat genellikle basit sarf-nahiv metinlerinden, üst seviye kelam derslerine kadar bir silsilede Arapça metinler üzerinden ders işleniyor. Oturulan mekan, oturanların ve hocanın kıyafetleri bir İslam ülkesinde olduğumuzu açıkça gösterse de diğer bütün unsurlar bu normalliği reddetmek için çabalıyor; yüksek teknoloji ürünü bilgisayarlar, kayıt cihazları, kimi öğrencide kablosuz kulaklıklar, oturuş ve kalkış düzeni, defterler, kalemler, yazı tipleri… Cami dışında Türkiye’den çok az unsurun bulunduğu bu tabloyu nasıl anlayacağız? Hele de bundan beş on sene öncesine kadar camide turist dışında Batılı görmeye alışmamış bu topraklarda ne değişti, neler yaşandı da böyle bir tablo karşımıza çıktı?  

Bu sorunun en öz cevabı Türkiye’deki ve bölgedeki gelişmeler. Fakat bu tabloyu nasıl anlayacağız? Türkiye gerçekten yükselen değer mi? İnsanlar umduğunu buluyor mu? İnsanların umdukları mı değişti? Bu görüntü biraz da kandırmaca mı? 

20.yüzyılda ilim merkezleri, mühtediler ve Rıhle rotaları 

Kemalist devrimlerin ortadan kaldırdığı bir gerçeği hatırlayarak konuya girmek yerinde olacaktır. Medreseler, 1924 yılında bütün eğitim kurumlarının tek bir çatı altında toplanmasını öngören Tevhid-i Tedrisat Kanunu yayınlanır ve bu kanun uyarınca medreselerin yenilenerek okullarda ortak bir müfredat oluşturulması yerine medreselerin tamamı kapatılır. Bu kapanış, 600 yıllık bir geleneği de büyük oranda bitirir. İstanbul, 19. yüzyılın ortalarına kadar birkaç yüzyıl boyunca İslam aleminde ilmi hareketliliğin merkezi olmuştur. 19. yüzyıl tecdid hareketleri ve aynı dönemde hem matbaanın hem de buharlı ulaşım araçlarının devreye girişi, İslam dünyası içinde bilginin dolaşım rotalarını etkileyerek Kahire, Şam, Hindistan, Mekke ve Medine gibi klasik İslami ilim merkezlerini yeniden talebelerin ilgisinin merkezine taşımaya başladı. 20.yüzyılın ilk çeyreğinde İstanbul ilmi merkez olma hüviyetini korurken aynı zamanda kendi içinde de reformlar yaşıyordu. 1924 ile beraber ulema hem medreseler hem de hilafetten oldu. Fakat kimi zaman camilerde, kimi zaman evlerde, kimi zaman tarlada veya bahçede bir şekilde talebe yetiştirmeye devam etti.   

İslam dünyası ve Türkiye’de müesses düzenler yıkılırken aynı gelişmeler Batı’da da Müslüman nüfusu artırıyordu.  İnsanların farklı sebeplerle büyük göçler etmek zorunda kaldığı Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında Avrupa ve Amerika’da ilk defa geniş Müslüman kitleler yaşamaya başladı. Ayrıca, beyaz Batılıların İslam’a ihtidaları görünmeye başlandı. İsveç’ten Ivan Agueli, Fransa’dan Rene Guenon, Almanya’dan Muhammed Esed… 

Müslüman olan ve Müslümanlıkları ile de etkin olan bu isimler, dini öğrenmek için seyahatlerde bulundular. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonuna kadar ihtida eden ve dinini öğrenmek için İslam dünyasına seyahatlerde bulunan insanların ortak özelliklerinden bir tanesinin, dini öğrenmek için gittikleri ülkenin Türkiye olmaması özelliğini söyleyebiliriz. 

“Dinin en öz halini bulmak” ve “en kadim kurumları bulmak” gibi iki değişkenin 20.yüzyıl boyunca (belki hala devam ediyor) insanların İslam’ı öğrenmek için seyahate çıkmadan önce dikkate aldıkları iki değişken olduğunu düşünüyorum. Bu iki değişken ile aklımıza gelen ilk yerler bellidir: Birinci değişken için Mekke-Medine, ikinci değişken için ise Mısır, Şam, Tunus, Fas, Irak, Yemen medreseleri/üniversiteleri. 68 kuşağının Doğu’ya yönelen Batılı gençleri arasında Müslüman olanlar, yönlerini klasik İslam beldelerine çevirir ve buralarda kısa-uzun soluklu eğitimler almaya başlar. Fakat aynı dönem, İslam dünyasında bir merkez kayması yaşanmaya başlamıştır. Körfez ülkelerinin maddi refahı petrol krizi sonrasında yükselirken 1979 yılında gerçekleşen İran İslam devrimi bölgeyi derinden etkiler. Artık İslam dünyasının hem çatışma bölgelerinde hem de maddi imkan arayan yerlerinde iki ana aktör vardır; Vahhabiler ve Şiiler. 

Levant ve Kuzey Afrika’ya karşı Basra Körfezi etrafındaki bu ülkeler 80’ler ve 90’lar boyunca kitaplar, dergiler, propaganda malzemeleri ile pek çok kişiyi etkilemeye ve Batı’dan insanların rotaları içine girmeye başlamıştır. Bu esnada kadim topraklarda artan hükümet baskıları nedeniyle bölge alimleri de daha mutedil bir sığınak olarak gördükleri körfez ülkelerine ve Ürdün’e doğru kaymaya başlar. Göç eden ulema beraberinde buralarda cazibe merkezleri oluşturur. Kardavi ise bunların en bilinenidir. 

79 sonrası değişen İslam dünyasının dengeleri yerini bulurken, dünya Müslümanlarının tamamını derinden etkileyen 11 Eylül saldırıları meydana gelir. Bu saldırılar Batı’da yaşayan Müslüman topluluklar için büyük bir kırılma yaratır. İşyerlerinde, hükümette ve insanların zihninde İslam imgesi tamamen değişir. İslam dünyasında ise Afganistan ve Irak’ın işgali başlarken Türkiye’den, Ürdün’den ve bu işgal dışında kalan diğer ülkeler farklı şekillerde “radikal olmadıklarını” göstermeye çalışır. Cihan Tuğal Türkiye’de bu dönemde (tabi ki Türkiye’nin kendi şartları ve değişkenleri etkisiyle) Pasif Devrim yaşandığını ileri sürer.  

Aynı etkiler alternatif eğitim olanaklarının da gelişmesine imkan tanır ve İslam, diğer dünya dinleri gibi, yeni gelişen sanal mecralarda önemli bir tartışma konusu haline gelir. Soru cevap siteleri, bilgilendirme amaçlı siteler ve nihayet ders siteleri hızlı bir şekilde yaygınlaşır. Bu sitelerde genellikle “akredite İslami kurumlar”da eğitim almış Batılı Müslümanlar dersler verse de klasik usulü online mecralarda sürdüren hocalar da bir etkinlik kazanır.  

2000’li yılların dünyada İslam karşıtı atmosferi, internetin yaygınlaşması gibi etkilerinin arasında liberal ve ılımlı Türkiye de sahada yerini almaya başlar. Türkiye’nin hiçbiri yeni olmayan kimi özellikleri gündeme gelmeye başlar. Farklı dinlerin bir arada yaşayabildiği bir ortam, hilafetin son bulduğu topraklar, önemli hocalar…vs. Bunların yanında 2000’li yılların Türkiye’sini öne çıkaran görece yeni özellikler de vardır; ılımlı bir ortam, modern araçlara ve altyapı hizmetlerine rahat erişim hem geleneksel hem modern bir atmosfer.   

Arap baharı, göçmenler ve yeni merkezler   

80 yıllık unutulmuşluğun üzerine her geçen gün İslam dünyasında adından daha da çok söz ettiren Türkiye’nin, muadilleri arasında öne çıkışı ise Arap Baharı sonrasında olur. Suriye ve Mısır’da başlayan protestolar buralara gitme arzusunda olan insanların yollarını keser. İlk elden öne çıkan alternatif ise Arapça konuşulması sebebiyle Ürdün olur. 1990’lı yıllardan itibaren sahip olduğu Batılı gettoları, İngiliz sömürgeciliğinin bakiyesi Batıya adapte sistemi ve pazarı ile Batılı pek çok mühtedinin ilgisini çeken ülkede 2010’larla beraber kurslar, dersler ve diğer pek çok aktivite açısından adeta patlama yaşanır.   

Fakat 2015 sonrasında Türkiye, artık ikinci yabancı dili Arapça olan bir ülke haline gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla hem Türkçenin hem Arapçanın rahatça konuşulabildiği hem geleneksel hem modern bir atmosfere sahip, Suriye-Halep kültür mirasının bir kısmını tevarüs etmiş bir tablo çizmeye başlar. Savaş ve göç sonrasında bir süre yol haritası çizmekte kararsız kalan Suriyeli ulemanın artık Türkiye’de yerleşik olacaklarına karar vermelerine binaen hem kendi aralarında hem de kamuya açık etkinliklere başlamaları da rüzgarı Türkiye yönüne değiştirir. Aynı zamanda ülkenin akredite nitelikli üniversiteleri ve üniversitelerin iyi hocaları da dikkat çekmeye başlar. 2016 yılında gerçekleştirilen darbe girişimi dahi insanların gelişini engelleyemez.   

Bu trendin bir noktasında tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs pandemisi patlak verir. Pandeminin sosyal hayatımızda, kendi hayatımıza dair düşüncelerimizde nasıl bir değişim yarattığını ancak zaman içinde anlayacağız. Pandemi etkisi ile Batıdaki Müslümanlar için özellikle forumlarda yükselen tartışma konularından bir tanesi “Farklı bir ülkeye hicret etmeli miyiz?”, “Hicret edilecek en iyi ülke neresidir?” soruları etrafında yaşanmış ve yaşanmaktadır. Yazılan yazılarda, konuşmalarda, sohbetlerde, insanların hibrit bir hayatı bekledikleri görülmektedir. Yani yaşadıkları yerden istifade etmek yanında, mevcut, alıştıkları düzeni de bir ölçüde sürdürebilmek arzusu baskındır. Bu “hedef” değişimi dikkate değer bir noktadır. Hatta hicretin değişen bir manasından bahsetmek bile mümkündür. Mevcut hayatı geride bırakarak bir yere göçmek anlamına gelen hicret yerine, bazı şeyleri alalım bazı şeyler kalsın mantığı baskındır. 

Yeni normaller ve İslami ilimler   

Bu hibrit hayatın bir kanadını da özellikle yaz aylarında artan eğitim hareketliliği oluşturur. Sadece 2023 yılında İstanbul’da, çoğunlukla anadili İngilizce olanlara yönelik onun üzerinde yaz okulu düzenlendi. Bu yaz okullarında giriş seviyesinde Arapça eğitiminden, farklı hocalardan üst düzey eğitimlerin alındığı ve kabul edilmek için çeşitli prosedürlerin uygulandığı EDEB yaz okuluna kadar pek çok program düzenlendi.  Ayrıca, iki ay boyunca dünyanın farklı yerlerinden, tahminen binin üzerinde öğrenci dersleri takip etti. Bu yaz okullarından bir tanesine İngiltere’den katılan Ahmed, Türkiye’ye temelli gelmeyi hiçbir zaman düşünmediğini fakat senelik tatilini Türkiye gibi bir yerde geçirmenin oldukça güzel olduğunu dile getiriyordu. Katıldığı derslerde meşhur ulemadan isimleri tanıma imkanı bulan Ahmed aynı zamanda bir süre Akdeniz ya da Ege kıyılarında tatil de yapabildiğini, bu nedenle benzer aktiviteleri takip ettiğini dile getiriyordu.  

Şimdiye kadar ele aldıklarımızı yazının başındaki sahne ile yeniden düşünecek olursak; Türkiye, ilim mirasının canlanması, maddi refahın artması, dini atmosferin genişlemesi gibi sebeplerle bir çekim merkezi olmasının yanında; uzun yıllar Batılı Müslümanlara kucak açmış ülkelerde yaşanan karışıklıklar sebebiyle, son yıllarda önemli bir çekim merkezi haline gelmiştir. Fakat Türkiye’nin yükselişe geçtiği dönem hem Türkiye’de hem dünyada bireyselleşmenin arttığı, internet kullanımının yükseldiği, sosyal ilişkilerin zayıfladığı bir zamana tekabül etmektedir. İnsanlar Türkiye'yi tercih etmekte, ancak burayı tercih etmelerinin bir sebebi Türkiye'nin özellikleri iken, diğer tarafı alıştıkları hayattan kopmamalarını sağlamalarıdır. Dolayısıyla insanlar hem buradadır hem de burada değildir. Gelirleri farklı yerlerdendir, dersleri ve ilişkileri farklı farklı yerlerdendir, hayatın önemli bir kısmı online mecralarda devam etmektedir ama bir kısmı da bu ülke topraklarındadır. Bu noktada rakamsal olarak değişen bir demografiden bahsetmek mümkün olsa da yine mevcut durum öncesinde benzerini pek görmediğimiz hibrit bir sosyalliğin de işaretini vermektedir. Bu sosyalliğin Türkiye toplumuna veya göçmenlere neler katabileceği, bu iki farklı suyun birbirlerine karışıp karışamayacağı, yeni ilişkilere gebe olup olmadığını ise her zaman olduğu gibi ancak zaman gösterecektir.