Eski ABD Başkanı George W. Bush, 11 Eylül saldırılarının birkaç ay sonrasında Ocak 2002’de yaptığı Birliğin Durumu konuşmasında, Iran, Irak ve Kuzey Kore`yi “şer ekseni ülkeleri” olarak tanımlayarak, bunlara karşı etkili politikalar uygulama sözü vermişti. 

ABD’nin Trump başkanlığı dönemindeki Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ise 2017 Nisan ayında yaptığı bir konuşmada, İran'ı Orta Doğu’da Amerikan çıkarlarını hedef almakla ve provokasyonla suçlamış, ayrıca “İran kontrol altına alınmazsa Kuzey Kore'nin izinden gidebilir” sözleriyle endişelerini dile getirmişti.   

Bu görüşler elbette Bush ve Tillerson’a has değil, bölge içinden ve bölge dışı çok sayıda siyasetçi ve uzman son yıllarda artan şekilde İran- Kuzey Kore bağlantısına dikkat çekiyor. Peki bu ilişkilerin temel dinamikleri nelerdir, arka planı ve tarihsel derinliği var mı, belirli alanlara mı özgü yoksa kapsamlı bir iş birliğini mi ifade ediyor ve elbette sürdürülebilir bir iş birliği modeli sunuyor mu? Bu soruların yanıtlarına biraz daha yakından bakmak, bu son derece ilginç iş birliğinin temel çerçevesini anlamlandırmak açısından faydalı olabilir.   

Bir savaş ve bir devrim: İki yalnız gücün doğuşu ve zorunlu yakınlaşması

Kuzey Kore ile İran’ın yakınlaşması şüphesiz iradi bir tercih ve diğer yüzlerce alternatif arasından yapılan rasyonel seçimler değildi, büyük ölçüde şartların zorladığı bir mecburi istikamet seçimiydi. Kuzey Kore -resmi adıyla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti-, II. Dünya Savaşı’nın ardından yarımadanın SSCB-ABD arasında nüfuz alanlarına bölünmesi neticesinde 1948’de kurulsa da, uluslararası toplumun gündemine gelmesi kuruluşundan birkaç yıl sonra, 1950-53 yıllarındaki Kore Savaşı’yla oldu. 85 yılı aşan bir varlığa sahip olan Kuzey Kore, Türkiye’nin de ABD’nin yanında asker gönderdiği bu savaştan sonra Batılı ülkelerin yaptırımlarına maruz kaldı. Bu dönemden itibaren Sovyetler Birliği ve bilhassa Çin’in politik ve ekonomik desteğiyle varlığını sürdürmek zorunda kaldı.  

İran ise Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Orta Doğu’da en önemli müttefikleri arasında yer alırken, 1979 Devrimi’ni takip eden süreçte Batı ile ilişkilerinde hızla sorunlar yaşamaya başladı. 1979’dan itibaren İran İslam Cumhuriyeti adını alan ülke de Kuzey Kore ile benzer bir yoldan geçerek hızla yalnızlaştı. Ayrıca ABD yaptırımları bu ülkeyi de doğrudan hedef aldı. 1980-88 yıllarında Irak ile yürüttüğü savaşa rağmen varlığını sürdürebilen İran, bugün itibariyle 45 yılı aşkın bir süredir İslam Devrimi’ni yaşatmayı başarabildi. 

Ancak şüphesiz hem Pyongyang hem de Tahran için bu devrimci rejimleri sürdürebilmenin içeride ve dışarıda çeşitli maliyetleri oldu ve olmaya devam edecek. İçeride otoriter (hatta totaliter) yönetimler, ordu ve savunma harcamalarına ayrılan devasa kaynaklar, kendine özgü ekonomik ve toplumsal düzenler, dış politikada yalnızlaşma ve güvenilir müttefik bulmada zorlanma vb. sonuçlar bu tür devrimci yapıların en başından itibaren göze aldığı riskler. Ancak bu riskleri aşmada bilhassa ekonomik ve askeri düzlemde “kendine yeterlilik” ve “caydırıcılık” oldukça önemli iki sacayağını oluşturuyor. Tahran-Pyongyang yakınlaşması ise en başından bu yana tam da bu iki dinamik tarafından şekillendirilip sürdürülüyor.  

Humeyni döneminde başlayan yakınlaşma ve karşılıklı ziyaretler

İran’ın Devrim sonrasında bölgede yalnızlaş(tırıl)masının çok sayıda yapısal dinamiği ve iç/dış sebebi var, bunların başında karşılıklı güvenlik endişeleri ve varlık kaygısı geliyor. Bilhassa Devrim’in hemen ertesinde Saddam Hüseyin Irak’ının bölgesel ve uluslararası güçler tarafından teşvik edilerek İran’a saldırtılmasının ardından, İran İslam Cumhuriyeti varlığını sürdürebilmek için gizli/açık hızlı bir silahlanma seferberliğine girişti. ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin silah ambargosu uyguladığı İran, bu konuda yüzünü Doğu Bloku ülkelerine döndü. Tahran’ın oldukça güçlü bir kara ordusuna sahip Irak’la savaştığı bu dönemdeki silah tedarikçileri arasında bu ülkelerin başta gelişini, İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) kurucusu ve Ayetullah Humeyni’nin talimatıyla 1982-88 yılları arasında DMO’dan sorumlu bakanlık görevinde de bulunan General Muhsin Refikdust anılarında şu sözlerle anlatır:i 

Sepah (Devrim Muhafızları Ordusu) için aldığımız silahların neredeyse tamamı tarafsız bir ülke olan İsviçre’dendi. Kalan silahlarımızsa Doğu’dandı. Kuzey Kore, Bulgaristan, Polonya, Macaristan, Yugoslavya ve genel olarak Doğu Bloku ülkeleri. Doçka, Katyuşa ve Mini Katyuşa Sepah’ın standart silahları olmuştu… Bir gün Tahran’daki Doğu Almanya Büyükelçiliğinin Askeri Ataşesi yanıma gelmiş ve ‘biz size teçhizat sağlayabiliriz’ demişti. Biz de harekete geçtik ve kendilerinden önemli miktarda alım gerçekleştirdik, Doğu Almanya bizimle en rahat alışveriş yapan ülkelerden birisiydi ve istediğimiz malların hepsini bizim için tedarik ediyordu.” 

General Refikdust, Doğu Bloku içerisinde Kuzey Kore’nin ana tedarikçi olarak öne çıkmasını da dönemin konjonktürel şartları çerçevesinde şu şekilde izah eder: 

Bulgaristan silah tedariki için sıklıkla gittiğim ülkelerden biriydi. İyi ilişkilere sahiptik, onlar da bize iyi davranıyorlardı. Ancak onlar da Suriyeliler gibi füze satma hususunda Rusların [SSCB] iznini almak zorundaydılar. Bu izin süreci fazla uzayınca biz de Kuzey Kore’den satın almaya karar verdik” (s. 216-217).   

Tahran ile Pyongyang arasındaki resmi ve diplomatik temaslar Devrim’den bir sene kadar sonra üst düzey bir ziyaretle zirveye çıktı. Devrim Lideri Humeyni’nin en yakınındaki danışmanı ve savaş boyunca da “başkomutan vekili” unvanıyla görev yapan -bilahare 1989-97 yılları arasında cumhurbaşkanlığı da yapacak olan- Haşimi Rafsancani başkanlığındaki heyet 16 Eylül 1981’de Kuzey Kore’ye giderken, heyette ordudan iki DMO’dan da iki askeri yetkili bulunuyordu. Nitekim doğrudan ve büyük miktarda silah alımı amacıyla İran’dan Pyongyang’a giden ilk askeri heyetse, Irak’la savaşın başladığı Eylül 1980’den birkaç ay sonra yola çıktı ve her tür silah, mühimmat ve teçhizatın İran’a sevki bu yakın ilişkiler sayesinde mümkün olabildi.  

Kuzey Kore de bu silah ticaretini şüphesiz hayırseverlik hissiyatıyla yapıyor değildi, Refikdust “Bizim Kore’ye olan yardımımız da onlara ucuz petrol satışıydı. Onlara teşekkürümüzü bu şekilde iletiyorduk” sözleriyle bu karşılıklı ilişkinin doğasını açıklar (s. 220). 

Bu noktada Kuzey Kore’nin bu yakın askeri iş birliğini sürdürmedeki motivasyonuna dair ilginç bir sahne Rafsancani’nin Eylül 1981’deki Pyongyang ziyaretinde yaşandı. Refikdust’un aktardığına göre Kore lideri Kim İl-Sung, Rafsancani’ye şu sözleri sarf etmişti:  

Ben dünyanın bu köşesinde İslam Devrimi’nden önce İslam hakkında hiçbir şey bilmiyorum, ama şimdi İslam’ın iyi bir şey ve liderinizin de [Humeyni] seçkin bir şahsiyet olduğunu biliyorum. Biz burada Komünist dünyanın yardımıyla Amerikalılarla çatıştık, ABD’nin ayağına en fazla bir tekme atabildik diyebilirim. Sizse dünyanın o köşesinde ABD’nin kalbini hedef aldınız ve okunuz hedefi öylesine buldu ki bizim burada sevinçten içimiz içimize sığmıyor” (s. 131-132).  

Bu tür resmi görüşmelerdeki diplomatik nezaket ifadeleri ve mübalağalı cümleleri süzerek bu tür sözleri değerlendirmek gerekmekle birlikte, İl-sung’un sözlerinin derininde ABD karşıtı cepheyi genişletme ve güçlendirme motivasyonu bariz ve belirgindir. Nitekim savaş yıllarında başlayan ve İran’ın kendi savunma sanayiini ve füze teknolojisini kurup geliştirmesinde büyük rolü olan bu askeri iş birliği, ilerleyen yıllarda da artarak sürdü ve İran’ın nükleer faaliyetleri ile balistik füze programında da hatırı sayılır bir etki doğurdu. Nitekim bazı uluslararası raporlara göre 1990’lı yıllardan itibaren Pyongyang yönetimi, İran’a balistik füze ve füze teknolojileri ihracatını hızlandırdı. Scud-B ve Nodong balistik füzelerinin sevkiyatına ilaveten, İran’ın geliştirdiği Şahab uzun menzilli füze projesinin altyapısının oluşturulmasında da teknik destek sundu.  

Her ikisi de –değişen ölçülerde olmakla birlikte- devlet kontrolünde kapalı ekonomiler olan Kuzey Kore ve İran, politik yönelimlerinin ve güvenlik algılamalarının gereği olarak son 45 yıldır “yalnızların ittifakı” olarak nitelendirilebilecek bir yakınlaşma içine girdi. Her ne kadar askeri iş birliği, nükleer alanda teknoloji transferi ve ortak güvenlik algılamalarından kaynaklı ortak yönelimler bu yakınlaşmanın ana omurgasını oluştursa da son yıllarda ticari ve kültürel alanda da iş birliği adımları atıldığı dikkat çekiyor. Kısa/orta vadede gerek Pyongyang gerek Tahran yönetimleri üzerindeki uluslararası baskı ve yaptırımlar sürdükçe, Çin ile Rusya’nın da teşvikiyle bu yakınlaşma adımlarının artarak süreceği tahmine müsait.