18 Nisan 2025
1860’larda Lübnan ve Şam’da Hristiyanlarla Müslümanlar arasında yaşanan çatışmaların ardından, Suriye’deki Osmanlı merkezi yönetimi dizginleri daha da ele geçirme yönünde irade ortaya koydu.
Merkezileşme adımları
Avrupa ve Balkanlar’daki Hristiyan tebaanın bir bir isyan etmesine mukabil, Babıali Irak ve Suriye’deki Osmanlı nüfuzunu ve merkezileşmeyi daha da arttırmayı hedefledi. Bu amaçla hem idari açıdan Suriye üzerindeki Osmanlı yönetimi tahkim edildi, hem de iletişim imkânlarının arttırılması için çaba sarf edildi. Buna yönelik olarak bilhassa başkaldırılar zamanında hızlı haberdar olup müdahale edebilmek amacıyla Suriye ile İstanbul arasında doğrudan bir telgraf hattı kuruldu ki bu, Osmanlı’nın Ortadoğu’daki toprakları arasında Suriye’ye verilen özel önemi de gösteren bir adım olarak dikkat çeker.

Keza Fransızların sürekli müdahil olup mahalli Hristiyan cemaatler üzerinden kışkırtmalara yöneldiği Beyrut Dağı’nda Şam üzerinden hâkimiyeti konsolide edebilmek için Beyrut ile Şam arasında şose bir yol da yapıldı. 1870’ler itibariyle Suriye merkeze daha sıkı sıkıya bağlı bir eyalete dönüşmüş durumdaydı. Aralık 1876’da Kanun-i Esâsî ilan edildikten sonra yeni oluşturulan birinci ve ikinci meclislerde Suriye dört mebusla temsil edilmekteydi. Bu dönemde Süleyman el-Bustânî, Yusuf Ziya Efendi, Abdurrahim Efendi gibi isimler Suriye’yi temsilen Meclis-i Mebusân’da kendi bölgelerinin sorunlarını dile getirebilmekteydi. Ancak 1878’den itibaren, II. Abdülhamid’in anayasayı askıya alarak sonraki otuz yıl boyunca ülkeyi tek adam yönetimiyle idare etmeye başlamasıyla bu iyimser deneme rafa kalkmış oldu.
Osmanlı payitahtı, merkezileşme ve modernleşme yanlısı kıdemli bürokratlarını bu dönemde Şam’da görevlendirerek, hem Suriye’ye verdikleri önemi ortaya koymuş, hem de bu coğrafyada yaşanabilecek yeni karışıklıkları önlemeyi öncelikli bir hedef olarak belirlediğini göstermişti. Dönemin en önemi devlet adamları arasında gösterilen, Mecelle’nin müellifi meşhur Ahmed Cevdet Paşa 1866’da Halep Valisi oldu, diğer pek çok devlet görevinden sonra da 1878’de II. Abdülhamid tarafından Şam Valiliğine getirildi. Paşa’nın Maarif Nazırlığı görevinin hemen ardından Şam Valiliğine atanması devletin Suriye’ye verdiği önemin de bir göstergesidir. Keza dönemin bir başka değerli ve modernleşmeci devlet adamı Midhat Paşa da 1878-80 yılları arasında Suriye Valiliği görevinde bulunarak, Suriye coğrafyasındaki merkezileşme çalışmalarına katkıda bulundu.
Yine bu dönemde Suriye’deki resmi işlemlerde Arapçanın kullanılması ile Arap kökenli kaymakam ve orta düzey idarecilerin atanması meselelerinde, Suriye toplumuyla İstanbul arasında zaman zaman yükselip azalan talepler ve hoşnutsuzluklar baş gösterdi.
Suriye’de Arap milliyetçiliğinin yükselişi ve İstanbul’un tutumu
Bununla birlikte, 1840’lardan itibaren edebi ve kültürel çevrelerde hızla canlanan Arap milliyetçiliği (en-Nahda) hareketi, Suriye’de destek tabanını genişletmekte, dönemin dışa açık kozmopolit merkezleri olan Şam ile Beyrut’u kopacak bir büyük fırtınanın mayalandığı bir potaya dönüştürmekteydi. Suriye’nin Hristiyan kültür adamlarından İbrahim el-Yâzicî’nin “Ayağa kalkın ey Araplar ve uyanın!” şiiri dilden dile dolaşıyor, 1875 yılında Suriye Protestan Koleji öğrencilerinin ilk kez seslendirdikleri politik ayrılıkçılık talepleri gün geçtikçe daha fazla destek bulmaya başlıyordu.
İstanbul’un Tanzimat dönemindeki Osmanlı kimliği yaratma girişimleri, Hristiyan tebaa arasında milliyetçi kışkırtmalarla zaten boşa çıktığı gibi, Araplar arasından da böylece ilk itirazlarla karşılaşıyor, Midhat Paşa’nın valiliği sırasında beliren politik amaçlı milliyetçi oluşumlar İstanbul’u daha da endişeye sevk ediyordu.
Bu dönemde Osmanlı yönetimi, II. Abdülhamid’in İslam referanslı siyasetiyle birlikte yerel eşrafı –elbette Müslüman olanları- daha fazla gözeten ve tam sadakat kaydıyla bu kişilere kedi bölgelerinde daha rahat hareket etme ve kendi cemaatlerini yönetme imkânı veren siyaseti devreye aldı. Eşraf siyaseti (politics of notables) olarak da nitelendirilebilecek bu merkezi siyaset anlayışı, yerel liderleri hem kendi toplumlarının öncüleri haline getiriyor hem de merkezi idare karşısında sorumlu ve yetkili bir konuma taşıyordu. Bu eşraf arasında ulema (kadı, müftü, naipler vs), yerel askeri birliklerin komutanları ve köklü klan/aşiretlerden gelen geleneksel şeyhler/ailelerin mensupları öncelikle gücü ellerinde temerküz ettirmekteydi.

Ancak bu yeni dengeler, Suriye gibi Arap vilayetleri ve taşrada tehlikeli bir yarılmayı ortaya çıkarmakta gecikmedi. Bu yarılmanın ilk boyutu, merkezi idare tarafından kayırılan ve toplumun temsilcileri olarak görülen Müslüman eşrafın yeniden güçlenmesinin, gayrimüslim cemaatlerde oluşturduğu memnuniyetsizlik oldu. Bölgede kendilerine nüfuz sahası arayan Avrupalı güçler ve misyoner çevreler açısından bu hoşnutsuzluklar değerlendirilebilecek gayet verimli bir müdahale zemini oluşturmaktaydı.
İkinci yarılma ise toplumsal elitler arasındaki yarılma oldu ki, geleneksel elitlerin eşraf formunda yeniden güçlenmesi, Batı eğitimli veya Batı’yla yakın Arap milliyetçisi yeni nesil entelektüellerle aralarına aşılmaz duvarlar örmeye başladı. Bu duvarlar belli toplumlarda kolay aşılabilse ve geçişkenlikler görülse de, Osmanlı sonrasındaki yeni dönem Arap devletlerinin politik elitlerinde yakından gördüğümüz Türklere hasım veya müzahir yönetici sınıflarının ortaya çıkması bu dönemlerdeki politik ve sosyolojik yarılmalarda köklerini bulur.
Arap vilayetleri ve Suriye’de artan memnuniyetsizliklerin dört ana nedeni
Böylece Tanzimat düzenlemeleriyle girişilen daha hukuki ve eşitlik/denge mekanizmalarını önceleyen siyaseti, devlet yine kendi eliyle terk etmiş oldu. Şüphesiz Tanzimat reform girişimlerinin kendi olumsuz sonuçları vardı, ancak ona tepki mahiyetindeki bu siyaset de kendi krizlerini üretmekte gecikmedi ve dış faktörlerle yan yana gelerek imparatorluğu dağılmanın eşiğine getirdi.
II. Abdülhamid döneminde Suriye’de devlete karşı duyulan memnuniyetsizlik ve hoşnutsuzlukların sebepleri temelde dört ana gurupta toplanabilir:
- Osmanlı Devleti’nin bölgeye verebileceği şeylerin bir sınırının olduğu, eski ihtişamlı dönemlerin geride kaldığı düşüncesinin yerleşmesi, yapılan reformların farklı toplumsal kesimlerde memnuniyetsizlikle karşılaşması. Örneğin toprak düzenlemelerinin eşrafta, Osmanlılık üst kimliği ve Müslüman-gayrimüslim eşitliği düzenlemelerinin Müslüman ahalide huzursuzluk yaratması; bunu dengelemek için Müslümanları kayıracak şekilde yapılan düzenlemelerinse Hristiyan ahaliyi hoşnutsuzluğa sevk etmesi.
- 1876’da ilan edilen Meşrutiyet’in, 93 Harbi ile birlikte (1877-78) askıya alınması sonrasında, kültürel milliyetçiliğin siyasi görünüm de kazanması olgusunun hızlanması. Taşra eyaletlerinin merkezdeki politik temsili zorlaşıp bu imkân ortadan kalkınca, yasaklı ve gizli cemiyetler aracılığıyla “istibdat” karşıtlığında birleşen Arap entelektüellerin destek tabanının genişlemeye başlaması. Ekonomik açıdan zorlanmakta olan imparatorluğun, politik temsil olarak da topluma sunabileceği şeylerin zayıflaması ve “İslam ümmeti” sloganının, geçici coşkulardan başka somut bir şey veremeyeceğinin ortaya çıkması.
- Bu iç siyasi, ekonomik ve toplumsal şartlara ilaveten bölgeye Avrupalı büyük güçlerin (ABD ve Rusya da dâhil olmak üzere), yıldan yıla artan şekilde müdahil olmaya başlaması. Misyoner okulları, hastaneler, aşevleri, kiliseler, yardım cemiyetleri vb. faaliyetler üzerinden Büyük Suriye coğrafyasında dış tesirlerin hızla artması. Bölgedeki hemen tüm Hristiyan cemaatler ve bazı Müslüman toplulukların kendilerine yabancı bir devleti “hami” olarak belirlemesi ve bu güçlerle ilişkileri geliştirip, Osmanlı idaresine karşı dengeleyici bir unsur olarak bu güçlerle yakınlaşması.
- Modernleşmenin getirdiği hızlı politikleşmeyle birlikte dini, mezhepsel ve etnik farklılık unsurlarının altını çizen milliyetçilik ve sekülerleşme fikirlerinin giderek güç kazanması. Toplulukların kendi aralarında rekabet ve husumet dinamiklerinin, ekonomik krizlerin artması, istibdadın yükselmesi ve politik temsiliyetin azalmasıyla birlikte daha görünür ve toplumsal bütünlüğe zarar verici bir hal almaya başlaması.