Filistin, benzerine pek rastlamadığımız bir dönemeçte tutuyor insanlığı. Bilhassa Gazze’de yaşanan soykırım ve direniş, akıllara durgunluk veren bir noktaya ulaşmış durumda. Diken, bütün hempası ve araçlarıyla güzellikler bağını boğuyor. Komşularının gamsızlığını, dostlarının çaresizliğini gören karanfil ise kendisi yanıp tükenirken başka bahçeleri diriltmeye devam ediyor.

Kavganın sıcaklığında önemini yeterince kavrayamasak da bu konuda çeşitlendirilmiş bir “hafıza inşası”na da ihtiyaç var. Zorlu ve süreğen mücadeleler, fikriyatın ve sanatın verimleriyle gövdeleşiyor zira. Upuzun kavgaya; şiirlerin, hikâye ve romanların, film ve belgesellerin, ezgi ve marşların, resim ve karikatürlerin, şahsi ve kolektif tanıklıkların eşlik etmesi bir yerde zorunluluk hâline geliyor. Bunlar olmayınca, bırakalım uğrunda savaşacak kitleleri, önemli bir meseleyi görüp gösterecek, yaşatıp sahiplenecek, anlatıp yarına aktaracak kişi ve öbeklerden bile mahrum kalıyoruz. Yeis zehriyle baş edenlerin karanlığı gerileten her katkısı, anlamlı.

Sıra dışı bir biyografi

1962 doğumlu Yahya İbrahim Sinvar, başka birçok özelliğinin yanında söküğünü kendisi diken bir terzi, yarasını kendisi dağlayan bir şahid, söz bahçesini kendisi suvaran vuruşkan bir bahçıvan. Kısa bir süre önce, Vahdettin İnce tarafından Türkçeye aktarılan Diken ve Karanfil adlı kitabının tanıklık ettiği üzere, hayatı da kelimenin tam anlamıyla roman.

Sözün kulağını, biyografiye odaklanarak bükelim biraz: İşgal devletinin üst düzey yetkililerince Aksâ Tufanı operasyonunun planlayıcıları arasında gösterilen Sinvar, Gazze'deki Han Yunus Mülteci Kampı’nda doğuyor. Buraya, 1948’deki Nekbe/Büyük Felâket sırasında Askalan’ın Fâlûce köyünden geliyor ailesi. İlk ve orta öğrenimine kamptaki okullarda devam ediyor, yüksek tahsilini ise Gazze’deki İslâm Üniversitesinin Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamlıyor. Gençlik yıllarının azımsanmayacak bir bölümünü hapishanelerde geçiriyor. 1988’de bir İsrail mahkemesince dört kez ömür boyu hapis cezasına çarptırılması, hayatında bir dönüm noktası oluyor. Birkaç kez kaçmaya yeltendiği işgal zindanlarında çeyrek asırlık bir esarete maruz kalıyor. Hamas tarafından rehin alınan İsrailli asker Gilad Şalit’in salıverilmesini öngören esir takasıyla 2011’de özgürlüğüne kavuşuyor.

Edebî ve entelektüel yönü çok fazla dikkat çekmeyen Sinvar, mahkûmiyeti sırasında bir İsrail televizyon kanalına akıcı bir İbranice ile röportaj vererek herkesi şaşırtıyor. Tel Aviv, programda kendisine yöneltilen soruları sakin bir tavır ve esnek cümlelerle cevaplayan Sinvar’ı ehlileştirmeyi başardığını ve zindandan çıkarılmasının sorun teşkil etmeyeceğini düşünüyor. Ancak 7 Ekim sonrasına ait analizler, onun “barışçıl ve itaatkâr bir mahkûm” gibi algılanmasının büyük bir yanılgı içerdiğini ortaya koyuyor. Gelinen noktada, şedid ve uslanmaz bir mücahid profili çizdiği, dolayısıyla İsrail'i yıllar önce kandırmayı başardığı itiraf ediliyor. Nitekim Sinvar, serbest bırakıldıktan çok kısa bir süre sonra, Hamas’ın askerî kanadı İzzeddin Kassam Tugayları’nın liderliğine kadar yükseliyor. Zira direniş hareketinin ilk üyelerinden biri ve “el-Mecd” kısaltmasıyla bilinen iç güvenlik teşkilatının kurulmasındaki katkısı da herkesten fazla.

Sinvar, hapishanedeyken edindiği bilgilerden, geniş bir tefekkür eşliğinde zihnine kazıdığı çıkarım ve bulgulardan yararlanan bir mücahid. Teşhis, tetkik ve teyakkuz melekelerini sürekli besleyip pekiştirdiği söylenebilir. Konuşup yazabilecek kadar İbranice öğrenmesinin yanı sıra İsrailli yetkililerin mantık, strateji ve eylem planlarını da kavramaya çalışıyor, zaaf ve eksikleri üzerine kafa yoruyor. Bu tecrübe sayesinde, direnişin en etkili komutanlarından biri olarak öne çıkıyor. İsmail Heniyye'den sonra, 2017 yılında, Direniş’in Gazze Şeridi'ndeki Siyasi Büro Başkanı seçilmesiyle etkisi daha da artan Sinvar, İsrail’in suikastlarından kurtulmayı da başarıyor.

Filistin için kelimelerden bir anıt

Yahya Sinvar, Bi'rü's-Seb’e hapishanesindeyken bir kitap yazmaya başlıyor. Kendisiyle ilgili makale ve haberlerde üzerinde fazla durulmayan bu eserini zorlu şartlar altında parça parça kaleme alıyor ve serbest bırakılmasından yaklaşık yedi yıl önce tamamlayabiliyor. Aynı yıl, zorlu bir beyin ameliyatı geçiriyor.

Bu sıra dışı eserin başkahramanı ve anlatıcısı Ahmed'in hayatıyla Sinvar'ın biyografisi arasında epeyce benzerlik var. Aslında benzerlik Sinvar’la sınırlı değil. Aktarılanlar, 1960'lı yıllarda doğan ve aileleri Nekbe sırasında sürülen, Gazze ve Batı Şeria ile Lübnan, Ürdün ve Suriye gibi komşu ülkelerdeki kamplara yerleştirilen bir neslin yaşadıklarıyla birebir örtüşüyor.

Gazze Şeridi'ndeki Şati Mülteci Kampı’nda yaşayan Ahmed’in dünyayla ilgili farkındalığı, Nekse / Toprak Kaybetme Günü ifadesiyle anılan 1967 Haziranındaki Altı Gün Savaşı’nda oluşuyor. Ardından yazar, 1970’teki Kara Eylül Olayları’ndan başlayarak 1973 güzündeki Yom Kippur Savaşı’na kadarki süreçte Filistin davasıyla ilgili gelişmeleri özetliyor.

Zaman zaman hatıra yahut otobiyografi nitelikleri kazanan kitapta İsrail'in Lübnan’ı işgali, Sabra ve Şatilla katliamları, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın İsrail ziyaretinin fitilini ateşlediği Birinci İntifada (1987-1993), Oslo Antlaşmaları (1993-1995), işgal devletinin başbakanlarından İzak Rabin’in öldürülmesi ve 2000 – 2005 arasında etkili olan İkinci İntifada yer alıyor.

Ahmed’in amcaoğlu ve eniştesi İbrahim’in şehadeti, kitabı bitirirken içimizi burkuyor.

Evini vatan yapan kurucu özne: Anne

İbrahim’i ayrı tutarsak, romanda beni en çok etkileyen karakter, adı hiç geçmeyen fakat aileyi ayakta tutan “anne” oldu.

Evini minyatür bir vatan hâline getiren fedakâr bir kadın, ailesini kuşatan dezavantajları aşarak kurucu ve yol gösterici bir özneye dönüşen hünerli bir “devlet ana” var karşımızda.

Dikkatimizi bu özne üzerine yoğunlaştırdığımızda, Filistin mücadelesini kökleştiren değişim sürecine de eşlik ediyoruz. Binlerce ana ve genç kızın temsil ettiği kimlik ve kişilik kazanma cehdini kavramamız da kolaylaşıyor bu sayede. Belki sadece okuma yazma bilen sıradan ve çaresiz bir gelinden, elektriği ve suyu bile olmayan bir barakada, yazarın esprili söyleyişiyle “konferanslar veren, nutuklar çeken” kudretli bir hatip doğuyor. Odasını, dört beş çiftin toplanıp tartıştığı bir foruma çeviriyor bu anne. Sadece onca kişiyi doyurup besleyen biri değil; gece yarısı kalkıp ajansları dinleyen, bazen kavganın eşiğine gelen oğulları arasında hakemlik yapan, güzel bir haber aldığında yahut tutuklanıp işkenceye maruz kalan bir yiğit kampa döndüğünde zılgıt ve tekbirlerle sokakları inleten doğal bir rehber.

Ahmed’in mertliği ve cömertliğiyle ünlenen annesi, kimseye avuç açmayan titiz ve minnetsiz bir ebeveyn aynı zamanda. Tekstil atölyesi işleten erkek kardeşinin yardımlarını dahi geri çeviriyor. Akrabalarının ısrarıyla yeniden evlenip yanlarından ayrılan görümcesini anlayışla karşılıyor. Anneleriyle gitmeyen yeğenlerini kendi çocuklarından ayırt etmiyor. Ülke gibi onun ocağı da bir tür çocuk esirgeme kurumuna, yetiştirme yurduna dönüşüyor.

Annenin, çocuklarının ve yeğenlerinin eğitiminde son derece bilinçli ve öngörülü davrandığını söylemeliyiz. Bu konuda hepsine yardım ediyor ve tembihte bulunuyor. Büyük oğlu Mahmud, Kahire Üniversitesi Mühendislik Fakültesinde okuyor. Onun küçüğü Hasan, sivil yardım ajansına bağlı Sanat Yüksekokulunda torna ve tesviye öğreniyor. Hasan’ın küçüğü Muhammed, Ramallah’taki Birzeyt Üniversitesinde Kimya eğitimi görüyor. Kızı Tehani, Öğretmen Enstitüsüne kaydoluyor. Ahmed, Fen Fakültesinden Biyoloji diploması alarak mülteci çocuklarının gittiği ortaokulda görev alıyor. Liseyi bitiren kızı Meryem de yeğeni İbrahim’le evlenerek İsra ve Miraç adlı iki harika çocuk yetiştiriyor.

1993 ve 1995’teki Oslo görüşmeleri hem toplumu hem de annenin kolladığı aileyi bölüyor. İşgalciye taviz, toprak ve söz verilmesine karşı çıkan İslâmî Direniş, görüşmeleri protesto ediyor. FKÖ yanlısı Mahmud’un sert ve aşağılayıcı tutumu yüzünden Ahmed’in evi de bir iç sarsıntı geçiriyor. Bir sürpriz yaşanıyor bu sırada. Gençler, babalarının Ürdün’deki çatışmalarda vefat ettiğini öğreniyorlar ilkin. Anne bunu duyunca düşüp bayılıyor. Dahası da var: Sürgünde evlenen babanın Macid ve Halid adındaki iki genç oğlu da Oslo müzakereleri uyarınca Gazze’ye gelecek kuvvetlerin içinde yer alıyor. Balyoz yemiş gibi sersemleyen gençler, annelerini de ikna ederek, bu kardeşlerini de evlerine alıyorlar. Anne, eşinin başka bir kadından olma çocuklarını da ayrım gözetmeden kollayıp gözetiyor. Evi genişletip ikinci bir kat çıkarken onlara da bir oda ayırıyor.

Başkahramanımız; eşinin yokluğunda çok acı çeken, sefalet ve mahrumiyete boyun eğmeyerek çocuklarını ve yeğenlerini en güzel şekilde yetiştiren, onlara makul bir hayat ve eğitim imkânı sağlamak için gece gündüz çırpınan, zindana atıldıklarında yeri göğü ayaklandıran, kişiliklerine ve tahsillerine uygun bir gelin yahut damat bularak her birini evlendiren, kendisi açken komşularına el uzatan, işgalciler evini bastığında bir çınar gibi karşılarına dikilen annesinden büyük bir hürmetle söz ediyor.

Bir ayrıntı daha: Evde, yeğeni ve kızı Meryem’in kocası İbrahim’in tabancasını yakalayan anne önce çok kızıyor fakat etkili bir konuşma ve adanmışlığın etkisiyle görüşünü değiştiriyor. Bu sahneler, romanın edebî değerini de güçlendiriyor şüphesiz. Torunu İsra’yı ayaklarında sallarken söylediği ninni, geleceği mayalayan manevi bir cihad azığı âdeta:

Kapıda duran, tülbendimi getir.

Tülbendimi getir, vatanıma döneyim.

Sevdiklerimi göreyim.

Ey kapıda duran, silahımı getir.

Ateşle ve kanımla,

Zaferimi ilan edeyim.