Hastalara yatıştırıcı ve iyileştirici ilaç verilmesi gibi, siyasette yurttaşa geçici yatıştırıcılar, ağrı kesiciler vermek değil, aslolan sorunları kökten halledecek adımları atmaktır. 

İnsanlık bir daha dünya savaşları gibi bir enkazın altında kalmak istemiyorsa, sorunlara neden olanlardan çözüm beklemek umuduna kapılmamalıdır. Dünyanın kendini yok etme potansiyeli üzerinden blöf ve risk politikaları savunulamaz. 

Zaten siyaset niçin yapılır? Sorunlara çözüm getirmek, iktisadi, siyasi ve ideolojik bütün sömürü biçimlerini sonlandırmak için yapılır. Kimse de “sömürü, kötülük sürsün” diye siyaset yapıyorum demez zaten. Tam da bu yüzden, siyaset, ortaya atılan illüzyonları dağıtarak bir fikrî hegemonya kurmak faaliyetidir. 

 

Neden hiçbir parti kendine “kapitalist parti, burjuva partisi” demez? Çünkü öyle olsa da, kendi fikrini anonimleştirerek bir hegemonya kurabilmektir amaç. Niye sol partiler “sol, halk, sosyalizm, devrim” laflarını bolca kullanarak kendini ayrıştırır, tam da bu karşı hegemonyayı tesis edemedikleri için. Hegemonya rızayı örgütlemek ise, karşı hegemonya da itirazı tesis etmektir. 

Siyaset aynı zamanda geleceği tasarlama faaliyetidir, yurttaş dünle değil, yarının nasıl olacağıyla ilgilenir, sofraya ne konacağı hayati önemdedir. Seçmen geçmişte ne dendi, ne yapıldı, o buna ne söyledi vs., bunlara kulak asmaz, “dedikodu, gıybet” der geçer. 

Memlekette herkes başkasını tarif etmeye çok meraklı, aslolan kendinizi, kendi kimliğinizi, kendi aidiyetinizi nasıl tanımladığınızdır. Başkalarının günahı kimseyi kendiliğinden aziz kılmaz. İktidarın yanlışları kadar, muhalefetin nasıl bir Türkiye inşa edeceğine yoğunlaşması gerekmektedir. 

Göçmen meselesi siyasi pazarlık konusu yapılamaz

Sığınmacılar, uzun bir süre dünya ve Türkiye gündeminde olacak önemli konulardan biri. Geçmişte medeniyetleri yıkan ve kuran göç hareketleri, bundan sonra da en baş gündem olmaya devam edecek. Uluslararası insan hakları hukukuna uygun bir şekilde bu konuyu öncelikle gündemimize almak durumundayız. 

Türkiye, Batı ülkelerinin Schengen duvarının bekçisi olmadığı gibi, bu insanî ve vicdani temalar siyasi pazarlık konusu da yapılamaz. 

Yurttaşların hassasiyetlerini de gözeterek, sığınmacı derneklerinin de görüş ve önerilerini alarak acil adımların atılması, uluslararası alanda da normalleşme süreçlerini hızlandıracaktır. Bu sorunların muhatabı/öznesi ülkemizdeki sığınmacılar değil siyasi dokunun kendisidir.  

 

Diğer yandan, Esad rejiminin kendi halkını bombalaması ve meşru, demokratik eylemleri zorbalıkla bastırmasını nedense görmezlikten gelen bir vasat da var memlekette. Halep’teki Baas rejiminin korkunç yıkımını anlatan “For Sama”/“Sema İçin” belgeselini bile izlemeden vicdanları yaralayan yorumlar yapabiliyor bazı uzman ve azmanlar. Muhaberat’ın propogandasını BM raporları yerine koyabiliyorlar. Bunların masumane, naif tercihler olmadığını görüyoruz. 

Kölelerle köleleri kavga ettirerek kârlarına kâr katan köle sahiplerinin baktığı yerden konuları ele alamayız. Neoliberal politikalarla, yedek işsizler ordusu yaratanların sorumluluğu sığınmacılara fatura edilemez. 

Bizim kadim geleneğimizde göçmen kuşların bile yuvası bozulmaz. Kayseri’de ve bazı illerimizde eşanlı başlatılan pogrom girişimlerinin organize işler olduğu ortadadır ve caydırıcı önlemlerle nefret söylemi bastırılmalıdır. 

Bu ülkenin tarihi 6-7 Eylül olayları ve bunların yanı sıra Dersim, Maraş, Çorum gibi nefret ve şiddet kışkırtıcılığıyla korkunç katliamlara tanıklık etmiştir. Tarihin bu acı olaylarından hem devletin hem siyasilerin hem de toplumun ders çıkarmış olması beklenir. Şiddet, cahilin hazırcevaplılığıdır ve bunu kullanmak isteyen “zinde güçler” her zaman hazır beklerler. 

Kaldı ki, bu ülkede çocuk istismarı son derece vahim bir toplumsal sorundur ve hâl böyleyken bugüne kadar istismar edilen çocuklar için böylesine bir “eylem ve protestoyla” karşılaşmadık. Bu da madalyonun diğer bir yüzü.

Toplumsal bir grup için, özünde şöyle ya da böyle olduğunu söylediğinizde kendinizi ırkçılığın batağında bulabilirsiniz. Bir kişiden ait olduğu topluma genelleme yapmaya yöneldiğinizde, artık Norveç’teki Neonazi Breiviklerin dünyasına yelken açmaya başlarsınız. 

Sığınmacılar meselesi esas itibariyle Suriye’deki iç savaşın bağımlı değişkeni olmuştur. Suriye’de açılan cepler üzerinde yerleştirilen Suriyelilerle ve verili sığınmacı politikasıyla sonuç alınamaz. Nüfus mühendisliğine dayalı siyasetin de yaratabileceği açmazlar vardır. 

Esad ile diyalog olmalı mıydı? 

Başından Suriye yönetimiyle diyalog ve müzakere yolu her iki taraf açısından esas olsaydı bugün bu süreçlere gelinmezdi. Bir yandan topraklarının çoğunu yönetemeyen Esad rejiminin sıkışmışlığı, diğer yandan İsrail’in saldırgan politikası karşısında, Suriye-Türkiye yakınlaşması zemini şimdi artık mecburen oluştu. 

Suriye’nin sınır güvenliğini sağlamak bizim işimiz değil, Suriye merkezî hükümetinin işidir. Egemen bir ülke sınır güvenliğini sağlayan bir ülke olmak durumundadır. Vekâlet savaşları yerine tüm yabancı güçlerin geri çekilmesiyle, Suriye rejiminin egemenlik haklarının, sınırlarına egemen olma hakkını da içerdiğini görmek durumundayız. 

Bu konu perakende, parça başı çözümlerle bir yere varamaz, demokratik bir anayasa çalışmasıyla ortak bir irade yaratılmasıyla ancak optimum mutabakat sağlanabilir. 

 

Esad’la görüşülmesi talebini savunanlar haklı olmakla birlikte, geçmişte bu görüşmelerin zaten yapıldığını unutmamalı. Meclis Dışişleri Komisyonu’nda bu anlaşma metinlerini onayladığımız için hafızamda canlı ama bu anlaşmalar sonra niye gerçekleşmedi? Yanıtlanması en zor soru yanıtı belli olan sorudur. Esad imtiyazlarından vazgeçemediği ve bu anlaşmaları, verdiği taahhütleri gerçekleştiremediği için olmuştur bütün bunlar. Suriye’de nasıl davranacakları kestirilemeyen bazı güçlere angaje olmanın yarattığı sıkıntı, Kayseri’yle eşanlı gelişen Suriye’deki bayrak krizinde açıkça görüldü. 

Suriye’nin normalleşmesiyle atılacak adımlar, ülkemizin de, ilişkilerin de normalleşmesini hızlandıracaktır. 

“Migration”/göç, kelime kökeni itibariyle “migrare” den gelmektedir, migren gibi. Ülkeler de bu yüzyılın göç hareketlerini baş ağrısı olarak görmekte, hiç bir ülke imtiyazlarından fedakârlığa yanaşmamaktadır. 

“Herkes evinin önünü temizlerse dünya da temiz olur” yaklaşımı eksik bir doğrudur. Peki, meydanları kim temizleyecektir?  

Küresel ölçekte de bir kamusal sorumluluğa, küresel bir kamusal vicdana ihtiyaç var. Tek tek bireylerin çıkarının toplamı kamusal çıkarı vermez, bu liberal yaklaşımda meydanlar yine kirli kalır. 

 

Batının mikro iş ahlakı takdir edilebilir ama makro ahlaksızlıkları da görmezlikten gelmememiz gerekir. Siyasetin en büyük hastalığı, başka koşullarda üretilmiş düşüncelerin ikame edilmesidir. (Ufuk Uras, Siyaset Yazıları, Alan, 2005, s.18)

Sabun, Mezopotamya’da 5 bin yıl önce ortaya çıkan bir temizlik nesnesidir. Artık bundan sonra suya sabuna dokunmayanlara inat, hayatın her alanında bütün pislikleri, çürümüşlükleri el birliğiyle temizlemeliyiz. Siyasal hijyeni sağlayacak bir temizlik toplumun, tüm yurttaşların yüzünü güldürecek, gönlünü, ruhunu açacaktır. 

Gelin, omuz verin, hep birlikte siyaset dünyamızdaki bütün bu cürufu, gladyo artıklarının temizlenmesini sağlayarak gerçek anlamda normalleşelim ki, oluşturacağımız çoğulcu yapı bölge ülkeleri için de anlamlı bir model oluşturabilsin. 

Şiarımız, “Dışlanan her kim ise, ben oyum” olsun.