Filistin meselesinin kronolojik dökümünü yapmaya artık gerek duymuyorum, bu konuda yeterince kaynak var ve onlardan yararlanılabilir. Veri bombardımanı bizi detaylarda kaybolmamıza neden olup işin özünü gözden kaçırmamıza yol açabiliyor.

Bugün itibariyle bu tarihsel döküme baktığımızda maalesef tamamıyla kangren olmuş bir sorun ve katledilmiş bir toplum gerçeği durumu özetliyor. Tarihsel sürecin labirentlerinde kaybolmaya da gerek yok. Tarih insanı her yere götürebiliyor, içinden çıkabilmek koşuluyla.

Belki bu tarihsel mirastan niye yeterli dersler çıkarılmadığı konusunda kafa yorulabilir. Geçmişe bakıldığında bir toplumun kendi geleceğini tayin hakkının nasıl gözardı edildiği, Filistin mücadelesindeki iç rekabetin sonuçlarından İsrail yönetiminin nasıl yararlandığına bakılabilir.

Bir ülke işgal edildiğinde, en meşru varoluş talepleri iğdiş edildiğinde, direnen toplumun örgütlerinin seküler mi, dini mi olduğuna bakılmaz. İşgal ve soykırım politikalarına karşı direniş meşrudur ve sorgulanamaz.

Bu süreç içinde El Fetih’in ve Hamas’ın yanlışları, zigzakları tabii ki eleştirilebilir, ama hiçbir yanlış bir toplumu topluca yok etme politikalarının gerekçesi yapılamaz.

Bütün bu devasa tarihe karşın bugün gelinen noktada bir değişim söz konusu değil. Karşılıklı olarak iki toplum da birbirini meşru görmemekte, ama karşılıklı meşruiyet sorgulamasının yapıldığı bir ortamda iki devletli bir çözümün ya da BM kararlarının nasıl hayata geçirileceği konusundaki muğlaklık devam etmekte. Tıpkı Kıbrıs, Karabağ krizlerinde yaşandığı gibi. BM kararlarını bir konuda uyulması gereken, bir başka konuda emperyalist kararlar gibi görebilen tutarsızlıklardan da kaçınmak gerekiyor.

Türkiye solunun siyasi tutumları

60’lı yıllardan beri Türkiye solu Filistin meselesini kendine dert etmiş, masum ve mazlum bir halkın kendi ayakları üzerinde durabilmesi için sadece sözel bir dayanışma içinde olmamış, aynı zamanda esas itibariyle Suriye’deki Filistin kamplarında konuşlanarak fiili bir silahlı mücadele içinde dayanışma içine girdi. Daha sonra buradaki silahlı pratikleri Türkiye’ye yansıtmanın ağır sonuçlarına da hep birlikte tanık olduk, 12 Mart ve Balyoz operasyonları süreçlerinde.

ÖDP’de Filistin’le dayanışma etkinlikleri, mitingleri yaptık, mütedeyyin ve seküler kesimleri bir araya getirerek kapsayıcı olmayı tercih ettik. Bugün de doğru siyasi ve ahlaki tutum budur, Filistin’deki varolan yapılanmaya Netanyahu’nun gözüyle bakılamaz. Filistin’e Özgürlük Platformu gibi her duyarlı kesimi kapsayan dayanışma inisiyatifleri, uçurtma eylemlerinden Filistin için Vicdan Mahkemesi çalışmalarına değin bu kuşatıcı hattı sürdürerek doğru bir tutum alınıyor bugün yaşanan süreçte.

Dış politikaya 28 Şubatçıların gözüyle bakan ayrıştırıcı yaklaşımlar kısmen solda da maalesef mevcut ve bu resmî laisist ve Evrenci hat kabul edilebilir bir hat değildir.

Çünkü hayata böyle bakıldığında, Myanmar (Arakan)’da iktidardaki Budist milliyetçilerin katliamları, Çin’de Uygurların başına gelen mezalimi de görmezden gelip hasıraltı etmeye başlarsınız. Sadece tasvip ettiğiniz hareketlere yönelik olarak vicdanları harekete geçirmek, seçici, ayrımcı davranmak vicdanları yaralar.

Emperyalizm ve siyasi çelişkiler

Lenin, Birinci Dünya savaşının ortasında 1916’da kaleme aldığı “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” kitabında dünya savaşını emperyalistler arası bir savaş olarak analiz eder. O gün emperyalist olarak saptanan Rusya’nın bugün bazı pro Rus mahfillerde “anti emperyalist güç” olarak tanımlanmaya başlanması, Rusya’daki halkların isyanına karşı gösterilen devlet gücüne koltuk değnekliğinden başka bir şey değildir.

Çin, 1964 yılından itibariyle Sovyetler birliğini sosyal emperyalist ilan ederken, dünyanın bu devasa nükleer gücünü barış meleği gibi takdim etmek sağlıklı bir yaklaşım olarak değerlendirilemez. Bu tür tutumları alışkanlık haline getiren zihniyetler, Sovyetlerin Afganistan’a medeniyet taşıdığını düşündüler ve bu devasa direnişi de sağlıklı okuyamadılar, savaşın medeniyeti olamayacağını görmek istemediler. Bugün de medeni Batı’nın ABD’siyle, AB’siyle, Filistin soykırımında izlediği insanlık dışı tutumu hep birlikte ibretle izliyoruz. 

1.Dünya savaşı sonrası Milletler Cemiyeti (Cemiyet’i Akvam) döneminde, bu yapılanmanın varlık gösterememesi karşısında alternatif bir Milletler Cemiyeti için teşebbüs edilmiş ama başarılı olunamamıştı.

Türkiye’nin de bu alternatif yapılanma ihtiyacına el vermemesi sonucu, (belki de Müslüman ülkelerle sınırlı ele alındığı için) girişim başarılamamış ve süreç 2.Dünya Savaşı’na giden yolu açmıştı.

En son BM Genel Kurulu’nda 193 üyeden 143 üyenin Filistin devletinin tam üye olmasını onaylamasının Güvenlik Konseyi’nde herhangi bir sonuç getirmeyeceğini de hepimiz biliyoruz.

Bugün başta Filistin soykırımı olmak üzere, dünyadaki egemenlerin hâkimiyet ilişkisinin savunucusu olan BM gibi battal bir teşkilatın Güvenlik Konseyi’nin çaresizliğine karşı, BM ülkelerinin bu yapıyı terk ederek kendi örgütlenmesini sağlamak için mücadele etmek, yapılacak en devrimci ve dönüştürücü faaliyet olacaktır. Çünkü biliyoruz ki bu yerkürenin sahipleri hiçbir zaman imtiyazlarından gönül rızasıyla vazgeçmeyeceklerdir.

Bu mücadelenin sağı, solu da yoktur. BM’ye karşı örgütlü bir kalkışmayı gerçekleştirmek her türlü siyasi ihtilafı aşan en kutsal/ahlaki görevdir.

Bugün de kimsenin olan biteni yaşayıp görelim deme keyfiyeti yoktur. Bu adım soyut temennilerle, ilk adımı başkasından beklemeyle olmaz. Filistinli çocukların, kadınların ve tüm halkının barışın gelmesi için artık daha fazla zamanı kalmamıştır.

Geleceğin yeniden inşası

Gün uluslararası düzeyde inisiyatif alma ve süreci örgütleme zamanıdır. Bildiğimiz dünyanın artık sonuna gelmiş bulunuyoruz. 1968’de, başta Vietnam olmak üzere birçok ülkede ortak mücadeleler gerçekleştirildi, tamam, ama artık bugün geçmişi anmak değil, bu deneyimler ışığında geleceği birlikte inşa etmek zamanıdır.

İnsanlığın insanlığı doğuracağına inanmalıyız. Başka bir yaşam ancak başka bir siyasetle mümkündür. (*) Güçlüyle güçsüz arasındaki ilişkiyi eşitlerarası ilişki gibi sunmak kabul edilemez. Başarı bu dünyayı değiştirmekte göstereceğiniz maharetle ölçülür, bu dünyada yer edinebilme çabasıyla, ya da egemenlerin yerini alma gayretiyle değil. 

Hayatta yanlış bulduğunuz şeylerin sadece sonuçlarına değil bizzat kendisine karşı çıkmadan dünya ölçeğinde değişimi gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu ister alkolizm ister kapitalizm olsun bir şeyin yarattığı sonuçlara itiraz edip vakanın kendisinden yana olmak mümkün müdür?

İnsan etiği ettiklerinin toplamıdır. Arkadan gelen kuşakların, bu dünyanın haline bakıp, “Sizin gibi olmayacağız” diyebileceklerin son sözü söyleyeceğinden şüphe duymamalıyız.

Bizim artık arkasına sığınacak sözcüklerimiz olmamalı, hayatta yaptıklarımız kadar yapmadıklarımızdan da sorumluyuz. Kolektif sorumluluğumuzun verdiği rahatlık, kolektif sorumsuzluğa dönüşmemeli. Sorumluluk herkese ait olunca kimse kendini sorumlu hissetmez. Dünyaya ilişkin normatif önerilerimiz, ahir ömrümüzde, sadece norm olarak kalmamalı, hayatı tanzim etmelidir.

Biliyoruz ki tarih, gözden çıkardıklarının önce gözünü kör eder. Bu basiret bağlanmasının, ideolojik körlüklerin bedelini artık gençler ve gelecek nesiller ödememeli.

Zaten suçlu değil çözüm aramak durumundayız. Nürnberg mahkemelerinde yargılananlar, “Ben yapmasam başkaları yapacaktı, ben değil dişlisi olduğum sistem yaptı” yanıtlarına, hakimin” Ama neden başkası değil de siz?” sorusuyla karşılaşmışlardı. 

Ambulans sendromu diyebileceğimiz, herkesin gördüğü kaza için “nasılsa birisi ambulansı arar” dediği için kanamalı hastanın sonunda ilgisizlikten ölmesi örneklerini her gün yaşamayı kanıksamamalıyız.

Artık ülke olarak yaşamlarımızın seyrine başkaları karar vermemeli, onların servis ettiği görüntülerin egemenliği aklın yerini hiçbir zaman almamalı.

Eğer eşitsiz, haksız ve ahlaksız bir dünyada kendimizi ahlaklı, adil ve iyi hissetmemiz kolay değilse, çocuklarımıza başka bir dünya, yaşam ve siyaset için çaba göstermekten daha anlamlı ve değerli hangi mirası bırakabiliriz? 

Van Gogh’un abisi Teo’ya mektubunda yazdığı gibi: “Rüzgar var, ama rüzgar değirmeni ortada yok.”

(*) Ufuk Uras, Başka bir Siyaset Mümkün, 2003, İthaki, s.12