Nuray Mert

Nuray_Mert-2 (1).jpg
1960 Trabzon doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Tarih Bölümleri’nde lisans eğitimi alan Mert, aynı üniversitenin Tarih Bölümü’nde yüksek lisansını (Prens Sabahaddin ve Terakki Mecmuası), Siyaset Bilimi Bölümü’nde de doktorasını (Erken Cumhuriyet Döneminde Laik Düşünce) tamamladı.

Fransa’nın Demokrasi Krizi

Fransa’nın Demokrasi Krizi
03 Temmuz 2024

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ partilerin yükselişine bir kez daha tanık olmuştuk. Fransa Devlet Başkanı, meydan okuyup Fransa’da parlamentoyu feshedip, seçime gitme kararı aldı ve sonuçta boyunun ölçüsünü de almış oldu. Fransa’nın neo-liberal Napoleon’u seçimden beklendiği gibi ağır bir yenilgi ile çıktı. Bu sonucu beklemeyen belli ki sadece kendisi idi. Büyük bir ihtimalle, seçmenlerin bir kez daha ‘aşırı sağı engellemek’ için harekete geçeceğini düşünmüştü.

Bu vesile ile, ‘aşırı sağı engellemek’ çabasının demokrasi açısından ne anlama geldiğini üzerinde durup biraz düşünelim. Malum, demokrasilerin ayakta kalması için asgari bir mutabakat zemini gerekiyor. O nedenle, demokrasiler, seçmenler siyaset merkez sağ ve solda yoğunlaştığı ölçüde istikrar kazanıyor, uç siyasetlere savrulduğu ölçüde, toplumsal-siyasal kutuplaşma istikrarsızlık yaratıyor. Diğer taraftan, ‘aşırı’ veya ‘uç’ dediğimiz sağ ve sol siyasetler, liberal demokrasilerin vazgeçilmez kabul ettiği değer ve ilkelere kuşku ile baktığı için, demokrasi krizi ortaya çıkıyor.

 

Liberal demokrasilerde, liberal ekonomik model, bireysel ve siyasal özgürlükler, farklılıkların çoğulcu bir anlayış içinde bir arada yaşaması ilkesinin, asgari mutabakat zemininin ana hatlarını oluşturması bekleniyor. Batı dışı dünyada demokrasi sorunu her zaman tartışma konusu oluyor. Ancak ‘gelişmiş Batı demokrasileri’ dediğimiz dünyada da 2000’li yıllardan itibaren ve giderek daha fazla göze batacak ölçüde bir demokrasi krizi yaşanmaya başladı. ‘Otoriter popülizm’in yükselişi, Batı dışı dünyanın sorunu olmaktan çıkıp, merkeze yerleşti. Batı demokrasilerinde, aşırı/popülist sağın yükselişi, öncelikle, göçmen sorununun yarattığı yabancı düşmanlığı, aşırı milliyetçilik, faşizan tutumlar çerçevesinde tanımlandı. 2008 yılında yaşanan ekonomik krizin devam eden etkilerinin çarpan etkisi yaptığı görüldü.

Aşırı sağ ve engelleme çabaları

Son yıllarda, küreselleşme denilen sürecin, başta ABD gibi zengin Batı ülkelerinde büyük sermayenin ucuz emek coğrafyasına kayışı ile yoksul kesimleri dışarıda bırakmasından doğan tepkilere işaret edenler çoğaldı. Sonuçta, bu tür toplumsal siyasal gelişmelerin birden çok etkenin birleşmesi olduğunu biliyoruz. Buna karşın, siyasetin ‘aşırı sağı engellemek’ üzerine kurulması sorun edilmedi. Diğer bir deyişle, aşırı sağ veya popülist parti, lider ve söylemler mevcut gidişata karşı tepkiler ile büyüyor dedikten sonra, hala bu tepkilerin ifadesi olan seçim sonuçlarının, ‘engelleme’ taktikleri ile savuşturulamayacağı dikkate alınmıyor. Dahası, bu uğurda harcanan çabaların demokrasilerin temsiliyet ilkesini zedelediği ve tepkileri daha da büyüttüğü bir gerçek. Fransa, uzun bir zamandır, ‘aşırı sağı’ engellemek adına gösterilen çabaların ekmeğini yemeye çalışıyor. Macron’un ikinci kez seçilmesi, tamamen bu çerçevede gerçekleşti.

 

Fransa’da uygulanan yarı başkanlık ve iki turlu seçim sistemi, aslında siyasal istikrasızlığa karşı bir tedbirdir ancak sonuçta yürütmenin ‘kerhen’ verilmiş oylara dayalı olması anlamına gelir. Siyasal kutuplaşmanın büyüdüğü durumlarda, siyasal istikrar adına temsil ilkesinin zedelenmesi demokrasi krizi yaratır, yarattı. Dahası, kutuplaşmayı azaltmaz, artırır, nitekim sürekli engellemeye çalışılan Marie Len Pen’in partisi (RN) yıllar içinde büyüdü ve son seçimin galibi halini aldı. Ancak hala aynı yöntemle, siyaset dışına itilmeye çalışılıyor.

Diğer taraftan, Fransa’da yaşanan artık demokrasi krizi ötesinde tam bir siyasi kriz ve bu krizin diğer boyutlarını da görmek gerekiyor. Birincisi, Sosyalist Parti, Komünist Parti, Yeşillerin, ‘sol popülist’ olarak tanımlanan Jean-Luc Mélenchon’un partisi (LFI) liderliğinde kurduğu ittifak da ayrı bir tartışma konusu. ‘Halk Cephesi’ adı altında sol ittifak bir yandan Len Pen’e karşı destek vermeye çağrılıyor. Ancak seçmen desteği eriyen ancak sistemin asıl sahibi rolünde olan merkez partiler Mélenchon’u, ‘aşırı sol’ olarak niteliyor. Diğer taraftan, Mélenchon’un Filistin’e verdiği destek antisemitizmle itham edilmesine neden oluyor.

Malum, Fransa’da önemli bir siyasal çatışma alanı da ‘laiklik’ ve Filistin’e destek ve ‘İslam korkusu’na karşı tutumu Mélenchon’un ‘kabul edilemez’ bir portre olarak tanımlanmasına neden oluyor. O kadar ki, seçim öncesi, 90’lı yıllardan beri siyasal İslam üzerine çalışmaları ile tanınan Oliver Roy, bu açıdan Macron ve Len Pen’in ortak noktalarının uzlaşma noktası olabileceğine işaret ediyordu ( Oliver Roy, ‘France between the Fronts’, The Financial Times, 22-23 Haziran 2024).

Kısacası, Macron ve merkez sağ laiklik konusunda Len Pen ile ortak noktada ancak aşırı sağı (Le Pen’in partisini) engellemek adına sol ittifakın desteğini talep ediyor. Önerilerden biri, Halk Cephesi’nin ikinci tur seçimlere Mélenchon’dan daha ‘ılımlı’ birinin liderliğinde girmesi. Yani tam bir siyasal mühendislik çabası. Üstelik Halk Cephesi İttifakı’nın itici gücü Mélanchon’un partisi. Bu çaba sonuç verirse, seçmenlerin en az destek verdikleri ve/veya kerhen oy verdikleri siyaset seçeneği Fransa’yı yönetecek. Böylece ‘siyasi istikrar krizi, ‘demokrasi krizi’ni derinleştirmek pahasına çözülmüş olacak.

ABD’de yaşanan gelişmeler de benzer zeminde ilerliyor ama konuyu dağıtmamak adına onu sonraki yazıya bırakalım.

Dünyadan Bihaber Olma Lüksümüz Yok

Dünyadan Bihaber Olma Lüksümüz Yok
08 Nisan 2024

Doğal olarak her ülkede iç siyaset konuları dünya ölçeğinde olanların önüne geçiyor, hepimiz öncelikle kendi ülkemizde olanlarla meşgulüz. Ancak, bizim ülkemizde, üstelikte, Doğu ile Batı arasında önemli bir yer işgal ettiğimiz halde, dış dünyaya karşı muazzam bir ilgisizlik var. Üstelik, bu durum, sadece iç siyasi tartışmaların yoğunlaştığı, kutuplaştığı dönemlere ilişkin bir sorun da değil, öteden beri böyle. 

Yakın zamana kadar, bu durum, Türkiye’de aydınların Batı dünyasına odaklı olmaları ile izah edilmeye çalışılırdı. O da değil. Tam tersine, Türkiye’nin AB üyeliğinin en çok gündemde olduğu doksanlı yıllarda, akademi de entelektüel dünya da siyaset dünyası da Batı Avrupa’da yaşanan siyasi gelişmeler ve tartışmalardan da uzak kalmaya devam ediliyordu. Öncelikle ilgisizlik, dışa kapanıklık dediğimiz tutumun, dünya çapında siyaseti izleme tembelliği ve bunun sonucu olan bilgisizlik ve ilgisizlik olmadığını düşünüyorum. 

Belki Batı dışı pek çok diğer ülke için de aynı durum söz konusudur. Dünyayı izlemek genel olarak, dünyaya şekil verecek denli güçlü olanların işi olarak görülür. Diğer taraftan, Batı merkezli bir dünyada yaşadığımız için, tüm dünya, hangi coğrafyada olursa olsun, öncelikle Batı’da olanlardan haberdardır. Ama tam olarak o da değil, Batı dünyasında olan bitenden kaba hatları ile haberdar olmanın sınırı da nihayet, başta ABD olmak üzere bu ülkelerde kimin başkan, başbakan olduğu ve afaki olaylarla ile sınırlıdır. 

Bu sınırların dışında, Batı dünyası, dışındakiler için ‘muhayyel’ bir dünyadır. Her ülkenin yaşadığı sorunları, çoktan tarihin gerisinde bırakmış, çözmüş bir üst standart alemidir. Bir ülkede yaşanan tüm olumsuzluklar, bu muhayyel alemin dışında kalmak, ona bir türlü yetişememekten kaynaklanıyordur. Batı’ya dair bilmemiz gereken bu üst standardın mimarları, yani uygar düşünce dünyası, onun öne çıkardığı kavramlar, ilkeler, kurumlardır, güncel gelişmeler değil. 

Dünyaya bu açıdan bakmayan, dahası Batı dünyasına karşı mesafeli olanlar için de tersinden benzer bir durum söz konusudur. Onlara göre de tüm sorunların kaynağı, Batı dünyası, Batılıların dayatması, baskısı, müdahalesinin sonucudur, Batı’ya ilişkin bilinmesi gereken bundan ibarettir. 

Yeni yüzyılda siyasi çatışma hatları

İdeolojilerin etkin olduğu dönemde, dış dünyaya bakış, farklı ideolojilerin mensup veya sempatizanları için, kendi ideolojilerinin kalıplaşmış görüşleri çerçevesinde şekilleniyordu. Sol siyaset yelpazesi, farklı derecelerde de olsa, kültürel olarak Batıcı, siyasal olarak Batı (emperyalizmi) karşıtı idi. Buna karşılık, sağ siyaset yelpazesi, kültürel olarak Doğucu (veya daha doğrusu yerlici), siyasal olarak ise komünizm karşıtlığı üzerinden Batıcı idi. 

Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren, bu kalıplar da değişti, hatta ortadan kalktı ve yerini büyük bir boşluğa bıraktı. Dahası bu durum sadece Türkiye’ye de özgü değildi. Dünya yirmi birinci yüzyıl, yani iki binli yıllara 11 Eylül olayları ile girdik. Ortalık toz dumandı. Şimdi, yeni yüzyılın ilk çeyreği bitmek üzere ve ortalık yine toz duman. Rusya-Ukrayna savaşı beklenmedik bir gelişme değildi, ama bu olay çerçevesinde doksanlı yıllarda hakim olan, küreselleşme ve neoliberalizm dalgası tümüyle tersine döndü. Batı’nın yeni düşmanları olarak ilan edilen Rusya ve Çin’e karşı ekonomik yaptırımlar, ekonomi siyasetlerinin yeniden gözden geçirilmesine neden oldu. Liberal ekonomik modelin merkez ülkesi ABD, özellikle Çin’e karşı korumacı tedbirler almaya başladı. ABD/Batı ile ‘düşmanları’ arasındaki siyasi çatışma hatları belirginleşti. Yeni iletişim teknolojilerinin tüm dünyada özgürlüklerin önünü açacağı, hatta ‘twitter devrimleri’nin otoriter rejimleri yıkacağı iddia edilirken, ABD’de bu tür iletişim platformlarına kuşkuyla bakılmaya başladı. Yakınlarda Çin merkezli Tik Tok uygulaması yasaklanmaya veya ‘millileştirilmeye’ çalışılıyor. 

Diğer taraftan, tüm bu gelişmeler milliyetçi ve içe kapanık siyaset modellerinin zaferi anlamına da gelmiyor. Batı demokrasileri dahil tüm dünyada yükselişe geçiyor görünmesine rağmen, bu kez popülist formda güçlenen milliyetçilik ve yerlicilik siyasetleri çıkış yolu göstermekten ziyade tepkisellikten beslenen dayanıksız seçenekler. Tüm bu gelişmeler çerçevesinde ‘muhayyel Batı’ ütopyası çökerken, güneş Doğu’dan da doğmuyor. Dünyada olan bitenden haberdar olmak her zaman önemliydi, ama mevcut koşullarda daha da önem kazandı. Tabi, söz konusu olan, sadece haberdar olmak değil, olanları anlamlandırmaya çalışmak. Aktif siyaset yapanların da siyasi görüş ve tutum sahibi olma iddiasında olanların da özellikle böylesi kırılma dönemlerinde dünyadan bihaber olma lüksü yok. Düşünce dünyamız açısından da siyaset dünyası açısından da bu son derece önemli, ama halen bu yönde bir gelişmenin işaretlerini göremiyorum. Umarım, bu yönde gelişmeler oluyor da sadece ben izleyemiyorumdur. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.