Son dönemde Batı toplumlarında, Doğu toplumlarında görmeye alışık olduğumuz türden yönetim karşıtı protestoların hem sıklığı hem de şiddeti belirgin biçimde arttı. ABD’deki Trump karşıtı ve Avrupa genelindeki Filistin yanlısı gösteriler bu eğilimin çarpıcı örnekleri olarak sayılabilir. Literatürde, bu tür protestoların sertliği ve yoğunluğuyla yöneten-yönetilen ilişkilerinin niteliği arasında bir bağ kurulur. Buna göre, protestoların yoğunluk ve şiddet düzeyi arttıkça, siyasal meşruiyetin ve toplumsal rızanın zayıfladığı, yöneten-yönetilen ilişkisinde bir uçurumun büyüdüğü varsayılır.  

Batıdaki yönetim karşıtı kitlesel gösteriler ile İsrail’in Gazze’de işlediği ve tarihin en vahşi soykırım arasındaki paralellik dikkat çekici. Karar verici elitlerden oluşan siyasal toplum, İsrail’in uygulamalarını “meşru güvenlik çıkarları” çerçevesinde konumlandırarak neredeyse sınırsız bir destek verme eğilimindeyken, sivil toplum, meseleyi insani ve normatif bir bakışla ele alıp yaşananları vahşi bir soykırım olarak adlandırmakta ve buna karşı yaygın, ısrarlı bir tepki üretiyor. Bu durum, sivil toplum ile siyasal toplum arasındaki ayrışmayı belirgin biçimde keskinleştirdi. Bu bağlamda Filistin meselesi, Batı’da sivil toplum ile siyasal toplum arasındaki temsil ve meşruiyet kopuşunu görünür kılan, hatta derinleştiren bir turnusol işlevi görmüştür diyebiliriz. 

Bu yazı, Gazze’deki soykırımın Batı’da sivil toplum ile siyasal toplum arasında doğurduğu gerilimi analiz etmeyi amaçlıyor. Temel argüman, Batı’da sivil toplum ile siyasal toplumun Gazze soykırımına dair tutumları arasında, yakın tarihte eşi benzeri görülmemiş ölçüde derin bir uçurum bulunduğudur. Yakın tarihte bu seviyede bir ayrışmanın yaşanmamış olması, her iki alanın aralarındaki gerilimi belirgin biçimde tırmandırıyor. Yazı, söz konusu gerilimin anlık bir kırılmadan ibaret olmadığını, Batı’da siyasal toplumun dönüşümünü hızlandıran ve hatta II. Dünya Savaşı sonrasında kurumsallaşan “normlara dayalı” sistemin yapısal olarak yeniden şekillenmesine yol açabilecek bir itki üretebileceğini ileri sürecektir. 

Batı’da rıza krizi: Sivil–siyasal toplum kopuşu  

İtalyan sosyalist düşünür Antonio Gramsci, devleti “zor + rıza” bileşimi olarak kavramsallaştırır ve toplumsal kültürü bu bileşimin kurucu unsurlarından biri sayar. Gramsci’ye göre Doğu toplumlarında devletin sürekliliğinde güvenlik aygıtları, idari merkezileşme ve baskıcı düzenlemeler gibi zor araçları daha görünür ve belirleyicidir. Buna karşılık Batı toplumlarında eğitim, medya, kilise/din kurumları, sendikalar, partiler, meslek örgütleri ve kültürel üretim alanları gibi rıza üretim mekanizmaları merkezi bir rol oynar. Bu perspektiften hareketle Gramsci, Doğu’da iktidar mücadelesinin ağırlıkla zor kapasitesinin doğrudan kontrolü etrafında, Batı’da ise siyasal rekabetin esasen rıza üretimi ve sivil toplum üzerinde denetim kurma üzerinden seyrettiğini savunur. Başka bir deyişle, Doğu bağlamında “manevra” (zor merkezli) siyaset, Batı bağlamında ise “mevzi” (rıza ve sivil toplum merkezli) siyaset belirleyicidir. Nihayetinde, Doğu’da iktidar yolunun kilit adımı zor araçlarını ele geçirmekken, Batı’da iktidarın asli kaynağı rıza araçlarını ve sivil toplumdaki hegemonik mevzileri denetim altına almaktır. 

Gramsci’nin, Rusya ile Avrupa’daki sosyalist mücadelenin neden farklı stratejiler gerektirdiği sorusuna yanıt olarak geliştirdiği “mevzi savaşı” ve “manevra savaşı” ayrımı, günümüzde de siyaset bilimi literatüründe kritik gelişmeleri çözümlemek için işlevsel bir analitik çerçeve sunmayı sürdürüyor. Bu perspektiften bakıldığında, Batı’da sivil toplum ile siyasal toplum arasında derinleşen ayrışmanın, yakın gelecekte Batı’daki siyasal toplumda kayda değer bir dönüşümü tetikleme potansiyeli taşıdığı değerlendirilmektedir. Hatta bu gerilimin, II. Dünya Savaşı sonrası kurumsallaşan normatif düzeni aşındırarak, küresel siyasal sistemi temelden dönüştürebilecek ölçüde güçlü bir itki üretme kapasitesine sahip olduğu ileri sürülebilir. 

Gazze soykırımı sonrası Batı’da meşruiyet krizi 

Batı toplumlarında sivil toplum ile siyasal toplum arasındaki ilişkide son dönemde yaşanan en derin kırılma, İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırıma Batıdaki siyasal toplumun neredeyse koşulsuz biçimde destek vermesiyle ortaya çıktı. Bu durum, yalnızca Orta Doğu politikalarının sınırlarını aşan bir mesele haline gelerek Batı demokrasilerindeki temsil krizini de görünür kıldı. İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım, kamu vicdanı ile siyasal otoritelerin tutumu arasındaki mesafeyi keskinleştirdi, sivil toplumun insani ve ahlaki refleksleriyle siyasal toplumun jeopolitik tercihleri arasındaki fark artık açık bir biçimde ortaya çıktı. Bu fark, son yarım yüzyılda Batı’da sivil toplum ile siyasal toplum arasında yaşanan en derin ahlaki ve politik gerilim olarak değerlendirilebilir. 

Birçok Batı ülkesinde yapılan kamuoyu araştırmaları, toplumların büyük çoğunluğunun İsrail’in politikalarına karşı çıktığını ve Filistin’e yönelik açık bir sempati geliştirdiğini gösteriyor. Buna rağmen siyasal elitler, özellikle yürütme gücünü elinde bulunduran hükümetler, İsrail’i kayıtsız şartsız destekleyen çizgilerinden sapmadılar. Kurumsal çıkarlar, güvenlik kaygıları ve ittifak ilişkileri, bu siyasal körlüğü besleyen başlıca dinamikler olarak sayılabilir. Ancak bu tutum, artık toplumun vicdani sesini bastırmaya yetmiyor. Nitekim ABD’den Avrupa’ya, Kanada’dan Avustralya’ya kadar birçok ülkede, polis şiddetine ve kötü hava koşullarına rağmen yüzbinlerce kişi Filistin’e destek vermek için sokakları dolduruyor. Bu gösteriler, sadece insani bir dayanışma biçimi değil, aynı zamanda hükümetlerin etik ve siyasal meşruiyetini sorgulayan kolektif bir vicdan tepkisidir. Protestocular, kendi devletlerini İsrail’in Gazze’deki soykırımının suç ortağı olmakla suçluyor, çocukların, kadınların ve sivil halkın maruz kaldığı vahşete karşı “hemen durdurun” çağrısını güçlü biçimde dile getiriyor. 

Sivil toplumun Filistin yanlısı duyarlılığı sadece protesto alanlarında değil, kültürel ve toplumsal yaşamın diğer alanlarında da kendisini gösteriyor. Spor karşılaşmaları, konserler ve festival gibi geniş katılımlı etkinliklerde Filistin bayrakları yükseliyor, “nehirden denize özgür Filistin” sloganları atılıyor ve Batılı hükümetlerin İsrail yanlısı politikaları doğrudan hedef alınıyor. Bu tür eylemler, artık marjinal bir tepkinin değil, toplumsal vicdanın merkezinden yükselen güçlü bir çağrının yansımasıdır. Kültür, sanat ve spor üzerinden yayılan bu dayanışma dili devletlerin soğuk diplomatik hesaplarına karşı insan onuru, adalet ve vicdan merkezli bir karşı söylem inşa etmektedir. 

Batı’daki meşruiyet krizinin olası sonuçları 

Gazze’de yaşananlar, Batı’da sivil toplum ile siyasal toplum arasındaki mesafenin hızla derinleşmesine ve bu gerilimin ciddi siyasal sonuçlar doğurmasına zemin hazırlıyor. Ortaya çıkan tablo, Batı demokrasilerinin yalnızca dış politika tutumlarını değil, temsil ve meşruiyet mekanizmalarını da yeniden tartışmaya açacaktır. Bu bağlamda kısa vadede iki olasılık öne çıkıyor; ya siyasal toplum, Batı’da giderek gerçek güç merkezi olan sivil toplumun talepleri doğrultusunda pozisyon alacak ya da bu baskı karşısında siyasal yapıda köklü bir dönüşüm kaçınılmaz hale gelecektir. 

Batıdaki sivil toplumun elindeki demokratik denetim araçları bu sürecin yönünü belirleyebilecek güce sahip. Seçimler, parti içi süreçler, sendikalar, yerel yönetimler ve üniversiteler üzerinden yürütülen tartışmalar siyasal karar vericilerin politikalarını yeniden değerlendirmeye zorlayacaktır. Bunun yanı sıra boykot kampanyaları, yatırımların çekilmesi, uluslararası hukuk yollarının işletilmesi ve insancıl hukuk çerçevesinde açılan davalar yürütme organlarının manevra alanını daraltacaktır. Bu baskılar sonucunda bazı Batılı hükümetlerin sınırlı da olsa politika değişikliklerine gitmesi olasılığı artıyor. Ateşkes çağrılarının güçlenmesi, silah satışlarının kısıtlanması ya da insani yardımların artırılması yönünde atılan adımlar bu değişim sürecinin sembolik ama anlamlı yansımaları olarak değerlendirilebilir. 

Bu yeni siyasal atmosfer, II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen uluslararası düzenin de sorgulanmasına yol açacaktır. Çünkü mevcut düzenin meşruiyeti, Gazze’de yaşanan insani trajedi karşısında sergilenen çifte standartlar nedeniyle ciddi biçimde aşındı. Önümüzdeki dönemde bu düzene yönelik revizyon taleplerinin daha geniş kesimler tarafından daha güçlü biçimde dile getirilmesi beklenmelidir. 

Bu toplumsal uyanışın etkileri Batı siyaset sahnesinde son dönemde görünür hale gelmeye başladı bile.  Özellikle ABD’de bazı politikacıların İsrail yanlısı lobilerden gelen bağışları iade etmesi, Filistin karşıtı politikaların sorgulanması ve kamuoyunda Siyonizm eleştirilerinin güçlenmesi dikkat çekici gelişmelerdir. İsrail menşeli ürünlere yönelik boykotların yaygınlaşması, üniversite kampüslerinden yerel yönetimlere kadar farklı ölçeklerde hissedilen bir direniş biçimine dönüşüyor. Buna ek olarak bazı Batılı devletlerin Filistin’i resmen tanıması, ateşkes için güçlü çağrılarda bulunması ve Gazze’ye yönelik uluslararası bağışçı konferansları düzenlemeye hazırlanması, siyasal toplum içinde başlayan dönüşümün ilk somut göstergeleri olarak değerlendirilebilir. 

Tüm bu gelişmeler, Batı demokrasilerinde ahlaki değerlerle siyasal temsil arasındaki makasın hızla açıldığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Sivil toplum, vicdanın, evrensel hukuk ilkelerinin ve insan haklarının sesi olarak sahneye çıkarken, siyasal elitler çoğu zaman jeopolitik hesaplara, ekonomik çıkar ağlarına ve diplomatik dengelere sıkışmış görünüyor. Gazze’de yaşananlar, bu iki dünyanın artık birbirinden tamamen ayrıştığını ve bu ayrışmanın Batı siyasetinin meşruiyet temelini sarstığını açık biçimde ortaya koydu.  

Sonuç olarak, Batı’nın kendi içinde yaşadığı bu büyük kırılma yalnızca Filistin meselesine ilişkin politik bir tartışma değil, aynı zamanda demokrasinin vicdanla yeniden buluşma potansiyelini taşıyan tarihsel bir dönüm noktasını temsil ediyor. Antonio Gramsci’nin “zor + rıza” formülasyonuyla açıkladığı meşruiyet anlayışı açısından bakıldığında, Batı siyasetinin zeminini oluşturan sivil rıza mekanizması Gazze soykırımı sonrası ciddi bir sarsıntı geçiriyor. İsrail’in Gazze’de işlediği insanlık suçları karşısında Batılı hükümetlerin güvenlikçi ve stratejik önceliklere dayalı politikalarını sürdürmesi, sivil toplumun insani ve normatif değerlerini görmezden gelen bir çizgiye dönüştürdü. Bu durum, yönetenlerle yönetilenler arasındaki rızaya dayalı bağın çözülmesine, yani meşruiyet krizinin derinleşmesine yol açıyor. 

Söz konusu kırılma, yalnızca devletlerin dış politikasını değil, aynı zamanda Batı demokrasilerinin kurumsal dokusunu da dönüştürme potansiyeline sahip. Yönetimlerin politik meşruiyetinin aşınması; protesto hareketlerinin, doğrudan eylem biçimlerinin ve sivil itaatsizlik pratiklerinin artmasına, partilerin, medyanın ve temsil kurumlarının toplumu yansıtma kapasitesi giderek daha fazla sorgulanmasına zemin hazırlıyor. Bu dinamik, II. Dünya Savaşı sonrasında inşa edilen normatif düzeni ya daha eşitlikçi ve kapsayıcı biçimde yeniden tahkim etmeye ya da büsbütün yeni bir meşruiyet anlatısına evrilmeye zorlayacak bir eşiğe taşıyacaktır. Dolayısıyla yöneten–yönetilen arasındaki bu uçurum, yalnızca bir temsil krizi değil, aynı zamanda sivil rızanın erozyonuna işaret eden bir “rıza krizi”nin hem belirtisi hem de hızlandırıcısı haline geldi.