2025 yılı Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı kararı ile Aile Yılı olarak kabul edilmiştir. Bu kararın alınmasında özellikle istatistik verilerinde açık bir şekilde takip edilen toplumsal değişim göstergelerinin etkili olduğu akla gelebilir. 

Aile ile ilgili temel göstergelere bakıldığında evlenme hızındaki ve doğurganlık oranındaki düşüşe karşılık boşanma hızındaki artışın ciddi bir aşamaya geldiği görülebilir. Hızlanma ve düşme ivmelerinin kısa sürelerde ciddi kırılmalar yaşaması da bu konularda acil çözüm üretme yönünde siyaset izlendiğine işaret etmektedir.  

İstatistiki veriler ve göstergeler, toplumsal gerçekliği bütün yönleri ile açıklayamaz. Toplumsal gerçeklik daima rakamlara yansıyanların ötesinde görünmeyen çok yönlü ilişkilere sahiptir. Ancak bu rakamları ve rakamların değişimini önemsiz hale getirmez. 

Çünkü daha detaylı ve bütünlükçü açıklama yapabilmek gerçekliğin bu yönünün de farkında olmayı gerektirir. Türkiye’de aile kurumunu ve aileye bağlı değişimi anlayarak açıklamak için meseleye çok yönlü bakmak yerinde olacaktır. Burada öncelikle Türkiye’nin 1950’li yıllardan itibaren yaşadığı iç göç hareketliliği ve yakın coğrafyadaki ülkelerde ailenin durumunu anlamaya çalışmak meseleyi çok yönlü görmek açısından bir imkân sağlayabilir.  

Türkiye’nin Milli Şairi Mehmet Akif’in, Safahat’ın üçüncü kitabı olan Hakkın Sesleri’nde aileye ayırdığı bir bölüm vardır.

Biz ki her mevcudu yıktık, gayesiz bir fikr ile; Yıkmadık bir şey bıraktık… Sade bir şey: Aile

Bu mısralar ile başlayan şiir, Balkan Savaşları sırasında “ailî inkılap” tartışmaları etrafında ifade edilen bazı aşırı görüşlere karşı yazılmıştır. Türkiye’nin modernleşme tecrübesine bağlı olarak toplumun değişimi bağlamında tartışılan meselelerden biri de ailedir. Mehmet Akif’in şiirinden oldukça erken bir dönemde kadının konumu, aile içi ilişkiler gibi tartışmalarda dönemin geleneksel kabullerine ters fikirlerin ifade edilebildiği anlaşılmaktadır. 

Yine de Türkiye’de Cumhuriyet döneminde radikalleşen inkılap hareketlerinde kadına ilişkin değişimin eğitim ve resmi kuruluşlara entegrasyon şeklinde bir sınırının olduğu tespit edilebilir. Başka bir deyişle bu değişim, uzun bir dönem için şehirli, eğitim imkanlarından faydalanabilen ve yaşanan değişime kültürel olarak uyum sağlayabilen küçük bir azınlıkta karşılığı olabilecek sosyolojik sınırlara sahiptir.

Diğer toplumlardaki son durum

Türkiye’nin modernleşmesinin iki yüzyılı aşan tarihinde uzun yıllar çoğunluğu köylerde ve köylerden biraz büyük kasaba ve şehirlerde yaşayan bir toplum gerçekliğinde tecrübe edildiği genelde gözden kaçırılmaktadır. Batı’nın sanayi toplumuna geçişte yaşadığı göç hareketliliği köylerden şehirlere doğru devam ederken Osmanlı’da toprak kayıplarına bağlı büyük göç dalgaları demografik yapıyı değiştirse de köy ile şehir arasındaki nüfus dengesinde büyük farklılaşmalara sebep olmamıştır. Hatta 1924 yılında Lozan Antlaşması hükümlerine göre gerçekleşen büyük mübadelede Türkiye’den göç eden Rumların Yunanistan’dan göç eden Türk ve Müslüman unsura kıyasla daha fazla şehirli olduğu bilinmektedir.

Cumhuriyet dönemi ilk nüfus sayımının yapıldığı 1927 ile 1950 arasında Türkiye’de köy (%75) ve şehir (%25) oranının neredeyse hiç değişmediği bir toplumsal yapı söz konusudur. Uzun yıllar savaş halinde yaşamış, genç erkek nüfusunu ciddi oranda kaybetmiş bir tarım toplumunun nüfusunu arttırma siyasetine yönelmesi anlaşılabilir bir durumdur. 

Bununla birlikte 1950’den itibaren başlayan şehirleşmenin tarım toplumu dinamiklerini değiştirdiğini ve 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de şehirlerden büyükşehirlere göçün bir başka iç hareketliliğe sebep olduğunu söyleyebiliriz. İşte aile kurumu, geçen yüzyıldan bu yana iki kritik mekân hareketliliğinin sosyolojik yansımalarını yakın dönemde daha belirgin bir şekilde göstermeye başlamıştır. 

Köy ya da kırsal alanla kurulan temasın zamanla azalması, büyükşehirlerde yaşama pratiklerinin değişmesi, erkeklik ve babalık ile kadınlık ve annelik rollerinin yeni mekân ve zaman şartlarında farklılaşması, geçmişte var olan kurumsal örgütlenmelerin yeni şartlarda kendisini yeniden üretmesini zor hale getirmiştir. Dolayısıyla nesiller arası aktarım sürekliliklerin yanında önemli kırılmalar yaşamak zorunda kalmıştır.  

Bütün bu tartışmalarda Türkiye’de ailenin değişimi konusundaki göstergelerin Türkiye’ye özgü bir durum olup olmadığı akla gelebilir. Bu nedenle Türkiye’deki durumu analiz etmek için hem iç hareketliliğe bağlı değişime hem de Türkiye ile yakın coğrafyadaki ülkelerdeki genel eğilimlere bakmak, meseleyi daha etraflıca analiz etmeye imkân sağlayabilir.  

Türkiye, Ortadoğu’dan Avrupa’ya uzanan önemli bir coğrafi konumda bulunmaktadır. Türkiye mevcut nüfusu itibariyle Avrupa’nın en kalabalık, Orta Doğu’nun ise Mısır ve İran’dan sonra en kalabalık 3. ülkesidir. Aile, evlilik, çocuk sahibi olma gibi konularda OECD, Dünya Bankası ve Dünya Değerler Araştırması verilerine bakıldığında Türkiye’nin iki yüzyılı aşkın değişim sürecine rağmen Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinden farklı bir durumda olduğu belirgin bir şekilde ayırt edilmektedir.  

Birçok sanayileşmiş ülkede aile, 1960’lardan itibaren değişimin de ötesinde ciddi bir dönüşüm yaşayarak çok daha farklı bir toplumsal gerçeklik bağlamına geçmiştir. Türkiye’deki veriler ve göstergeler, bu ülkelerden çok İran ve Mısır gibi Orta Doğu ülkelerine daha yakındır. 

Evlenme ve doğurganlık hızının azalması, boşanmaların artması, ilk evlenme yaşının yükselmesi gibi değişim göstergeleri İran ve Mısır’da da Türkiye’dekine benzer yönelimleri yansıtmaktadır. Bu değişim sürecinin aileye, evliliğe, çocuk sahibi olmaya, anneliğe ve babalığa atfedilen değerleri de değiştireceği tahmin edilebilir.  

Bir yandan da bu ülkelerde aileyi çok önemli bir kurum olarak kabul eden ve önemseyen geleneksel kabullerin hâlâ karşılığı bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye de dahil olmak üzere pek çok Orta Doğu ülkesinin eskiden devam eden sürekliliklerini yeni şartlarda nasıl sürdürebilecekleri ile ilgili bir eşikte oldukları tespit edilebilir.  

Türkiye, İran ve Mısır arasındaki karşılaştırmalarda nispeten Mısır’ın geleneksel aile değerlerine daha bağlı ve daha az değişmiş bir yapısının olması dikkat çekmektedir. Mısır’ın Türkiye ve İran ile kıyaslandığında hâlâ az kentleşme oranına sahip olması, nüfusunun önemli bir kısmının kırsal bölgelerde yaşaması ve tarım-hayvancılıkla uğraşması, bu farklılaşmanın en önemli sebeplerinden biridir. 

Tıpkı Türkiye gibi İran ve Mısır da tarihlerinin en düşük evlenme ve doğurganlık hızı ile en yüksek boşanma verilerine sahiptir. Diğer taraftan bu ülkelerde nüfusun yaşlanması da ortak eğilimlerin yaşanabileceğine işaret etmektedir. 2025 Aile Yılı’nda Türkiye’de aile meselesini toplumun kendi gerçekliğinde kendine özgü bir durum olmanın ötesinde görmek ve yakın coğrafyaya bakmak bu nedenle açıklayıcı olacaktır. Ayrıca küresel ve daha büyük sistem kaynaklı yapısal etkenleri göz ardı eden politikaların karşılığının alınması da pek mümkün gözükmemektedir.