Orta Doğu’da Yürütülen Asimetrik Savaşta Teopolitik Bağlam

Ortadoğu'daki asimetrik savaşların, dini ve ideolojik nedenlerinin yanı sıra, güç dengeleri ve savaş stratejileriyle nasıl iç içe geçtiğini, bölgesel istikrarı ve modern savaş yöntemlerinin altında yatan dinamikleri Prof. Dr. Şinasi Gündüz Fokus+ için kaleme aldı.
Şinasi Gündüz
Ortadoğu’da Yürütülen Asimetrik Savaşta Teopolitik Bağlam
23 Şubat 2024

Genelde askeri ve ekonomik imkanlar açısından birbirine denk olmayan güçler arasındaki mücadelede daha zayıf görünen tarafın gayri nizami savaş yöntemlerine başvurması bağlamında kullanılan asimetrik savaş, modern dönemde savaşın tarafı olan hemen her kesimin sıkça başvurduğu bir yöntem olarak dikkati çeker. Güçlü olanlara karşı gerilla taktikleriyle ya da birbirine eşit güçlerce kontrol edilen gruplar eliyle yürütülen vesayet savaşları boyutuyla özellikle içinde yaşadığımız coğrafyada karşımıza çıkar. Bugün Suriye’de, Irak’ta ve Filistin’de yaşanan da özü itibarıyla bir asimetrik mücadele, bir vesayet savaşıdır.  

Irak ve Suriye'de asimetrik savaşın teopolitik boyutları 

Afganistan’a, Irak’a ve Libya’ya müdahalede bizzat kendi varlıklarıyla yer alan küresel güçler, bölge genelinde çıkar ve menfaatlerini kendileri adına mücadele eden yerel unsurlara havale etmektedirler. Bölgede küresel güçler karşısında kendi çıkar ve menfaatlerini korumaya çalışan yerel yapılar da yine sıkça kendileri adına çatışan birtakım örgütler aracılığıyla bu mücadelede taraftırlar. Bu asimetrik savaşta en görünür hususlardan birisi yürütülen mücadelenin ulusal özgürlük, bağımsızlık, eşitlik, hak ve hukuk arayışı gibi argümanlar yanında sıklıkla dini/teolojik birtakım söylemlerden hareketle meşrulaştırılma çabasıdır. Bu dini/teolojik argümanlar arasında şer güçlere karşı verilen mücadele, cihat, beklenen Mesih ya da Mehdi döneminin inşası gibi söylemler özellikle dikkati çekmektedir. Böylelikle yürütülen mücadele teopolitik bir zemine oturtulmaya ve meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.  

Bunun en çarpıcı örneği Irak ve Suriye’de kabaca içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarından itibaren yaşanan hadiselerde karşımıza çıkmaktadır. 1980’li yıllarda yaşanan İran-Irak Savaşı özü itibarıyla bir vekalet savaşı görünümündeydi. Her iki ülkenin de ciddi kayıplar verdiği ve yıkımdan başka hiçbir bir kazanç elde edemediği bu savaşta bir milyona yakın insan yaşamını yitirdi. Savaşta Irak’taki bazı ayrılıkçı Kürt gruplar İran lehine pozisyon alırken İran’daki Halkın mücahitleri gibi muhalif gruplar da Irak lehine savaşa katıldı. İran devriminin oluşturduğu ortamda bölgesel çıkar ve menfaatlerini korumaya çalışan ABD ve İngiltere gibi küresel güçler Irak’ı İran’a karşı savaşa kışkırtıp destekleyerek, sonunda her iki ülkenin de kaybedeceği bir durumun oluşmasını sağladı. Bir bakıma Irak geniş resimde ABD ve İngiltere menfaatleri adına bir vekalet savaşı yürütmüş oldu. ABD ve İngiltere gibi küresel güçler gerek bölgedeki siyasal ve ekonomik çıkarlarının korunmasına gerekse bölgedeki en büyük yatırımları olan işgalci Siyonist yapının, İsrail’in korunması açısından bölgenin önde gelen iki devletinin askeri ve ekonomik kaynaklarını ciddi oranda yıpratmış oldu. Kuşkusuz savaşta ağır faturayı ödeyenler arasında Irak Kürtleri de vardı; Felluce katliamında binlerce masum kişi kimyasal silahlarla yok edildi. Ayrıca bölgenin enerji kaynakları da ağır darbe aldı.  

Bu savaşta gerek Irak’ın gerekse İran’ın yürütülen mücadeleyi siyasal gerekçeler yanında dini/teolojik argümanlarla meşrulaştırması da dikkati çekti. Zamanın Arap dünyasının Mısır’la birlikte ikinci büyük askeri gücü olan ve bölgede ciddi bir ekonomik güç olarak ön plana çıkan Irak, Sünni Arap dünyasının muhafızı rolüyle Şii İran’ın yayılmacılığını böylelikle engelleyeceği düşüncesindeydi. Irak’ta ciddi bir yekûn oluşturan Şiilerin İran tarafından kontrol edilip Sünni iktidara karşı kullanılacağı endişesi yanında sapkın addedilen Şii geleneğiyle mücadelenin Sünni Arap dünyasında kendisini lider haline getireceği kanaatindeydi. İran ise devrimden aldığı güçle bölgede Şii yayılmacılığını esas alan, bunun için bölgedeki irili ufaklı Şii gruplar üzerinde etkili olmaya çalışarak devrim ihraç etme çabasıyla öne çıktı. İran bu çabasını Iran-Irak Savaşı sonrası dönemde de bölgede Afganistan’dan Suriye Lübnan ve Yemen’e kadar uzanan İran’ın merkezde olduğu bir Şii kuşağı oluşturma hedefi bağlamında günümüze kadar devam ettirdi; Suriye ve Yemen’den Pakistan ve Afganistan’a kadar geniş bir coğrafyada Şii geleneği bağlamında bir mücadeleyi esas alan onlarca örgüt aracılığıyla bir hegemonya oluşturmaya çalıştı.  

Irak'ın dönüşümü ve İkinci Körfez Savaşı'nın başlangıcı 

Irak örneğinde yaşanan gelişmeler bu ülke aleyhine dramatik sonuçlar doğurdu. Zira İkinci Körfez Savaşı ile Batılı hegemonyal güçler bölgedeki yandaşları yanında kendilerinin de fiili olarak müdahil olduğu bir savaş başlattılar. 2003 yılında ABD, İngiltere ve diğer Batılı müttefikleri el-Kaide’ye destek verdiği, kitle imha silahı geliştirdiği gibi gerekçelerle Irak’a savaş açtılar. Savaş açan güçlerin öne çıkan argümanı Irak’a özgürlüğün ve demokrasinin getirilmesiydi. Diğer taraftan zamanın ABD başkanı bunun şer güçlere karşı yapılan “haklı bir savaş”, yeni bir “Haçlı Seferi” olduğunu deklere etti. Haklı savaş ve Haçlı Seferleri yüzyıllar boyu yürütülen savaşlarda Hıristiyan Batının savaşa ve katliama dair zihin yapısında yer alan önemli kavramlar olarak bilinir. Henüz Miladi dördüncü yüzyıl başlarında Kuzey Afrika’da ayrılıkçı olarak görülen Hıristiyanlara (Donatistlere) karşı yapılan katliam, ana gövde kilise tarafından “Haklı Savaş” olarak nitelenmişti. Aziz Augustin gibi Hıristiyan ilahiyatçılar bir şerrin ortadan kaldırılması ve ileride oluşabilecek olumsuzlukların engellenmesi amacıyla gerektiğinde masumların da etkilenebileceği bir savaşı dini ve ahlaki açıdan haklı görüyordu. Bu kavram ilerleyen dönemde Hıristiyan Batının yürüttüğü tüm savaşlarda, yaptığı tüm katliamlarda temel bir gerekçe oldu. Batılı güçler modern dönem de dahil yaptıkları her katliamı, yürüttükleri her savaşı “şer güçlere ya da şer eksenine karşı mücadele” ve “haklı savaş/mücadele” sloganlarıyla kamuoyu nezdinde meşrulaştırmaya çalıştılar. Tarihte yüzlerce yıl süren ve sayısız insanın yaşamına mal olan Haçlı Seferleri de onlara göre kutsal/haklı bir savaştı. Nitekim Irak’a fiili olarak saldırıp bir milyona yakın insanın yaşamını yitirmesine, Irak’ın tüm doğal kaynaklarının yağmalanmasına, bölgede etnik, mezhep ve din ayrışmasına dayalı bölünme ve çatışmaların ortaya çıkmasına yol açan saldırılar da bu şekilde meşrulaştırıldı.  

Suriye iç savaşı ve Filistin çatışmalarının teopolitik yansımaları 

2011 yılında başlayan ve günümüzde hâlâ devam eden Suriye iç savaşı da asimetrik bir savaş olarak karşımıza çıkar. ABD ve Rusya’dan İran ve Türkiye’ye küresel ve bölgesel güçlerin fiilen müdahil olduğu bu savaş ülkede büyük bir yıkıma, bölünmeye ve ileride on yıllarca devem edeceği öngörülen çatışmalara yol açmıştır. Savaşın temel aktörlerinin Suriye’de yaşayan başta Kürtler olmak üzere etnik gruplarla farklı din ve mezhep bağlıları üzerinden bir mücadele yürüttükleri dikkati çekmektedir. Bu mücadelede özgürlük, bağımsızlık, demokrasi, hak ve hukuk gibi sloganlar yanında dinî ve mezhebî argümanlar da çatışmadaki tarafların dikkat çekici motivasyonu olarak karşımıza çıkmaktadır.  

Özü itibarıyla Filistin’de yaşanan çatışma da bir asimetrik savaş, bir vekalet savaşıdır. Bu savaşta işgalci İsrail esas itibarıyla Batılı hegemonyal güçlerin çıkarlarını temsil eden, ABD ve İngiltere gibi emperyalist ve kolonici güçlerin askeri, ekonomik ve siyasi desteğiyle bölgede tutunup ayakta kalan bir yapıdır. İsrail’in Batı çıkar ve menfaatlerinin bölgedeki garantisi olduğu kanaati gerek İsrail gerekse Batılı siyasi ve askeri liderler tarafından son Gazze olaylarında da sıkça vurgulanmıştır. Örneğin Netanyahu kendilerinin Batı çıkar ve menfaatlerini koruduklarını, İsrail düşerse ya da kaybederse sıranın Batılı merkezlere geleceğini sıkça vurgulamıştır. Benzer şekilde ABD başkanı Biden “şayet bir İsrail olmasaydı onu icat etmek zorunda kalırdık” diyerek işgalci Siyonist yapının kendileri için ne kadar vaz geçilmez olduğunun altını çizmiştir.  

İşgalci İsrail ile Batılı müttefikleri arasındaki ilişkide gerek Yahudilik gerekse Hıristiyanlık bağlamında karşılıklı olarak dile getirilen dini teolojik argümanlar da dikkati çekmektedir. Örneğin Gazze’ye yönelik saldırılarda İsrail siyasi, askeri ve dini liderlerinin yürüttükleri saldırıları meşrulaştırma bağlamında sıklıkla Yahudi kutsal metninden bazı referanslara atıfta bulundukları dikkati çekmiştir. Bu doğrultuda Filistinlilere karşı yürütülen mücadele beklenen Mesih dönemiyle ilişkilendirilmiş ve ışık güçlerinin karanlık güçlerine karşı yürüttükleri bir savaş olarak nitelenmiştir. Ayrıca Filistinliler İsrailoğullarının tarihsel düşmanları olan Amaleklerle özdeşleştirilmiştir. Böylelikle Gazze’de ve Filistin’in diğer bölgelerinde Filistinlilere karşı yapılan katliam, bebek, çocuk, kadın erkek demeden binlerce masumun yaşamına mal olan soykırım ve etnik temizlik meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Zira Yahudi kutsal metnine göre Amalekler, İsrailoğullarına saldırıları nedeniyle Tanrı tarafından cezalandırılan ve Yeşu eliyle çocuk yetişkin, kadın erkek hatta sahip oldukları at, eşek ve deve tüm canlı varlıklarının yok edilmesinin emredildiği bir topluluktur. Siyonist işgalciler, böylelikle Amaleklerle özdeştirmek suretiyle Filistinlilere reva gördükleri katliam ve soykırımın da bu şekilde meşru ve haklı olduğu kanaatindedirler. Bundan başka sadece önde gelen din adamları değil çeşitli siyasi ve askeri liderler Yahudilerin seçilmişliğine ve arz-ı mev’ud öğretisine vurgu yapmış; Gazze, Batı Şeria ve Kudüs de dahil bu toprakların kendilerine Tanrı tarafından vadedilen topraklar olduğunu bu nedenle Filistinlilerin topraklarının, evlerinin, arazi ve mallarının ellerinden alınmasının ve onarın buradan sürülüp kovulmalarının kendileri için bir hak olduğu kanaatini dillendirmişlerdir.  

Peki, Filistin’de yürütülen soykırım ve etnik temizliğin bu şekilde teopolitik bir bağlama oturtulması zihniyeti yalnızca işgalci Siyonistlerle mi sınırlıdır? Doğrusu başta ABD olmak üzere İsrail saldırganlığına destek verenler dikkate alındığında bu yalnızca işgalci Yahudilerle sınırlı değildir. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılı hegemonyal ülkelerde oldukça etkili olan ve kendilerine “Hıristiyan Siyonistler” denilen çevreler de genelde Orta Doğu’da özelde Filistin’de yürütülen mücadeleyi dini/teolojik bir perspektiften okumaktadırlar. Örneğin ABD senato üyesi Lindsey Graham, Gazze olayları üzerine bunun bir “din savaşı” olduğunu ve bu savaşta kendilerinin İsrail yanında olduklarını vurgulamıştır. Benzer vurguyu diğer birçok Batılı önde gelen figür de şu ya da bu şekilde dillendirmiştir. Evanjelik Hıristiyan kimlikleriyle dikkati çeken bu çevrelere göre şu anda Ortadoğu’da özellikle de Filistin’de cereyan eden olaylar, tanrısal planın bir parçasıdır. Onlara göre her şeyden önce Yahudiler kutsal kitapta, Kitab-ı Mukaddes’te ifade edildiği gibi Tanrı’nın seçilmiş halkıdır ve bu topraklar onlara Tanrı tarafından vadedilmiş topraklardır. Dolayısıyla bu Hıristiyanlar da Yahudilerin seçilmişlik ve vadedilen topraklar öğretileri dini anlamda inanmakta ve bu doğrultuda işgalci Siyonistlerin yaptıklarını onaylamaktadırlar. Ayrıca bu Hıristiyanlara göre şu anda yaşanan olaylar Tanrı Oğlu İsa Mesih’in yeryüzüne ikinci gelişinin ayak sesleridir. Zira bunların inancına göre İsa Mesih’in yeryüzüne ikinci gelişi öncesi Yahudilerin vadedilen topraklara dönmeleri, burada egemen olmaları ve Yahudi mabedini üçüncü kez tekrar inşa edip faaliyete geçirmeleri gerekmektedir. Ayrıca bu sürecin bir parçası olarak yöredeki halkların onlara saldırmaları, büyük bir katastrofun yaşanması, nihayetinde iyi ile kötünün ayrışacağı Armegedon savaşanın ortaya çıkası ve nihayetinde İsa Mesih’in gökten inerek tanrısal krallığı başlatması beklenmektedir. Evanjelik Hıristiyanlar, tüm bunların bir an önce gerçekleşmesi için bu konuda atılacak her adıma, her girişime destek vermeyi kendileri için dini bir görev, bir yükümlülük olarak görmektedirler.  

Anlaşılacağı üzere başta ABD olmak üzere Batı’da oldukça güçlü ve etkili olan bu Hıristiyan Siyonistler de Filistin’de yaşanan olayları dini/teolojik bir perspektiften ele almakta, bu olaylara ilişkin siyasi, ekonomik ve askeri argümanları bu dini gerekçelerden ayrı görmemektedirler. Böylelikle örneğin bugün özellikle Gazze örneğinde yaşanan soykırım ve etnik temizlik meşrulaştırılmakta, işgalcilere her anlamda sınırsız destek verilmekte ve işgale direnenler Tanrı’nın planına direnip karşı çıkanlar şeklinde adeta şeytanlaştırılmaktadır. Bütün bunlar, içinde bulunduğumuz coğrafyada sıklıkla asimetrik savaş şeklinde yaşanan çatışmaların teopolitik bir zeminle meşrulaştırılmasına dair çarpıcı örneklerdir.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Popüler Haberler
DSÖ Avrupa Direktörü Kluge Ruh Sağlığı Sorunlarını 'Bir Sonraki Pandemi' Olarak Niteliyorum

Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölge Direktörü Hans Kluge, ruh sağlığı sorunlarını 'bir sonraki pandemi' olarak tanımlayarak, pandemi döneminde artan kaygı ve uyku problemlerine dikkat çekti.

Türkiye-Kuveyt İlişkilerinin 60. Yılı ve Kuveyt Emiri Şeyh Meşal'in Ankara Ziyareti

Kuveyt Emiri Şeyh Meşal, Türkiye'ye gerçekleştirdiği ziyarette, iki ülke arasındaki 60 yıllık diplomatik ilişkileri kutladı ve ekonomik, savunma ve güvenlik alanlarında iş birliğini güçlendirmek için kararlar aldı.

UNICEF Nijerya, Dünyada Okula Gidemeyen Çocuk Sayısının En Fazla Olduğu Ülke

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu, dünya genelinde okula gidemeyen çocuk sayısının en fazla Nijerya'da olduğunu bildirdi.

Refah'ta Sıkışan 1,5 Milyon Filistinli için Endişeli Bekleyiş Devam Ediyor

İsrail ordusunun doğusunda kara saldırı başlattığı Refah'ta çoğu yerinden edilmiş kişilerden oluşan 1,5 milyon Filistinli, bu saldırıların daha da genişletilmesi ihtimali ve gidecek yerlerinin olmaması nedeniyle endişe içinde bekliyor.

Türkiye'ye Yönelen Uluslararası Yatırımcıların İlgisi Artmaya Devam Ediyor

Ekonomi yönetimince atılan adımlar ve Orta Vadeli Program hedeflerine olan bağlılığın devam etmesiyle Türkiye ekonomisine ilişkin belirsizlikler azalırken, Türk lirası varlıklara olan ilgi de artıyor.