İbn Haldun’un meşhur Mukaddime eserinde hükümdarlara son derece yalın bir tavsiyede bulunmaktadır: Eğer ki karalara hükmetmek istiyorsan denizlere hâkim olman gerekir. Bu minvalde değerlendirdiğimizde, İslam devletlerinin tarihte kuruldukları ilk günden itibaren bu kaideye bağlı kaldıklarını görüyoruz. 

Akdeniz’de Batı’nın burnunun dibinde kurulan Endülüs Devleti, Sicilya İslam Emirliği ve Girit İslam Emirliği Müslümanların denizleri, bilhassa Akdeniz’i, bir beka meselesi olarak gördüklerinin en mücessem kanıtıdır. 

Tarık bin Ziyad’ın İspanya’ya adım atmasından hemen sonra Müslümanlar bölgede tam beş devlet kurdular: Endülüs Emevîleri (756-1031), Tavâifu’l-Mülûk dönemi (1031-1090), Murâbıtlar dönemi (1090-1147), Muvahhidler (1147-1229) ve Gırnata Benî Ahmer Emirliği (1238-1492). Yani İstanbul fethedildikten 40 küsur yıl sonra dahi İspanya’da İslam sancağı dalgalanmaya devam ediyordu.  

Bu sancağın altında huzur içinde dünyanın bütün mazlumları gölgeleniyordu. Örneğin o dönemde Batılılarca dünyanın “Lanetli Kavmi” olarak görülen Yahudiler barış ve huzur içerisinde yaşıyordu. Küçücük Endülüs, liderliği İstanbul’a kaybedinceye kadar dünyanın en büyük ilim ve sanat merkeziydi. Müziğin efendisi Ziryab, Güvercin Gerdanlığı eseriyle sembolist tahayyülün zirvesine oturan İbn Hazm, Anadolu’ya gelerek İslam hamurunun mayasını çalan İbn Arabi, sosyoloji biliminin babası kabul edilen İbn Haldun, felsefenin sınırsızlığını ortaya koyarak sınırları zorlayan İbn Rüşt ve daha sayısız mütefekkir bugün mum olup dibini aydınlatamayan İslam âlimlerinin aksine Endülüs’ten florasan ışık gibi etrafına nur saçıyordu. 

Tunus Aglebi Emiri Ziyâdat-Allâh, 827 yılında Müslümanlar adına adım attığında bugün Roma içinde bulunan Vatikan beldesine kadar at koşturacaktı. Sicilya Emirliği’nin gazileri Aziz Petrus Bazilikası’nın dibinde İslam sancağını dalgalandırıyor ve Batı’ya başkentlerinin kalbinde net mesajlar veriyordu.  

Sicilya Emirliğinde İtalya’da 300 üzerinde cami ve sayısız medrese inşa edilmişti. Tıpkı Endülüs’te olduğu gibi Sicilya bir güven adasına dönüştürülmüştü. Ebu Abdullah el-Karani, Ebu Said b. İbrahim, Ebu Bekir es-Sikilli, El İdrisi, İbn Abi Usaybia ve İbn el-Muaddib gibi sayısız âlim Sicilya toprağında yeşermişti. Ayrıca yok olmaya yüz tutmuş sayısız Batı menşeili eser Müslümanların buradaki tercüme faaliyetleri sayesinde kurtarılmıştı. 

Endülüs yetimi Ebû Hafs ‘Ömer b. Şu‘ayb el-Ballûtî, vatansız kalan ve mülteci diyerek İslam beldelerinden sürülen halkını yanına alarak 818 yılında Akdeniz’in kalbine Girit Emirliği’ni bir mühür olarak vuracaktı. Bizim Endülüsi olarak bildiğimiz Ebu Hafs’ın kurduğu bu küçük emirlik; Atina, Selanik ve dahi İstanbul’a seferler gerçekleştirerek Bizans’ın dokunulmaz ve ulaşılmaz olmadığını tüm İslam âlemine gösterecekti. Endülüsi, bir avuç muhacir ile Girit’e ayak bastığında tıpkı atası Tarık bin Ziyad gibi evvela gemileri yakacak ve ardından Girit’i herkesin canından ve malından emin olduğu bir beldeye dönüştürecekti. Ne yazık ki yaklaşık 140 yıl sonra bu emirlik Bizans eline düştüğünde yapılan katliamlar Endülüs’te olacakların habercisi olacaktı. 

Akdeniz’in yeni fatihleri: Osmanlılar 

Osmanlı Devleti, diğer beyliklerinin aksine bir kara devleti olarak kuruldu. Karesioğullarını hâkimiyetine aldıktan sonra bu beylikten kendisine miras olarak geçen donanma ordunun intikali ve lojistik amacıyla kullanıldı. 1453 yılında, İstanbul fethedildikten sonra, Fatih Sultan Mehmet; Osmanlıların sonsuza kadar bir kara devleti olarak kalamayacağını anlayarak tersanelerin yapımına hız verdi. 

Yavuz Sultan Selim zamanına gelindiğinde Osmanlı’nın deniz hinterlandı içerisinde Karadeniz, Marmara, Akdeniz, Kızıldeniz, Basra ve hatta Hint Okyanusu bulunuyordu. Kanuni Sultan Süleyman iktidara geldiğinde ise kara gücüne oranla Osmanlı’nın denizlerde son derece zayıf kaldığını kısa sürede anladı. Sultan Süleyman, bu noktada son derece stratejik bir adım atacak ve Endülüs, Sicilya ve Girit gibi devletler kuran Mağribli “gaziü’l-bahr”lerle (Müslüman korsanlar) ile bir stratejik ittifak kuracaktı. Bu durum Akdeniz’de dengeleri yaklaşık iki asır sonra yeniden Müslümanlar lehine değiştirecekti. 

Bu dönemde Akdeniz’de durum son derece karmaşıktı. Kıbrıs ve Malta gibi stratejik adalarda konuşlanan Saint Jean tarikatı Akdeniz’de Müslümanların güvenliği açısından büyük bir tehdit teşkil ediyordu. Saint Jean tarikatının kuruluş amacı ve yemini bölgede Müslümanlara zarar vermek üzere kurulmuştu. Bu örgütün iplerini elinde tutanlarsa esasen İspanyollardı. Osmanlı ile ticareti geliştiren Venediklilerin ticari ve siyasi hinterlandını kırmak isteyen İspanyollar, koyu Katolik ideolojiyle, Vatikan’ın da desteği ile Akdeniz’de Osmanlılara karşı bir çeşit Haçlı mücadelesi başlatmıştı.  

Cervantes’in esareti 

Osmanlı’ya karşı başlatılan harplerde ön cephede yer alan İspanyolların içerisinde modern romanın kurucusu olarak kabul edilen Don Kişot’un yazarı Cervantes de bulunuyordu. Miguel de Cervantes Saavedra, esaret hayatı öncesi müzmin bir İslam ve Türk düşmanıydı. Bu durum meşhur eseri Don Kişot öncesi kaleme aldığı eserlerine de yansımıştı. Cervantes yasak olmasına rağmen düelloya girişince hapis cezasından kurtulmak ve maceraya girişmek adına Akdeniz’e açılmayı ve Müslümanlara karşı savaşmayı tercih etti.  

Cervantes, tarihe İnebahtı Savaşı olarak geçen çarpışmada yer almış ve Müslüman tüfeklerinden çıkan üç kurşun kendisine isabet etmişti. Omzunda iki kurşun kolundan da bir kurşun darbesi yiyen Cervantes, bu çarpışmada köse kalmıştı. Yine de kahramanlıkları nedeniyle subayları tarafından övgü dolu referans mektuplarıyla ödüllendirilmişti. Cervantes başından geçen bu hadiseyi bir şiirinde şu sözlerle anlatacaktı: 

“Bu güzel, şirin çağda kederliyim  

Bir elimde kılıç, bir elimde dökülmüş kan,  

Acılar ve yaralar içinde sinem!  

Yaralanmış elim artık, bin yere bölünmüştü!  

Ama memnuniyet hissi yüreğime hükmediyordu.” 

Oysa Müslümanların henüz Cervantes ile işi bitmemişti. Meşhur yazar bu elim hadiseden sonra evine döndüğü bir sırada sürpriz bekliyordu. Deli Memi olarak bilinen meşhur Müslüman gaziü’l-bahrin eline esir olarak düştü. Dışarıdan asil biri görünmemesine rağmen cebinden çıkan referans mektupları Cervantes’in başını yakacaktı.  

Önce Cezayir’e getirilen Cervantes’in, köleliğinin ilk yıllarında düşündüğü tek şey kaçmaktı. Bu teşebbüsleri Don Kişot romanına da yansıyacaktı: 

“Arzu ettiğim şeye ulaşmanın yollarını Cezayir’de arıyordum. Çünkü özgür olma isteğimi asla kaybetmemiştim. Her başarısız kaçma girişimimden sonra umutsuzluğa düşmüyor, aksine ne kadar ümitsiz ve zayıf da olsa, yeni çareler aramaya çalışıyordum.” 

Cervantes, meşhur eserinin muhtelif yerlerinde esaret tecrübeleri ve Müslümanlar hakkında geniş bilgiler verecekti: 

“İşte bu şekilde hayatım Türklerin bano (hamam) dedikleri ve Hıristiyan esirleri hapsettikleri yerde geçiyordu. Bu zindanlarda Hıristiyan esirlerin yanı sıra beylerbeyine ve diğer kişilere ait esirler, yani mahzen esirleri olarak adlandırılan köleler bulunmaktaydı. Bunların kime ait olduğu bilinmediği için fidyelerinin ödenmesi imkânsızdı ve dolayısıyla özgürlüklerine kavuşmaları söz konusu olamazdı. Bu yüzden de kaçmalarını engellemek için onları buraya kapatmışlardı. Ancak beylerbeyinin esirleri diğer esirlerden farklı olarak diğerleriyle birlikte çalıştırılmaya gönderilmezdi, fakat fidyeleri gecikirse, onlar da diğer esirlerle birlikte odun kesmeye yollanırdı.” (Cervantes – Don Kişot) 

Bir başka iddia ise Cervantes’in İstanbul’a geldiği ve Kılıç Ali Paşa camisinin inşaatında çalıştığı. Ancak bu iddiayı doğrulayabilecek somut bir kanıt yahut eserlerinde bir pasaj ile karşılaşamadık. Cervantes’in esaret sonrası kaleme aldığı eserlerde Müslüman imajı, öncesinde yazdıklarına nazaran daha hakkaniyetlidir. Cervantes, öcü olarak gösterdiği Müslümanlarla beş yıl birlikte yaşadıktan sonra yazdığı “Oviedolu Katalin Sultan” eseri bunun en mücessem örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Cervantes, Türklere hiç esir düşmemiş olsa muhtemelen La Mancalı Don Kişot eserini hiç yazamayacaktı; çünkü Don Kişot eserindeki şeref ve özgürlük arayışı Cervantes’in hayatının genel bir muhasebesine dayanıyordu.  

Heberer’in esareti 

Cervantes ile hemen hemen aynı yıllarda esir düşen bir diğer isim Michael Heberer idi. Osmanlı’nın Malta korsanlarına yaptığı bir baskında ele geçirilen Heberer, payitahtta uzun yıllar yaşamış ve dönemin kültürel havasını yansıtan çok önemli bir eser olan anılarını kaleme almıştı. Heberer de Cervantes gibi Müslümanlara hakkaniyetli yaklaşmış ve bir hadise üzerinden Müslümanların adilane davranışını şu sözlerle belirtmişti: 

“Bu olayı anlatmamım nedeni, Türklerin de ahlaka aykırı davranan kişileri cezalandırdıklarına dair bir örnek vermektir. Çünkü onların toplumunda her türlü ahlaksızlığa izin verildiği, zina, fuhuş ve -hepsinden kötüsü- hayvanlarla cinsel ilişkide bulunmak gibi sapık davranışların yaygın olduğu kanısı hâkimdir. Oysa Türk toplumunda sadece bekârların arasındaki yasadışı [ilişki] biraz daha hoşgörüyle karşılanır ve çok ağır cezalandırılmaz, ama Türk erkeklerin veya Türk kadınların Hıristiyanlarla ilişkiye girmesi kesinlikle affedilmez. Ben, Türklerin yalnız zinayı ve fuhuşu değil, hayvanlarla cinsel ilişkiye girmeyi de çok ağır biçimde cezalandırdıklarına, duruma göre suçlunun küreğe ve hatta ölüme mahkûm edildiğine tanık oldum. Hırsızlık, gasp ve cinayet de bundan daha hafife alınmamaktadır.” (Michael Heberer Hatıralar) 

Heberer esaret beratını aldıktan sonra ülkesine döner ve bugün Müslümanlar hakkında geniş bilgiler sunan hatıralarını kaleme alır. Bu süreçte herhangi bir zorbalığa maruz kalmaması eserine de yansıyacaktı. 

Korsanların elinde bir şehzade: Cem Sultan 

Akdeniz rekabetinde Müslümanların eline birçok önemli şahsiyet esir düşmüştü; ama benzer şekilde çok kritik isimler de Batılı korsanların eline geçmişti. Bunların içerisinde muhtemelen en meşhur isim Cem Sultan’dı. Fatih’in bazı rivayetlere göre tahta en çok çıkmasını istediği şehzadesi Cem, kardeşi Beyazid’e yenildikten sonra Mısır’a kadar göçtü. Buradaki Memlukler şeytanın bile aklına gelmeyecek bir planla Cem Sultan’ın Rodos Şövalyelerinin eline geçmesine neden oldular. Cem Sultan, Haçlı kalıntısı korsanların eline esir düştüğünde Şövalyeler ondan yere kapaklanarak secde etmesini istediler. Cem Sultan onlara şu cevabı verecekti: 

“Papa’dan mağrifet umarlarmış ben mağrifeti Allahu ta’âlâdan umarım bu husûsda Papa’ya hiç ihtiyacım yokdur ölüme razı olurum dinime ihanet zarar olacak iş işlemem ama ben aranıza bir and ile gelmiş bulunan bir garibim bunca zamandır beni zulum ile hapsettiniz. Seni Papa davet eyledi diye beni buraya getirdiniz nice bilirseniz öyle edin” (Haydar Bey - Vâkıât-ı Sultân Cem) 

Haçlı korsan Şövalyelerin Üstadı Pierre d’Aubusson dahi Cem’in esaretine duyduğu üzüntüyü gizleyemiyordu. Öte taraftan Akdeniz korsanları bu büyük ganimetle açık denizlerdeki Müslüman varlığını sonlandırmayı planlıyordu:  

“Şimdi Mehmed’in menfur ırkını mahvetmek artık Hristiyanların elindedir. Şehzâde Cem’e asker verilecek olursa taraftarları kuvvet bulacaklardır. Cesaretten mahrum olan kardeşi bundan son derece korkacaktır. Kardeşinin maiyetinde o derece mükemmel serdarlar yoktur. İçlerinde en mükemmeli, Otranto fatihi Gedik Ahmed Paşa’dır; o da kendisine karşı hareket etmek için münasip bir fırsat bekliyor. Hatta Sultan Cem’e bu yolda bir mektup yazmış, talihinden meyus olmamasını, bil’akis şimdilik ahvale tâbi olmasını tavsiye etmiş.” (Ahmet Refik Altınay- Sultan Cem / Geçmiş Asırlarda Osmanlı Hayatı) 

Akdeniz’de başlayan rekabetin belki akılda kalan en mücessem esaretleri bunlardı; ama Akdeniz’de esaret bu isimlerle sınırlı değildi. Akdeniz’in kaderini değiştiren Oruç Reis gibi isimler de bu esaretten nasibini alanlardandı.