Timbuktu, her daim ilmin ve zenginliğin merkezlerinden birisi olmuştu. Afrika’nın en ücra noktalarında İslam, Timbuktu’nun barışçıl ve ilme aç kara tenli çocuklarıyla gönüllere oluk oluk akıyordu. Tüm İslam alemi, Songay Sultanlığına, Mansa Musa’nın torunlarına, uzaktan büyük bir teveccüh ile bakıyordu. Kendi gayretleri ile İslam’ı Afrika’da yaymak için giriştikleri çaba İstanbul’dan da takdirle takip ediliyordu. Osmanlı Devleti, Afrika’nın bu ücra bölgelerine, Songay ve Timbuktu Paşalığına, 16. yüzyıldan itibaren elçiler gönderiyor ve onların elçilerini büyük bir hürmetle İstanbul’da ağırlıyordu. 

Oysa, bölgenin dillere destan olmuş zenginliği Fas’ta hırslı bir sultanın da dikkatini cezbediyordu. Ahmed el-Mansûr, Fas’ta iktidarı elde ederken İspanyollar ve İngilizlerle yakın temas halinde olan yerel bir liderdi. Osmanlı Devleti, onun fütursuz ittifakları ve işgallerine karşı Kılıç Ali Paşa’yı bölgeye göndermiş ve Fas’tan kaçmasını sağlamıştı. Lakin Ahmed el-Mansûr, çeşitli hediye ve nedametlerle Osmanlı padişahının affını kazanarak tekrar ülkesine döndü. Ahmed el-Mansûr, Osmanlı’nın stratejik hinterlandına doğru ilerleyip göze batmaktansa yönünü Afrika’nın savunmasız ve zengin iç bölgelerine çevirdi. 

Yaklaşık dört bin kişilik bir ordu hazırladı ve başında bir İspanyol dönmesi komutanla Mali’nin zenginliklerini ele geçirmek için harekete geçti. Daha önce barutlu silahlara karşı mücadele etmemiş Songaylar, bu zalim ordu karşısında direnemedi. Mansûr’un ordusu öylesine zalimane bir katliam ve yıkım gerçekleştirmişti ki Timbuktu’da neredeyse hayat emaresi kalmamıştı. Mansa Musa’nın maddi ve manevi mirası harap olmuş ve Afrika’nın kapıları sömürgeci devletlere sonuna kadar açılmıştı. Osmanlı’nın büyük gayretlerle kuzeyde tutmaya çalıştığı sömürgeciler, Müslüman bir ordu ile Afrika içlerine sızmayı başarmış ve ardı arkası kesilmeyecek katliam ve işgallerin miladı olmuştu. Tüm İslam alemi Ahmed el-Mansûr’a lanet etse de vaziyet bad'el harâb'ül-Basra idi. Mansa Musa’nın ölümü ile başlayan gerileme, Faslı Sultan Mansûr ile yıkım boyutuna varmıştı. Buyurun, Mansa Musa’nın öyküsüne, ondan sonra yaşananlara birlikte bakalım… 

Mansa Musa’nın yolculuğu ve mirası 

Mansa Musa, 1312 yılında Mali’de iktidarı ele geçirdikten sonra çoğu kimse onu serveti ile hatırlıyor. Onun tahta oturduğu 1312 yılı Müslümanlar için sancılı bir evredir. O tarihlerde Anadolu, Irak ve Suriye gibi bölgeler Moğol istilası altında harap olmuş durumdaydı. Mısır’da Memlukler henüz yeni bir devlet olarak ortaya çıkmış ve bölgede güç arayışındaydı. Kısacası, İslam dünyası infilak etmiş bir bombanın ardından pusun yeni yeni dağıldığı bir manzara görünümündeydi. İşte, böyle bir dönemde Mansa Musa, çoğu atlı birliklerden oluşan yaklaşık yüz bin kişilik bir ordunun başındaydı aynı zamanda. 

Elbette Mali ordusu Anadolu’ya kadar gelip Moğollarla çarpışabilecek kapasite ve tecrübede bir ordu değildi ama Afrika birliğinin sağlanabilmesi adına Kral Musa, eski kıtanın tarihinde eşine az rastlanan bir ordu meydana getirmişti. 

Mansa Musa, büyük yolculuğunda yanında götürdüğü altınlar üzerine çok yazılıp çizildi ama dönüş yolunda beraberinde getirdikleri ise nispeten az bilinmektedir. O, evvela hatırı sayılır miktarda kitabı beraberinde getirmişti. Bu eserlerin çoğu İslam’ın güney ve iç Afrika bölgelerinde daha doğru anlaşılır yayılması için özenle seçilmiş tefsir ve usul kitaplarıydı. 

Bunun yanı sıra Endülüslü büyük şair ve mimar Ebu İshak el-Şaili, Kral Musa’nın dönüş yolunda beraberinde getirdiği isimlerin arasında bulunuyordu. Onun kerpiçlere aktardığı Endülüs estetiği bütün Afrika mimarisini kökünden değiştirecek ve Sudani-Saheli akımının doğmasını sağlayacaktı. Sankoré Medresesinin yanı sıra Cenne Camisi olarak bilinen eser bu tarzın en güzel örneklerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.  

Mansa Musa’nın bu yolculukta ülkesine getirdiği diğer yeniliklerden birisi de medrese kültürüydü. Kralın kurduğu medreseler öylesine yerleşik bir hal almıştır ki Ahmed el-Mansûr’un ordusu bölgeyi harap etmeye gelmeden evvel Timbuktu medreseleri Kahire ve İstanbul’dan sonra çölde uzakta parlayan bir yıldız görünümündeydi. Şehir el yazması sanatında ise bahsi geçen ülkeleri dahi gölgede bırakmış durumdaydı. 

National Georaphic Channel’den Henry Louis Gates’in tespitine göre; kıyımdan önce felsefe, teoloji ve Kur’an eğitiminin önemli merkezlerinden birisi olan Timbuktu’da yirmi beş bin civarında ülke dışından gelen öğrenci bulunuyordu ki bu rakam İslam aleminin en büyük medresesi kabul edilen Ezher ile yarıştığını göstermektedir.  

Mansa Musa yönetiminin siyasi ve dini kökleri 

Bilindiği üzere her devlette iktidarı elinde tutan hanedanlar soylarına bir kut katmak adına bir aileye ya da önemli bir kişiye intisap eder. Kureyşli olmak, seyit olmak, Hz. Ali’nin evlatlarına uzanan bir soy ağacının bağlanması gibi intisaplar söz konusudur. Afrika’da gerek Mansa Musa’nın imparatorluğu ve gerekse sonradan kurulan devletlerin tamamında kut anlayışı kazanmak adına soyun bir şekilde Hazreti Bilal’e bağlandığını görüyoruz.  

Mansa Musa’nın da buna başvurması, yani devleti dini bir teoloji üzerine inşa etmesi gösteriyor ki onun hedefi özellikle iç kısımlara doğru bütün bir Afrika krallığını elde etmek ve Afrikalıları bir sancak altında toplamaktı. Bu anlamda bir asır evvel, 13. yüzyılda, yaşamış ve Afrika’da İslam’ın yayılması için mücadele etmiş Kral Barmandana’nın Kral Musa üzerinde etkili olduğunu rahatlıkla görüyoruz. Ayrıca dönüş yolunda büyük servetler ödeyerek peygamberin soyundan dört kişiyi de kafilesine dahil etmesi de yine bu amaca yönelikti.  

Mansa Musa’nın mezhep konusunda da sıkı bir Maliki olduğunu tarihçi Markizi’den öğreniyoruz. Markizi’nin aktardığına göre; Mısır’da Memluk sultanı Muhammed bin Kalavun ile görüşeceği sırada Çerkes hizmetliler Kral Musa’dan eğilerek el etek öpmesini ister. O ise cevaben “Ben Maliki mezhebindenim ve Allah’tan başkasına secde etmem.” Sözlerini sarf edecekti. Bu mezhebin bugün Mali ve civarındaki yaygınlığı dikkate alındığında Kral Musa’nın bu konuda da ileri görüşlü ve hassas davrandığı rahatlıkla görülebilmektedir. 

Mansa Musa’nın seyahati ile alakalı olarak az bildiğimiz konulardan birisi de eşkıya baskınları ve kaybolmalardır. Çöldeki bedeviler, Mansa Musa’nın kervanına yüzlerce saldırı yapmıştı. Ünlü Afrika tarihi uzmanı Nehemia Levtzion’a göre; maiyette bulunanların üçte biri ya öldürülmüş ya da kaçırılarak köleleştirilmişti. Ayrıca kervanın sık sık yolunu kaybetmesi ile defalarca rotadan çıkılmış ve bu durum ciddi zayiatlara neden olmuştu.  

Mansa Musa’nın bu yolculukta yaptığı bir diğer şey Fas’taki Merînîler ile diplomatik ilişki kurmasıdır. Onun bu teşebbüsü Portekiz ve İspanyolların dikkatinin Afrika içlerine kaymasına neden olan gelişmelerden birisidir. Bu teşebbüsten kısa süre sonra Abraham Cresques isimli Yahudi, tüm İspanya’nın dikkatini çeken Mansa Musa’nın ülkesinin altın rezerv haritasını çıkartacak (1360-1375) ve sömürgecilerin amansız işgaline vesile olacaktı. Tarihin cilvesi olsa gerek aynı İspanya, Yahudilere tarihte eşine az rastlanan bir katliam başlatacak ve Yahudilerin imdadına yine bir İslam ülkesi olan Osmanlı koşacaktı.  

İmparatorluğun çöküşü 

Mansa Musa, 1337 yılında hayatını kaybettiğinde hem büyük serveti hem de ülkesi süratle dağılma evresine girdi. Tahta geçen kardeşi Mansa Süleyman; cimri, hoş görüşsüz ve paranoyak bir kraldı. Mansa Musa zamanında kraliçe, kraldan sonra ülkede en etkili ve yetkili kişiydi. Oysa Süleyman tahta geçer geçmez sabık kralın eşini, yani kraliçeyi hapsettirdiği gibi kraliçe makamındaki kadına tanınan tüm yetki ve hakları; soylu dahi olmayan ikinci karısına devretti. Bu gelişmeler üzerine ordu, Mansa Süleyman’ı devirmek için iki kez darbeye teşebbüs etmişse de başarılı olamadı.  

Mansa Süleyman’ın bedbaht yönetimi ve askeri hareketliliği bir de ünlü Arap seyyah İbn Batuta’dan dinleyelim: 

Ben Mali’deyken hükümdar, amcakızı ve aynı zamanda büyük hatun olan Kâsa’ya öfkelendi. ‘Kâsâ’ siyahlar nezdinde kraliçe anlamına gelir ve onların töresine göre yönetimde hükümdarın ortağıdır… Hükümdar bu hatunu kumandanlarından birisinin evine hapsettirerek yerine bey soyundan gelmeyen diğer karısı Bencû’yu geçirdi. Ahali bu konuda ileri geri laflar etti, hükümdarın yaptığı bu işi beğenmedi…Kumandanlar Kâsâ ile ilgili dedikoduya başladığında hükümdar onları büyük kabul salonunda topladı Tercüman Duga öne çıkarak oralıların diliyle kumandanlara seslendi.  

-Siz Kâsâ ile ilgili çok laf ettiniz! O büyük bir suç işlemiştir! Daha sonra Kâsa’nın cariyelerinden ayakları zincirli, elleri boynuna bağlı bir kız getirildi.  

-Bildiğini söyle! dendi ona.  

Cariye kız, Kâsa’nın kendisini amcaoğluna gönderdiğini, hükümdarı tahttan indirme konusunda ona çağrıda bulunduğunu anlattı. Meğerse Kâsâ, Kenburi’ye kaçan Jata’ya:  

-Ben ve bütün ordu senin emrindeyiz diyormuş. Kumandanlar bu sözleri duyunca  

-Büyük bir suç bu! Kâsâ ölümü hak etti dediler. Kâsâ ölüm korkusuyla hatibin evine sığındı” 

Mansa Musa’nın ailesinden kişiler Mansa Süleyman’a baş kaldırmışsa da bu isyan bastırılmıştı. Kral Süleyman’ın ölümünden sonra yerine oğlu Kanba geçti. Lakin taht kavgaları daha da derinleşmiş, Kanba ancak 9 ay iktidarda kalabilmişti. Mansa Musa’nın büyük imparatorluğu taht mücadeleleri ile adeta parça parça yıkılıyordu. Nihayet 1360 yılında Mansa Musa ailesi, tahtı Mansa Süleyman ailesinden geri alarak Kral Musa’nın torunu II. Mari Jata’yı tahta oturtmuştu. Kral Jata, müsrif ve akli sorunları olan tam bir deliydi. Elindeki okla yoldan geçen herhangi birisini öldürmekten zevk alacak kadar acımasız davranışlar gösterirken dedesinin bütün mirasını günden güne zevk ve sefa ile yağmalıyordu. Neyse ki ecel erkenden gelmiş ve Kral Jata ölmüştü. Yerini ise oğlu II. Mansa Musa geçmişti. 

II. Musa, tıpkı dedesi Mansa Musa gibi ahlaklı, cömert ve dinine bağlı bir kraldı; ama kendisinden önce gelen krallar öyle büyük yaralar açmıştı ki II. Musa, kangren olmuş yaraya ancak yara bandı yapıştırabiliyordu. Yine de onun devrinde devlet on dört yıl boyunca bir restorasyon döneminde kalmıştır.  

II. Musa’dan sonra tahta oturan II. Mansa Magha, saray siyasetini idare edememiş ve nihayet tahta kendisini Mansa Qu soyundan olduğunu söyleyen bir sahtekâr Mansa Mahmut oturmuştu. Yani Mansa Musa’nın imparatorluğu ve serveti dağılmadan önce ailesi tahttan uzaklaştırılmış oldu.  

Bugünkü Gambiya, Senegal, Nijer ve Kuzey Sahra’ya kadar uzanan bir coğrafyada büyük Mali İmparatorluğunu kuran Mansa Musa, Afrika’nın altın çağını yaşatmıştı. Ülkesi kendi hanedanı tarafından yıkıma sürüklenirken maddi mirası işgalciler ve Batılı sömürgeciler tarafından talan edilecekti. 

Kral Mansa Musa, büyük Hac yolculuğu ve zenginliği ile tanınır. Bu ün yalnız İslam beldelerinde değil, Batı dünyasında da ses getirir ve sömürgecilerin iştahını kabartır. Oysa bu zenginliğin dışında Kral Mansa Musa, Afrika’da İslam’ın yayılması ve anlaşılmasına sunduğu katkıların yanı sıra kendisinden sonra sayısız eser bırakmış bilge bir kral olarak tarihteki yerini almıştır.