İşlevsel değerler 

Hayatımız değerlerle örülü. Para veya altın gibi maddi değerlerin yanında, dostluk veya yardımlaşma gibi manevi değerler de hayatımızı şekillendirir. Bir şeyin hayatımızda kalmasını istiyorsak ona değer veriyoruz demektir. Bir şey hayatımızdan çıktığında üzülüyorsak anlarız ki hayatımızdan çıkan şeyin bir değeri vardı. Peki bir şeyi değerli kılan nedir? Bir şeye değerini ne verir? 

Bu sorunun cevabını aramaya çok basit bir yerden başlayabiliriz. Parayı değerli kılan nedir? Öncelikle alım gücü. Para, karşılığında sahibine ne aldırır? Parayı değerli kılan, onun para sahibine olan katkısıdır. Bu katkı her zaman parayla alınabilecek şeyler olmayabilir. Para, alım gücü dışında kişiye özgüven ve itibar da verebilir. Her ne olursa olsun, bu, değerin kişiye katkısı ile orantılı olduğunu ortaya koyar. Paranın değeri, onun işlevidir. Tedavülden kalkan bir paranın değerini yitirmesi de işlevini yitirmesi nedeniyledir. Tedavüle yeni giren para o değeri kazanacaktır bu defa. Ancak aynı eski para, antika hükmündeyse başka bir işlev yüklenerek yine değer kazanmış olur. Her iki durumda da işlevden söz etmiş oluruz. 

Bu akıl yürütmeyi değerli gördüğümüz tüm eşyalar için kullanabiliriz. Hatta eşya olmasına gerek yok. Eşya gibi bize bir katkıda bulunacağını düşündüğümüz her şey, değerini işlevinden alır diyebiliriz. Bir koltuğun değeri onun işlevidir. İşlev görmeyen koltuk değerini kaybeder. Bir kurumun da değeri onun işlevidir. İşlev görmeyen kurum değerini kaybeder. 

Ontolojik değerler 

Ancak değer verdiğimiz her şey eşya türünden veya eşyanın sağladığı işlevlerden ibaret değildir. İnsan ilişkilerini ele alalım. Anne-babanın, kardeşlerin, eşin, çocukların veya arkadaşların değeri nereden gelir? Eğer bu değerin onların işlevinden geldiğini düşünürsek, örneğin anne-babanın çocuğu yetiştirmesiyle bu değerin sona ermesi gerekirdi. Ancak böyle olmuyor. Ya da yıllarca görmediğiniz bir arkadaşın değeri, sadece arkadaşlık sırasında elde edilen katkılardan ibaret olamaz. Çünkü öyle olsaydı, uzun süre görüşmemekle katkı sunma işlevi sıfırlanır ve arkadaşımız değersizleşirdi. Durumun yine böyle olmadığını, yıllarca görmediğiniz halde bir arkadaşınızın kaza haberini aldığınızda anlayabilirsiniz. Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir. Hepsinde, insanlara verdiğimiz değerin onların işlevlerinden ibaret olmadığını vurgulamak istiyorum. İşlevleri değilse insanları değerli kılan nedir? 

İnsanlara verdiğimiz değerin kaynağını anlamak için bir düşünce deneyine başvurabiliriz. Düşünün ki bir çocuğunuz var ve bir sabah uyandığınızda çocuğunuzun yatağında aynı cinsiyette, aynı yaşta, aynı boy ve kiloda başka bir çocuk yatıyor. Şaşırıp o çocuğu uyandırıyorsunuz. Uyanan çocuk sizi tanıyor ve size sarılıyor, sevgi sözcükleri ediyor. DNA testi yapılıyor, çocuk size ait. Ama hala siz onu hala tanımıyor ve kendi çocuğunuzu hatırlıyorsunuz. İşin ilginç yanı, eşiniz, varsa diğer çocuklarınız, çevrenizdeki insanlar da çocuğunuzu hatırlıyor. Ama o nerede belli değil. Şimdi buna göre, yeni çocuk eskinin tüm işlevlerini yerine getirebilir olduğu halde, eski çocuğun değerini üstlenemez. Yeni çocuk değer kazanamaz demiyorum, ama öncekinin değerini (tedavüle yeni giren para gibi) alamaz. İkisi farklı değerlerde olabilirler. 

Bu deneyden çıkan sonuca göre, bir insanın değeri her şeyden önce onun yerine başka bir şeyin konulamazlığındadır. Burada insanların toplumsal rollerinden bahsetmediğim açık. Bir öğretmen gider, diğeri gelir ama öğretme işlevi aynıysa öğretim açısından sorun yoktur. Bu, toplumsal rollerin de işlevsel değere ne kadar yakın olduğunu gösterir. İlişkide olduğumuz insanlara verdiğimiz değer, onların biricikliğinden gelir. Bir insan, diğerinin aynı değildir. Bir insan diğeriyle aynı işlevleri bile görse diğerinin yerine geçmez. Bu demektir ki, her bir insan var olmak itibariyle değerlidir. Yani, insanların değeri işlevsel değil ontolojiktir. 

Ontolojik değer, bir şeyin var olması itibariyle değerli olması demekse, var olan her şeyde bu değeri de görebileceğimiz sonucu çıkar. İnsan, o zaman, sadece bu değere sahip değildir aynı zamanda bu değerin taşıyıcısıdır. Çok sevdiğiniz birinden hediye aldığınız bir saati düşünelim. Bu saat işlevini yitirse bile sizin için değerini kaybetmeyecektir. Çünkü saat, işlevsel değerinin ötesinde bir insan aracılığıyla ontolojik değer de almıştır. Hele ki hediye eden vefat ettiyse, sizin için o saat paha biçilemez hale gelir. Değerler, sadece birebir insan ilişkilerinde kalmaz, eşyaya sirayet eder. 

Sanat, ahlak ve dinî inanç 

Eşyaya sirayet eden değerler, insanların işlevleri aştıkları gibi birebir ilişkileri de aştıklarına işarettir. Sanat eserleri, işlevlerin ötesinde ve üstelik birebir ilişkilerle sınırlı kalmayan değerlere ulaştığımızın önemli göstergelerindendir. Mozart’ın 40. Senfonisi, işlevsel değeri olan pek çok notadan oluşur. Her bir nota, Senfoni’nin değerine hizmet etmektedir. Ancak bu sanatsal şaheserin değeri, Mozart’ın müziğinin işlevsel olmasından kaynaklanmaz. Yani 40. Senfoni, parçaların işlevleriyle açıklanamayacak bir değere sahiptir. Müzik, gürültü değildir. Mozart, aşkın estetik değerlere ulaşarak bestesini oluşturduğu için, o değerlere ulaşabilen herkese hitap edebilir. Aşkın bir değer olarak sanat, sıradan nesneleri sanatsallaştırma gücüne sahip olur. İnce işlemelere sahip bir kapı kolunun kapıya verdiği sanatsallığı düşünün. Sıradan bir kapı koluyla aynı işleve sahip olsa da sanatlı kapı kolu artık işlevi aşan bir değere kavuşur. Ve kullanan kişiler de bu aşkın değerlerle temasa geçer. 

Aşkın değerlere ulaştığımızın bir başka göstergesi, ahlakî iyi ve kötü yargılarıdır. Ahlak, Kant’ın meşhur sözünde olduğu gibi “üzerimizdeki yıldızlı gök” gibi işlevlerden ibaret değil, “içimizde bir yasa”ya bağlıdır. İçimizdeki yasalar, kültüre, şartlara, zeka düzeyine göre neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda farklı değerler içerebilirler. Ancak iyi ve kötü değerlerinin kendileri, işlevlerin ötesinde ve ilişkileri de aşan yargılardır. Ahlakî doğruların toplum tarafından şekillendiğine dair görüşler bile, neden böyle bir değerin olduğunu açıklama noktasında yetersiz kalırlar. Çünkü ahlakî değerler, herhangi bir işleve indirgendiğinde (mesela toplumun refahı, huzuru vs.) bizzat ahlakî olma niteliğini kaybederler. Aşkın bir değer olarak ahlak, sıradan davranışları ahlakîleştirme gücüne sahiptir. Normalde dışarı çıkmak için açtığınız kapıyı düşünelim. Eğer bir hasta veya yaşlı için kapıyı açarsanız, davranışınız işlevinin dışında aşkın bir değere kavuşur. Ve bu davranış sahibi gibi bu davranışın muhatabı da aşkın değerle temasa geçmiştir. 

Aşkın değerleri, dinî inanç ve uygulamalarda da sıklıkla görürüz. İşleve indirgenemeyecek inançlar, kutsal bir değerin ya sembolü ya kendiyle ilgilidir. Ramazan ayında tutulan oruç, değerini Tanrı’nın emrinden alır. Açlığın sağladığı faydalar ve ramazan ayının ve orucun toplumsal işlevleri bu ibadetin değerinden farklı şeylerdir. Kutsal bir Yaratıcı’nın emrine muhatap olmak ve uymak tek başına bir değer taşımalıdır. Orucun taşıdığı değer, aç kalmayı ve susuzluğu işlevlerinin ötesinde ontolojik olarak değerli kılar. Aşkın bir değer olarak, dinî inançlar, nesneleri de kutsallaştırma gücüne sahiptir. Paranın işlevsel değerinden bahsetmiştik. Ancak sahip olduğunuz parayı, sadaka veya zekat olarak ihtiyaç sahiplerine vermek, paranın sıradan işlevlerinin ötesinde bir değer kazanmasıdır. Bu sayede parayı veren de alan da aşkın bir kutsal değerle temasa geçebilir. 

Belli işlevlerin, sanat, ahlak ve dinî inanç aracılığıyla aşkın değerler kazanmasının tersine, sanatsal, ahlakî ve dinî değerlerin işlevine indirgendiği de olur. Namazın toplumsal kabul görmek için kılınması gibi. Sanatın markaların satışlarını arttırması gibi. Ahlakî zaafları, güç kazanmak için cezalandırmak gibi. Bu gibi örnekler, söz konusu değerlerin daha değerli görülen bir amaç için araçsallaştığını gösterir. İnsan başta olmak üzere, varlığı biricik olan her şey, başka bir şey için araçsallaştırıldığında ontolojik değerini kaybeder. 

Sonuç olarak, her şeyin işleve indirgendiği bir dünya ontolojik olarak değersiz bir dünya olacaktır. Araçsallaşan her şey kendi değerini yitirir. Sevdiklerimizle birebir ilişkilerimiz gibi sanat, ahlak ve dinî inançlar da bize dünyanın işlevden ibaret olmadığını, yaşamımızı araçsallaştıramayacağımız değerlerle sürdürdüğümüzü hatırlatır.