Uluslararası ilişkileri analiz ederken çokça dile getirilen önermelerden biri devletlerin rasyonel aktörler olduğudur. Bunun en basit anlamı, devletlerin özellikle kritik kararlar alırken kar-zarar dengesini gözettiği ve duygusal olarak tatmin düzeyi yüksek olsa da irrasyonel hareketlerden uzak durma yoluna gittiğidir. Her ne kadar anayasasına, kuruluş mefküresine ve kültürel arka planına bağlı olarak devletler, özellikle de İran ve İsrail gibi aşkın referanslara yoğun şekilde başvuranlar, rasyonalitenin sınırlarını zorlayacak ideolojik söylem ve aygıtları sık sık kullansalar da iş son kertede pratiğe geldiğinde onlara, rasyonel çıkarlarının yön vereceği düşüncesi de bir alt önerme olarak kabul edilebilir. Bu nedenle devletlerin politikalarını anlamaya çalışırken sistem ve kurumlar bireylere öncelenir. Bu ana önerme ve onun alt önermelerinden hareket edecek olursak İran-İsrail hattında yaşanan son gerilime ilişkin de rasyonel bir sonuca varmamız gerekir. Bunu yaparken temel uluslararası hukuk mevzuatı işimizi kolaylaştırabilir. 

Nitekim 13 Nisan’daki saldırısının İsrail’in 1 Nisan’da Şam’daki konsolosluk binasını hedef alarak içlerinde Devrim Muhafızları Ordusu komutanlarının da bulunduğu 7 İranlıyı öldürdüğü saldırı karşısında nefsi müdafaa hamlesi olduğunu savunan İran, eylemini meşrulaştırmak için BM Şartı’nın ilgili 51. Maddesi’ne referansta bulundu. Şam’daki saldırıyı resmi olarak üstlenmeyen İsrail ise genel anlamda tüm bölgedeki özeldeyse Suriye’deki saldırılarını aynı şartın muhtelif maddelerine ve BM Güvenlik Konseyi’nin çeşitli kararlarına dayandırıyor ve hatta “ön alıcı” (pre-emptive) ya da “geleceğe dönük” (anticipatory) nefsi müdafaa gibi yaklaşımlarla bu hakkı sulandırmaktan geri durmuyor. Mevcut gerilimde provokatif tarafın İsrail olduğu net. Ancak gerilimin tarafları olan iki devlet de bu uluslararası hukuka riayet etmeleriyle meşhur değil. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz yüzyılda bizzat onu dünyaya empoze eden güçlerce sayısız defa ihlal edildiğini de hatırda tutarak hem İsrail’in hem de İran’ın eylemlerinin hangi rasyonel zeminde şekillendiğini anlamak için uluslararası hukuk referanslarına bakmanın yeterli olmadığı sonucuna varabiliriz. Bu noktada da hukuk daha çok bir meşrulaştırma işlevi görüyor. Öyleyse İran’ın saldırısının arkasındaki “rasyonaliteyi” başka bir yerde aramamız gerekiyor.  

Humeyni, Carter ve “ahmakça” bir manevra 

Humeyni yanlısı İranlı devrimcilerin 4 Kasım 1979’da Tahran’daki ABD Büyükelçiliğini işgal etmesi 20. yüzyılın önemli diplomatik krizlerinden birine neden olmuştu. Dönemin ABD başkanı Carter’ın siyasi hayatının bitmesinde önemli etkisi olan bu krizin kritik eşiklerinden biri de 44 sene önce 1980’de yine bir Nisan ayında yaşandı. Carter’ın hem İran’ın elindeki elli üç ABD vatandaşını hem de kendi siyasi kariyerini kurtarmak amacıyla onayını verdiği 24-25 Nisan’daki Kartal Pençesi kod adlı operasyon, bir ABD helikopterinin ve bir kargo uçağının İran’ın kuzey doğusunda bulunan Tebes’teki çöllük bölgede düşmesi ve sekiz ABD askerinin ölmesi sonucu fiyaskoyla sonuçlandı. Bu operasyonun “İslam dünyasına karşı yapılmış bir saldırı” olduğunu ve hatta bunun bütün dünyayı ABD aleyhine harekete geçireceğini savunan Humeyni, Carter’ın bu hamlesini “ahmakça bir manevra” olarak tanımladı, bu hareketiyle onun siyasi “haysiyetini” sıfırladığını ileri sürdü, başkanlıktan ümidi kesmesi gerektiğini söyledi ve ekledi: “İran’a gelmek isteyen Sayın Carter’ın bu helikopterlerini (kim) düşürdü? Biz mi düşürdük? Kumlar düşürdü. Kumlar Allah tarafından memur edildi. Rüzgar da Allah’ın memurudur. Âd kavmini rüzgar yok etmişti. Bu rüzgar Allah’ın memurudur, bu kumların hepsi memurdur.” Dönemin Cumhurbaşkanı Ali Hameney daha da ileri gidip Kuran-ı Kerim’in Fil Suresi’ni okuyarak bu olayı Kabe’ye saldıran Ebrehe’nin ordusundaki fillerin Allah’ın gönderdiği ebabil kuşlarıyla yok edilmesine benzetti. Sonraları, Humeyni’nin her el hareketiyle bir helikopterin düştüğü yönünde İran’da üretilen efsanevi söylentiler bu konunun nerelere evirildiği yönünde fikir verebilir. Burada dikkatimizi çekmesi gereken ise Humeyni’nin Carter’ın operasyonunun “uluslararası hukuku aykırı” bir hareket olarak nitelemesidir. Diğer bir dikkat çekici nokta da İran’ın ABD’nin bu hamlesini en azından misilleme anlamında karşılıksız bırakmış olmasıdır. O dönem için İran, gerilimi tırmandırmanın akıllıca bir hareket olmayacağını düşünmüştü. Zaten o tarihten bu yana İran, ABD’yi ya da “habis rejim” olarak nitelediği İsrail’i doğrudan hedef almaktan sakınmış ve 2020’de Trump yönetimindeki ABD’nin Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’yi öldürmesi karşısında dahi sembolik bir misilleme yapmakla yetinmişti. Peki İran bu defa neden daha cüretkar davrandı? 

“Stratejik sabır” taştı mı?  

“Stratejik sabır” ve “savunmacı realizm” İran’ın dış politika tavrını tanımlarken sıklıkla kullandığı kavramlar arasında. İran’ın kendine denk ya da kendinden üstün gördüğü güçler karşısında takındığı bu tutumu 13 Nisan itibarıyla terk ettiğini söylemek yanlış olur. Nitekim çeşitli düzeydeki İranlı yetkili isim birkaç gündür gerilimin büyümemesi için üst üste açıklama yapıyor. İran, Türkiye gibi ülkeler kanalıyla da ilgili taraflara bu yönde mesajlar iletti. Elde ettiğini savunduğu kazanımlar İran’ı tatmin etmiş gibi görünüyor. Bu kazanımlardan ilki İran’ın ABD’ye müzakereye açık bir ülke olduğu görüntüsünü vermek. 7 Ekim’den bu yana Tahran ile Washington arasında İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki saldırılarını İran’ın dahil olduğu bir bölgesel gerilime çevirmeme konusunda gayri resmi haberleşmeler olduğu biliniyor. İsrail ile yaşadığı gerilimde İran çeşitli kanallardan ABD yönetimine misillemesinden hem önce hem de sonra ilettiği haberlerle müzakere kanallarını açık tutan bir devlet olduğu mesajını vermiş oldu. Bölgede geniş çaplı bir çatışma istemediğini belirten ABD’nin de bu mesajı olumlu karşıladığı anlaşılıyor. Bunun yanında İran, İsrail’i ince ayarlarla yapılmış bir misillemeyle hedef alarak bizzat Tel Aviv yönetimine sıcak bir çatışmadan yana olmadığını da göstermiş oldu. Bu noktadan sonra, şimdiye dek olduğu gibi şimdiden sonra da gerilimin seyrini İran değil İsrail belirleyecek. Ama her halükarda rasyonel çıkarları İran’ın kapsamlı bir çatışmaya girmesini imkansız kılıyor.  

Ülkesinin misilleme hamlesinden hemen sonra İran’ın BM Daimi Temsilcisi Emir Said İravani yaptığı açıklamada İran’ın ABD ile çatışma arayışında olmadığını belirtti. Zira İran, İsrail ile çatışmanın ABD ile çatışmak ve Avrupa’da iyi ilişkiler içinde bulunduğu Almanya ve Fransa gibi ülkeler ile karşı karşıya gelmek anlamını taşıdığını biliyor. Bu da özellikle içinde bulunduğu çeitn ekonomik koşullar dikkate alınırsa İran’ın alabileceği türden bir risk değil. Ancak tüm bu yaşananların İran’ın dikkate alması gereken ve genelde bu tarz durumlarda çok hesaba katmadığı bir boyutu daha var: bölge devletlerinin yaklaşımı. Ürdün hariç tutulursa bölge başkentlerinin çoğu İran’ın İsrail saldırısına karşılık vermesine tepki göstermese de İran’ın daha önce bu boyutta görücüye çıkmamış olan füzelerinin Ortadoğu semalarında uçmasının İran konusunda belirli farkındalıkları tetikleyeceği aşikar. Bu nedenle, İran’ın balistik füze programı bundan sonra göze daha fazla batacaktır. Elbette aynı şey İran’ın nükleer programı için de geçerli. Bu farkındalık bölgedeki silahlanma arayışına da hız verecektir. Son olarak, İran’ın takındığı bu tutumun ve içine girdiği alarm vaziyetinin ülke içinde askeri unsurlar ve şahin çevreler lehine ve dış dünyayla daha ılımlı ilişkiler yürütmek isteyenler aleyhine etkileri olacaktır. Bu, İran’ın hamlesinin mutlak anlamda akıllıca olup olmadığına karar vermeyi zorlaştıran bir durum. Bu nedenle, İran’ın hamlesi haklı bir gerekçeye dayansa ve konjonktürel olarak tatmin edici görünse ve hatta beklenenden daha dikkat çekici olsa da bu hamlenin ne derece “akıllıca” olup olmadığını önümüzdeki süreçte yaşananlar belirleyecek. Bugünden bakıldığında manzara İran’ın çok boyutlu çıkarları açısından pek olumlu görünmüyor.