Şırnak'ta tarihi izler: Hz. Nuh ve Cudi Dağı efsanesi  

Bu yazımda, askerlik hayatım boyunca edindiğim çeşitli deneyimlerden birini- Şırnak'ta yaşadığım bir tecrübeyi- paylaşmak istiyorum. 1977 yılında İstanbul Kuleli Askerî Lisesi'nde başlayan askerlik serüvenim, farklı görevler ve çalışma alanlarına kapı açtı. Detaylarına diğer yazılarımızda yer vereceğim bu deneyimler arasında, pilot olarak ilk kez Şırnak iline gittiğim zaman karşılaştığım, insanlık için önemli bir konuyu ele alacağım. 

Şırnak isminin "Şehri Nuh" ifadesinden geldiği söylenir. 1993 yılında bu ifadeyle ilk kez karşılaştığımda, tarihe olan merakımı harekete geçirerek konuyu derinlemesine araştırmaya karar verdim. Araştırmalarım, Şırnak'ın güneyindeki Cudi Dağı'nda yer alan Nuh Peygamber Tepesi'ne odaklandı. Bu tepenin, Hz. Nuh'un mezarının Cizre'de olduğu bilgisiyle desteklenen önemli bir yer olduğu anlaşılıyordu. Ayrıca, Göbekli Tepe ve Mardin'in Dargeçit ilçesindeki Boncuklu Tepe kazıları, insanların bu bölgede binlerce yıl öncesinden beri yaşadıklarını gösteriyor. Bu tarihsel bulguların 12.000 ila 13.000 yıl öncesine dayandığı tahmin ediliyor, ancak bu tarihlerin daha fazla teyit edilmesi gerekmektedir.  

Hz. Nuh Peygamber, insanlık tarihinde ikinci bir ata olarak kabul edilir. Yüce Allah'ın emriyle inşa ettiği gemi, ona ve gemiye binenlere, insanlık için yeni bir başlangıcın kapılarını aralıyordu. Bu nedenle, geminin indiği yer, adeta insanlığın yeni bir 'Sıfır Noktası' olarak tanımlanabilir. Bu “Yeni Sıfır Noktası”, insanlığın yeniden doğuşunun ve tarihinin yeni bir sayfasının başlangıcı olarak görülmektedir. 

İnsanlığın ortak kökenine dair multidisipliner bakış  

İnsanlık tarihinin başlangıcına dair en büyük merak konularından biri, Nuh'un Gemisi'nin yeri üzerine odaklanıyor. Cudi Dağı ve Ağrı Dağı arasındaki bu tarihi bağ, kronolojik bir yaklaşımla inceleniyor. Dil bilimciler, arkeologlar, sosyologlar ve din bilimciler bu konuda ne diyor?  

Şırnak'ta Hz. Nuh'un gemisinin Ağrı Dağı yerine Cudi Dağı'na indiği iddiaları üzerine, bu bilgilerin kaynaklarını araştırmaya başladım. Öncelikle, Kur'an-ı Kerim'de Hud Suresi'nin 44. ayetinde, Hz. Nuh'un gemisinin 'el-Cudi' olarak adlandırılan bölgede oturduğu belirtiliyor. Diğer yandan, Ağrı Dağı ile ilişkilendirilen bilgiler, Tevrat'ta geçen ve Ermeni kaynakları tarafından 'Ararat' olarak adlandırılan ifadelere dayanıyor. İbranice'nin sadece sessiz harflerle yazıldığını göz önüne alarak, dil bilimcilerle yaptığım görüşmelerde, bu ifadenin aslında 'R-R-T' olarak yazıldığını ve muhtemelen bölgenin tarihi adı olan Urartu'dan türediği sonucuna vardık.  

Dil gruplarının ayrıştırılması ve sınıflandırılması üzerine yaptığım araştırmalarda, Toros, İran Dağları, Hindikuş ve Himalaya dağlarının etrafında dil gruplarının oluşumunu inceledim. Güneydeki Hint-Avrupa ve kuzeydeki Ural-Altay dil gruplarının yanı sıra, bir yabancının bahsettiği 'Torakan' dil grubunu da keşfettim. Bu dil gruplarının, dağ bloklarının toplulukların hareketlerini sınırlaması sonucu şekillendiği anlaşılıyor. Güneyde deniz yoluyla Avrupa'ya kadar uzanan Hint-Avrupa dil grubu ve kuzeydeki Avrasya kıtasında oluşan Ural-Altay dil grubu bu coğrafi dağılımın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.  

Bu bulgular, insanlığın Hz. Âdem ve Hz. Havva'dan türediği ve sonrasında Hz. Nuh'un gemisine binenlerin kuzeye ve güneye doğru yayılarak çoğaldıkları, böylece farklı dil gruplarının oluştuğu tezini destekliyor. Pilot olarak bu bölgelerde bulunmam ve yerel kültürleri gözlemlemem, bu araştırmalara derin bir içgörü kazandırdı. 

Önceki tartışmalarımızda belirttiğimiz gibi, kronolojik ve bütüncül, multidisipliner bir bakış açısıyla incelendiğinde, dilin insan ilişkileri üzerinde önemli bir etkisi olduğu açıkça görülmektedir. Bunun yanı sıra, dinin de insanları birleştirme ve topluluk oluşturma gücüne sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu perspektiften bakıldığında, insanlığın daha sonradan ortaya çıkan küçük dil grupları ve özellikle Nuh Peygamber'den sonra İbrahim Peygamber ile devam eden peygamberler zinciri dikkate alındığında, tüm insanların aynı kökten geldiği sonucuna varabiliriz. 

Bu ayrışmaların insanların kendi iradeleriyle oluşmadığı, dolayısıyla bunları çatışma nedeni olarak görmek yerine bir zenginlik olarak kabul etmenin, tüm insanlık için dünya üzerinde huzurun tesisi açısından değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısı, farklı kültürel ve dilsel arka planlara sahip insanların birbirleriyle daha barışçıl ve anlayışlı ilişkiler kurmasına olanak tanıyabilir.  

Bosna, Afganistan, Kosova ve NATO görevlerim süresince, farklı ülkelerden gelen ve çeşitli diller konuşan kişilerle iş birliği yapma fırsatım oldu. Bu deneyimlerim sırasında, öncelikle insanları birleştirebilecek ortak noktaları belirlemeye çalıştım. Dil farklılıklarına rağmen, gördüğüm en belirgin ortak nokta, tüm insanların aileleri ve çocukları için daha huzurlu bir dünya arzusu idi. 

Barış gücü görevlerinde, Türk personelinin bölge insanlarıyla kurduğu uyum dikkat çekiciydi. Bu uyum, güvenin artmasına önemli ölçüde katkı sağladı. Diğer yandan, bazı ülke temsilcilerinin, barış gücü görevlerinde olmalarına rağmen, kendi ülke yaklaşımlarını öne sürmek zorunda kalmaları, bazen bulundukları ülkenin değerleriyle uyumsuzluk yaratabiliyordu. Bu gözlemler, farklı kültürel ve politik arka planlara sahip ülkelerin barış gücü görevlerindeki etkileşimlerinin karmaşıklığını ortaya koyuyor. 

Yazımızda vurguladığımız üzere, mevcut bilimsel veriler ve tarihsel analizler ışığında, insanların esas olarak öncelikle Toros Dağları'nın güneyi ve Mısır civarında çoğalarak dünyaya yayıldıkları anlaşılmaktadır. Bu durum, insanların bir araya gelmeleri ve ortak bir köken paylaşmaları için daha fazla neden sunmaktadır. Bilimsel verilerle desteklenen, tek bir dilden türeyen çeşitli diller ve tek bir Tanrı, Allah inancına yönelmemek için somut bir gerekçe bulunmamaktadır. 

Bu bağlamda, Yugoslavya'nın dağılma süreci sırasında Bosna'da görev yaparken tanık olduğum bir olayı paylaşmak istiyorum. Bir Sırp subayının büyüklerinden aktardığı bir ifade vardı: ‘Biz en huzurlu dönemimizi Osmanlı Yönetimi zamanında yaşadık, siyasetçilerimiz aramızda kavgalara neden oldu.’ Bu ifade, hoşgörüye dayalı yönetim sistemlerinin, huzur ve istikrar için ne kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir. 

Devlet yönetimi ve inanç değerleri açısından, toplulukların hoşgörüyü temel alması, toplumun genel huzurunu korumak için elzemdir. Bu bağlamda, hastalıklı düşüncelerin toplum bünyesinde etkin olmaması için eğitim başta olmak üzere tüm alanlarda yeterli hassasiyetin gösterilmesi gerekmektedir. Özellikle devlet yönetiminde yer alacak bireylerin, birleştirici ilkeler çerçevesinde eğitilmesi büyük önem taşımaktadır. 

“Yeni Sıfır Noktası” başlığı altında ele alınan, Hz. Nuh Peygamber'in gemisinin Cudi Dağı'na indiği ve buradan dünyaya yayıldığı tezi, diğer bilgilerle de desteklenmektedir. Bu konu üzerinde, ilerleyen yazılarımda göçler ve günümüze yansımalarını birleştirici bir yaklaşımla ele almaya devam edeceğim.