“Tarih”, diyor İbn Haldun, Mukaddime’nin ilk sayfalarında, “öğrencilerin tahsil için uzun yolculuklara çıktığı, miskinlerin ve sıradan kimselerin bile heves ettiği, hükümdarların ve devlet büyüklerinin faydalanmak için yarıştığı, eğitimliler kadar cahillerin de talep ettiği bir fendir.” 

 Bunların olumlu ifadeler olduğunda şüphe olmasa da hemen akabindeki pasaj farklı bir ton getiriyor. Tarihçilerin önemli bir kısmının “asalak ve taklitçi” olduğunu, olayların sebeplerini tahkik etmeyi bırakıp uydurma haberler naklettiğini, böylece ilgilisi için tarihi “hastalıklı bir otlak” haline getirdiğini yazıyor.  

Tarihin çelişkili değeri  

Görünüşte çelişkili bir değeri var tarihin. Bir yandan, geçmişte yaşanan olaylar toplumun her tabakasından insanların ilgisini çekiyor. Geçmişte yaşanan olayları meraka değer bulmakta şüphe etmiyoruz, hatta ortaklaşıyoruz. Tarihe teveccüh eğitim, statü ve otorite bakımından ayrışmış olan toplumu baştan başa kat eden bir yatkınlık. Tarih herkesin kanına başka bilimlere göre daha çok ve daha hızlı karışan, herkesin kanında gezen bir ilgi sahası. Değerini buna borçlu.   

 Diğer yandan, herkese istediğini veren tarihçilerle, herkeste az çok bulunan merak, taklit ve eğlence arayışı buluştuğunda tarih değer kaybediyor. Tarih üreten fail olarak tarihçinin tarihi üretme biçimi, tarihi nesneleştirme yönündeki yaygın eğilime hizmet edebiliyor. Dolayısıyla tarih, tam da rağbetini borçlu olduğu toplumsal ihtiyaç giderildiği anda, yani olayları yalan doğru nakletmekten başka bir şey yapmayan tarihçiler toplumun ihtiyacını giderdiğinde hakikatini ve ciddiyetini kaybediyor. Değeri değersizliğe dönüşüveriyor.  

 Tarihin eğitim ve istihdamda işlevsel rolü 

 1377’de yazılan bir kitaptan bu fikirleri çıkarırken, tarihin bugün de geniş bir toplumsal rağbete mazhar olduğunu unutmayalım. Anakronizme düşmeden şunu sorabiliriz: Türkiye’de ve başka Müslüman ülkelerde bugün tarihle kurduğumuz ilişki İbn Haldun’un taklit ile tahkik arasında yaptığı ayrımda ne yana düşüyor? Tarih bugün neyin nesnesi? 

 Bunun cevabını üç maddede vermek mümkün: 

  1. Eğitim ve istihdam meselesi olarak tarih 
  2. Kültürel tüketim nesnesi olarak tarih 
  3. Mücadele alanı olarak tarih 

 İbn Haldun’un yaptığını yapıp olgulardan yola çıkarsak tarihin öncelikle, giderek büyüyen bir eğitim ve o kadar büyümeyen bir istihdam sahası olduğunu görürüz. YÖK İstatistiklerinde 2022-23 itibariyle 34.145 öğrenci tarih bölümlerinin örgün lisans programlarına kayıtlı görünüyor. Öğrenci sayısı bakımından tarih bölümleri, 667 farklı örgün lisans programı içinde 15. sırada. Sadece sosyal bilimler arasında ise hukuk, işletme, psikoloji ve iktisattan sonra 5. sırada. Açık öğretimde tarih okuyanlarla birlikte halihazırda 90 binin üstünde öğrenci tarih bölümlerinde kayıtlı. Her yıl tarih bölümleri 10 binin üstünde mezun veriyor. Tarih bölümlerinde görev yapan toplam 3.035 öğretim elemanı mevcut. YÖK’ün Tez Merkezi’nde konu olarak tarihi seçerek arama yaptığımızda, 2010’dan bu yana tarih konusunda 12.917 yüksek lisans, 3.372 doktora tezinin yazıldığını görüyoruz. Bu sayılar her sene daha da artıyor.  

 Bu tablonun üniversite tiplerine ve ana bilim dallarına göre nasıl dağıldığını bir kenara bıraktığımızda üç şeyin kitlesel bir boyut kazandığını görüyoruz: Tarih diploması, konusu tarih olan akademik çalışmalar, yükseköğretim kurumlarında tarihçi istihdamı. Tarih, tarihte görülmemiş nicelikte bir bilgi üretim ve aktarım nesnesine dönüşmüş durumda.  

 Esasen tarih eğitiminin bu denli kitleselleşmesi tıp, hukuk, mühendislik başta olmak üzere hem tedrisat hem meslek olarak eskiden beri var olan başka alanların da başına gelen bir hal. Literatürde profesyonel meslekler denilen bu işler Türkiye’de son yirmi yılda yükseköğretimin genişlemesiyle ilk defa bu kadar büyük bir demografik sermayeye açıldı, daha katılımcı bir beşerî yapıya evrildi. Ancak istihdam piyasalarının bu genişlemeye hazır olmaması ve kendi içinde düzenleme boşlukları, bilhassa tarih diplomasının kazanç ve kariyer içeren bir toplumsal konuma dönüşmesini zorlaştırıyor ve karşılıksız çıkmasıyla sonuçlanıyor.  

 Kültürel tüketim ve rekabet alanı  

 İkinci olarak tarih, yine belki bütün tarihte ilk defa bu kadar yoğun bir şekilde, bir kültürel zevk ve merak nesnesine dönüşmüş durumda. Tarih kitapları ve romanları hep çok satanlar arasında. Televizyonlarda en çok tartışılan konuların başında tarih geliyor, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminin diğer başlıklar karşısında ezici bir üstünlüğü var. Biraz evvel bahsi geçen 3.035 tarih akademisyeni arasından belki elli belki daha az sayıda ismi sıklıkla ekranlarda görüyoruz. Yine bir kısmı, sosyal medyada düzenli olarak video içerik üretiyor, izlenme sayıları bir milyonu geçebiliyor. Yakın zamana dek matbuatta tarihle ilgili içeriklerin ve yayınların çok satması gibi bugün de dijital ürünlerin önemli bir oranını tarih oluşturuyor. İbn Haldun’un ifadesiyle tarihin “eğlence meclislerinde aranan bir şey olması” gibi, bugün de akşam yemek yerken ya da hafta sonu kanepeye uzandığımızda tarih tüketiyoruz.  

 Üçüncü olarak tarih, simgesel bir mücadele alanı. Ve bu hep böyleydi. Tarih yazımının tarihi, bilgiyle iktidar ilişkisinin özgün örnekleriyle doludur. Türkiye’de yaşayan insanlar olarak, Amerikan tarih filmlerinin esasen mevcut dünya sistemiyle, hegemon gücünün kendini ve başkalarını görme ve tanımlama biçimleriyle alakalı olduğunu biliyoruz. Daha önemlisi, yine geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemleriyle ilgili algı ve kanaat şemalarımız aktüel siyasi tartışmalarla çok hızlı örtüşebiliyor. Tarih dizileri Türkiye’nin potansiyel siyasi failliğine dair kimlik ve rol setleri sunduğu gibi, İngiltere’den Yeni Zelanda’ya farklı ülkelerdeki Müslümanlar tarafından da rağbet görüyor. Ayasofya’nın tekrar ibadete açılmasına karşılık Sultanahmet’in altından Bizans hipodromunu gün yüzüne çıkarma projesinin öne sürülmesi tarihin simgesel bir mücadele alanı olduğunun bir başka işareti.  

 Bu üç boyutuyla da mebzul miktarda tarih var. Mebzul “çok sarf edilen, saçılan” demek. Ancak bir şeyin nicelik bakımından arttıkça nitelik bakımından zayıflayacağı yönündeki fazlasıyla yerleşik kanaat bu noktada yol almamızı sağlamaz. Hangi niteliğin başına ne geldiğini bulmak faydalı temin eder. Mebzul miktarda tarih içindeyiz, eser miktarda tahkik içinde. Tarih çünkü üç maddede açtığım üzere geçim ve meşgale, sosyo-ekonomik konum, itibar ve şöhret, eğlence ve kültürel mücadele gibi şeyler karşılığında kitlesel ölçekte sarf edilen bir şey. Tarih sarf edip tahkik almıyoruz. Sarf kelimesini paranın parayla değişimi anlamında kullanıyorum. Kelimenin bir harfini değiştirirsek, israf edildiği de çok açık.  

 Türkiye’de tarihin sarf ve israf edilen bir şey olması kısa vadede önlenebilir görünmüyor. Tarihin toplumsal sarfı ve israfı, tarihi tahkik etmenin önünde bir engel değil mi? Türkiye’nin ve başka Müslüman ülkelerin kendi tarihlerini ve dünya tarihini tahkik ederek bugünü inşa etme sorumluluğu, tarihin kitlesel ölçekte sarf edilen bir şeye dönüşmüş olmasını nasıl avantaja çevirebilir? Tarihin bu kadar yoğun bir eğlence ve polemik nesnesine dönüşmesi, başta yakın tarih olmak üzere farklı dönemleri tahkik etmeye ne kadar müsaade edecek? Mevcut dünya sisteminin “asalak ve taklitçisi” olmayı geride bırakma iradesini gösteren bu ülkenin tarihle ilişkisinin tahkikten geçmesi artık bir ihtiyaç değil, zaruret.