Son dönemde İran ve İsrail arasında yaşanan gerilimler, sıklıkla karşılıklı çıkarlara hizmet etme tartışmalarına neden olmuştur. 1979’daki devrim sonrası İran’da kurulan Velayet-i Fakih Yönetimi, varlığını retorik olarak Filistin davası üzerine inşa etmiş ve bölgede Müslümanlar üzerindeki etkisini ABD ve Batı’nın koşulsuz desteklediği İsrail karşıtlığı ve yalnızlaştırılan Filistin olgusundaki direniş perspektifi üzerine şekillendirmiştir. İsrail ise bölgedeki İran’ın varlığını ve nüfuzunu çoğunlukla kendisine bir kalkan ya da Filistin’i işgal politikalarına bir gerekçe yapmıştır. Bu anlamda iki ülke arasında yaşanan gerilimlerin sonuçlarına bakıldığında bu tartışmalarda gündeme gelen “kontrollü gerilim” anlayışının önemli ölçüde karşılık bulduğu görülmektedir. 

Bu anlayışın dışına çıkabilecek ender durumlarda (2006 yılında yaşanan İsrail-Hizbullah Savaşı) hesaplama hataları ya da beklenmedik gelişmelerin devreye girmiş olduğu söylenebilir. Bu anlayışın tezahürleri olarak da iki ülkenin birbirine doğrudan zarar vermek yerine vekil güçler ve algı savaşları üzerinden bir rekabet sürdürdüğü görülmekteydi. Ancak iki ülke arasında yaşanan gerilim özellikle Devrim Muhafızları Ordusu ve Kudüs Gücü komutanı General Kasım Süleymani Suikastı sonrası yeni bir evreye geçiş yaptı. Bu süreçte İsrail, doğrudan İran’ın üst düzey askeri kadrolarına suikastlar düzenledi. İran’ın nükleer tesislerini hedef alan saldırılar gerçekleştirdi. Dahası nükleer bilimci Muhsin Fahrizade’nin öldürülmesine varan gelişmeler yaşandı. İran, ABD ile anlaşmakta güçlük çektiği, İsrail karşısında konumlanmakta tereddüt yaşamayan neredeyse hiçbir aktörün yanında olmadığı bir zeminde İsrail’e karşı kendi kapasitesini de dikkate alarak uzun soluklu bir “stratejik sabır” dönemi başlattı. Aslında bu süreçte İran, kendi üzerinde oluşan baskıyı zamana yayarak azaltmayı ve vereceği tepkilerin de ölçüsünü sınırlamayı hedeflese de kontrollü gerilim örneklerinin artarak devam ettiği bir süreci başlatmış oldu. 

İran’ın hazmetme stratejisi ve güven kaybı 

Tam da bu süreçte 7 Ekim’de HAMAS’ın İsrail’e karşı başlattığı Aksa Tufanı operasyonunda gözler perde arkasındaki aktör olarak İran’a çevrilmişti. Çünkü her geçen gün İsrail’in İranlı askeri yetkililere yönelik saldırılarına bir yenisi daha ekleniyor ve buna karşılık İran’ın stratejik sabrının tükenmesi bekleniyordu. Ancak 7 Ekim sonrası HAMAS’ın İsrail’e yönelik başlattığı operasyonun arkasında İran’ın olmadığı ve bu süreci yönetmediği daha açık şekilde ortaya çıktı. Buna rağmen İsrail’in Suriye başta olmak üzere İran milislerine yaptığı saldırılar ve diğer İran’ı hedef alan eylemleri, Aksa Tufanı sonrası İran’dan beklentileri artırmaya devam etti. İran tüm bu artan beklentilere karşılık vermemekte ısrarcı oldu. Stratejik sabır politikasını sürdürdü. Ta ki İsrail 1 Nisan’da, İran’ın Şam Konsolosluğuna hava saldırısı düzenleyip 2 general rütbesinde 7 İranlı’yı öldürene kadar. Bu saldırı, İran için bardağı taşıran son damla oldu. Çünkü Şam’da İran’ın diplomatik misyonlarına yapılan saldırı kendi topraklarına yapılmış bir saldırı anlamına geliyordu. Bu nedenle bu saldırı bir savaş nedeni olarak görülebilecek düzeydeydi.  

Ayrıca İran, 2020 yılından bu yana gittikçe sıklaşan en üst düzey askeri komutanı başta olmak üzere pek çok askerini, bilim adamını ve sivil vatandaşını İsrail saldırılarında kaybetmiştir. Bu kayıplar ve İran’ın bu kayıplar karşısındaki mütekabil olmayan karşılıkları, elbette vekil güçlerinin ve İran vatandaşlarının yönetimlerine olan güvenini sorgulamayı beraberinde getiriyor. Ayrıca bölgede İsrail’e karşı mücadele konusunda İran’a duyulan güvensizlik arttı ve İran inandırıcılığını kaybetti. Son günlerde dünya basınında buna ilişkin haberler sıklıkla yer buldu. 

Gündem Gazze’den İran’a kaydı 

Tüm bu nedenlerle 1 Nisan’dan itibaren İran’ın İsrail’e nasıl bir karşılık vereceği dünyanın gündemi oldu. Elbette bu noktada madalyonun diğer yüzüne odaklanmak gelişmeleri daha geniş bir açıdan değerlendirebilmek bakımından önemlidir. Bu noktada İsrail-İran gerilimi dünya gündemine oturmadan Gazze ve Refah dünyanın gündemiydi. İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım, her geçen gün uluslararası arenada İsrail’e tepkileri arttırıyor ve ABD başta olmak üzere İsrail’e destek veren ülkelerin pozisyonlarını değiştirmeye zorluyordu. Bu bağlamda ABD’nin İsrail’e verdiği sınırsız desteğe bir hudut çizmesi sıklıkla konuşulur olmuş, İngiltere’de İsrail’e verilen destek daha sorgulanır hale gelmiş, Fransa’da da İsrail’e silah satışının durdurulması gündemleri oluşmuştu.  

Ayrıca Netanyahu’ya İsrail kamuoyunda tepkiler artmış ve Netanyahu için çember iyice daralmıştı. Refah’a olası bir İsrail saldırısının barındırdığı riskler artarken saldırı olmaması durumunda Netanyahu’nun 7 Ekim sonrası faturayla yüzleşmesi kaçınılmaz bir sonuç olarak belirmişti. Bu şartlarda Netanyahu açısından görevde kalmak için belki de son seçenek olarak zor zamanlarda İsrail’e kalkan olan İran bir şekilde harekete geçirilmeliydi. Şam’daki İran’ın büyükelçilik binasına yapılan saldırı bu kontrollü, karşılıklı nefes alma ve çıkar sağlama odaklı rekabetin yeni bir evresini teşkil etmiş oldu. İran’ın karşılıksız bırakamayacağı, buna mukabil İsrail’in nefes alacağı bir süreç ancak böyle işletilebilirdi. İsrail’in Şam’da İran’ı hedef alması sonrası medyada konuşulanlar sürecin adeta ilmek ilmek dokunduğunun işaretlerini verdi. İran’ın BM Temsilcisinin, BM İsrail’i kınamış olsaydı İran İsrail’i cezalandırmaktan vazgeçebilirdi minvalindeki açıklaması İran’ın İsrail’den gelen bunca saldırıya rağmen söylem düzeyinde inşa ettiği politikasını eylem düzeyine taşımaktan kaçındığını gösterdi. 

Daha fazla sorgulanma süreci 

Ve nihayetinde algı ve propaganda yönetiminde dünyayı etkileme potansiyeli yüksek İran’ın, İsrail’e İHA saldırıları başlattığı haberleri gündeme düştü. İran, ilk kez İsrail’i doğrudan hedef aldı. Saldırıların Yemen, Lübnan ve Irak’tan eşzamanlı olarak İsrail’e füze ve İHA saldırılarıyla sürdürüldüğü belirtiliyor. İran’ın İsrail’e 200’den fazla dron ve füzeyle gerçekleştirdiği saldırılarda, askeri bir üste küçük çaplı hasar yaşanması ve saldırıların İsrail’de herhangi bir can kaybı yaşanmadan sonuçlanması kontrollü gerilim ve stratejik sabır politikalarının İran açısından ortaya dökülen sistem hataları olarak perdelenemez bir vaziyet aldı. İran bu saldırı ile günü kurtarmış, vekil güçlerine ve dünyaya İsrail’e doğrudan saldırdım mesajı vermiş olabilir. Ancak bu saatten sonra İran yönetimi, İsrail’e karşı eylemlerinde daha sorgulanır hale gelmiştir. İran’ın vekil güçleri ve İran’a inananlar, İsrail’e saldırıların mütekabiliyetten uzak olması ve söylem ile eylem arasındaki ciddi farklar nedeniyle İran yönetimini daha çok eleştirme zemini bulmuştur. Bu da uzun vadede vekil güçler üzerinden bölgedeki varlığını tahkim eden İran için yeni açmazlar meydana getirebilir. İran bu saldırıyla bölgedeki en büyük dinamizmi vekil güçler üzerindeki etkisini tartışmaya açmış oldu. 

Netanyahu zaman kazandı ama akıbeti değişmeyecek 

Diğer yandan Netanyahu, üzerindeki baskıları İran’a kaydırmış ve İran’dan beklediği karşılıkları almıştır. Ancak uzun vadede Netanyahu için sorgulamalar yeniden kendini gösterecek ve Netanyahu “Gazze Kasabı” olarak yargılanmaktan ve İsrail’de sürdürdüğü Başbakanlık görevini bırakmaktan kaçamayacaktır. Gelişmeler Netanyahu’ya sadece zaman kazandırmıştır. 7 Ekim sonrası süreçte ABD, Netanyahu’yu ya doğrudan destekledi ya da zaman kazanmasını sağlayarak dolaylı biçimde Gazze Kasabı’na destek vermiş oldu. Dünyanın gündemi birkaç gün değiştirilebilir ancak Gazze’deki gerçekler değişmeyecek.  

Netanyahu, İsrail’de bazı kesimler tarafından bu savaş ve yıkımın sebebi olarak görülmekte ve sert eleştirilere maruz kalmaktaydı. 7 Ekim’de HAMAS’ın İsraillileri Filistin topraklarında yaşama konusunda tereddüde düşüren saldırılarına bugün de bir devlet eklenmiş oldu. Ayrıca İran’ın İsrail’e saldırması durumunda İsrail’in yanında olacağını açıklayan devletler saatler süren dron saldırıları sürecinde olayları izlemede kaldı. Bu da kontrollü gerilimin bir başka yansıması oldu. Ancak başka bir bakış açısıyla yaşanan gelişmeler Orta Doğu’da sınırların aşılması durumunda bir devletin İsrail’e karşı saldırı başlatabileceğini göstermiş oldu. Bu yönüyle gelişmeler ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuz tartışmaları bakımından yeni bir pencere açmış oldu.  

İran dron ve füzelerini, İsrail de Aksa Tufanı’nda ciddi açıklar veren Demir Kubbe ve savunma sistemlerini test etmiş oldu. Ancak bu karşılıklı çıkarlara mukabil İran ve İsrail arasındaki kontrollü gerilim ve stratejik sabrın sistem hataları kendini daha açık şekilde göstermiş ve iki ülkenin rekabeti konusunda gözlenen soru işaretleri kendine daha somut yanıtlar bulmuş oldu. Bir bakıma iki ülke arasında ustaca sürdürülen perde arkası politikaları bundan sonra sürdürülmesi zor bir dönemece girdi. Kısa vadede iki ülkedeki yönetimlerin zaman ve alan kazandığı ancak orta ve uzun vadede daha çok tepkiye maruz kalmaları muhtemel yeni bir süreç başladı. Özetle; oyun bitti, gerçeklerle yüzleşme dönemi başlıyor!