Çok Kutupluluk Söyleminin Kısa Hikayesi

Veysel Kurt
Doç. Dr. Veysel Kurt, ABD'nin dünya siyasetindeki değişen rolü karşısında Avrupa'nın artan kaygılarını çok kutupluluğa uyum sağlama çabaları üzerinden Fokus+ için kaleme aldı. 
Çok Kutupluluk Söyleminin Kısa Hikayesi
24 Şubat 2025

Avrupa, yıllardır krizlerden kaçınarak ayakta kalmaya çalıştı. Ancak artık krizler kapısında değil, tam içinde... Münih Güvenlik Konferansı’nda dile getirilen endişeler, Avrupa’nın yalnızca gücünü değil, inandırıcılığını da kaybettiğini gösteriyor. Küresel güç dengelerinin sarsıldığı, liberal uluslararası düzenin çatırdadığı bir dönemde Avrupa, yeni gerçeklerle yüzleşmek zorunda. ABD'nin güvenlik garantilerinin belirsizleşmesi, Rusya’nın agresif politikaları, Çin’in ekonomik baskısı ve içeride yükselen aşırı sağ, Avrupa’yı zorlu bir geleceğe sürüklüyor. Peki, Avrupa, küresel düzenin değişen şartlarında kendi kaderini belirleyebilecek mi? “Çok Kutupluluk Avrupa’yı Kurtarır Mı?” başlıklı yazısında bu soruya yanıt arayan Doç. Dr. Veysel Kurt, bu kez çok kutupluluk söyleminin derinliklerine inerek ABD'nin dünya siyasetindeki değişen rolü karşısında Avrupa'nın kaderini tayin etme çabalarını inceliyor… 


Münih Güvenlik Konferansı’nın final raporunun başlığı Çok Kutupluluk’tu. Avrupa eliti, son yetmiş yılda olduğu gibi kendi geleceklerinde ABD’nin artık inisiyatif sahibi olmasını istemiyor. Daha doğrusu bu durum kendi isteklerinden ziyade, ABD’nin 2008’den beri süregelen ve fakat son yıllarda şekillenen dünya politikasından kaynaklanan bir zorunluluk. 

Avrupa’yı bu denli telaşlandıran belirleyici unsur, Rusya’nın tehditkâr tavırları değil; ABD’nin kendini dünya politikasında yeniden konumlandırma arayışıdır. Rusya Avrupa için her zaman tehditti, hatta Soğuk Savaş döneminde daha büyük tehditti. Son dönemde değişen şey, ABD’nin tavrı oldu. 

Bu argümanı anlayabilmek için tarihe kısa bir yolculuk yapmakta fayda var. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa güvenliğinin dinamiklerini belirleyen ABD oldu. Marshall Planı ile Avrupa’nın yeniden kalkınmasında öncü rol oynadı. Marshall Planını uygularken, Avrupa barışını da inşa etti. 1949’dan itibaren entegrasyon sürecinin Avrupa Birliği’ni ortaya çıkaracak şekilde kurumsallaşmasının arkasında ABD’nin bu yaklaşımı önemli bir paya sahip. ABD bunu hayırseverliğinden yapmadı tabii ki. Avrupa’yı pazar haline getirirken, SSCB’nin de yayılmasını sınırlandırmış oldu. 

Öte yandan, Avrupa içinde bir güç dengesi kuran ABD, Avrupa’nın güvenliğinde de merkezi bir rol sahibi oldu. En ilginç nokta ise Avrupa’yı kendi korumasına alırken, dünyada tek nükleer güç olduğu bu dönemde SSCB’yi kendine karşı konumlandırmaktan çekinmedi. ABD-SSCB-Avrupa üçgenindeki bu denklem Soğuk Savaş boyunca devam etti. 1990’da SSCB’nin parçalanarak geri çekildiği dönem Avrupa’nın en çok rahatladığı dönem oldu. On yıllara sari bu süreçte Avrupa, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında refah bölgesi haline geldi. Bu süreci yakın dönemde ciddi anlamda kırılmaya uğratan iki önemli gelişme oldu: 2008 ekonomik krizi ve Ukrayna’nın işgali.  

İlk kırılma 2008 ekonomik krizi 

Bu süreci kırılmaya uğratan ilk gelişme ABD merkezli 2008 finans krizi oldu. Bu kriz, çiçeği burnunda Obama yönetimini yeni bir stratejiyi devreye sokmaya itti. Bu tarihten itibaren ABD ‘deniz aşırı dengeleme’ ve ‘geriden liderlik’ gibi kavramları, büyük stratejisinin merkezine koydu. Bu kavramların işaret ettiği şey özetle şuydu: ABD dünya siyasetindeki konumundan vazgeçmeyecek, öncelik atfettiği meselelerde müdahil olacak ancak bu konumun gerektirdiği maliyetleri de minimize edecekti. Liderliği elden bırakmayacak ama gelişmeleri geride durarak yönlendirecekti. 

Bu strateji, Irak’taki askeri varlığını azaltmaya ve Afganistan’dan çekilmeyi de içerecek şekilde bir süreklilik arz etti. Obama’nın Arap Baharında oldukça iddialı söylemleri dile getirmesine rağmen doğrudan müdahaleyi reddetmesinin arkasında bu politika var. 

Trump’ın ilk iktidar döneminde (2016-2020) “Önce Amerika” söylemi ile bir tür izolasyonculuğa kadar varan politikası ve Avrupa’ya yönelik baskısı, ilk alarm zilleriydi. Bu dönemde de Macron, Avrupa ordusunu gündeme taşıdı, Merkel’le bu konu üzerinde yoğunlaştı. Ancak Trump’ın içerde sıkışması ve 2020 yılındaki seçimleri kaybetmesi ile Avrupa rahat bir nefes aldı.  

İkinci kırılma Ukrayna’nın işgali  

Ancak esas kırılma Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile yaşanacaktı. Üstelik bu işgal Trump’ın anti tezi ve Obama’nın mirasçısı sayılan Biden döneminde yaşanacaktı. Rusya’nın bu hamlesi karşısında Avrupa saman alevi bir motivasyonla bir araya geldi. Rusya’ya yönelik her alanda -Puşkin’in oyunlarını, Dostoyevski’nin romanlarını da hedef alan- baskı ve yaptırımları devreye soktu. Öte yandan ne ABD ne de Avrupa, doğrudan Rusya’yı hedef almaksızın Ukrayna’ya büyük miktarlarda askeri yardım ulaştırdı. Bu politika Rusya’yı tökezletse de geri adım attırmadı. 

Covid-19 pandemisinin ilk yıllarında iktidara gelen Biden, hiçbir alanda hikaye kurucu bir politika izleyemedi. Ve tam da Rusya ile Avrupa’nın birbirlerine diş biledikleri bir dönemde Trump yeniden iktidara geldi.  

Belirsizlik yaratıp bundan istifade eden, müesses nizamla kavga etmekten kaçınmayan, gözüne kestirdiği ülkelere karşı tehdit diline çok kolay başvuran ve cezalandırıcı bir tarza sahip olan Trump, küresel rekabetin daha da hızlandığı bir dönemde daha güçlü bir şekilde yeniden iktidarda. Trump’ın en çok Avrupa’yı rahatsız edeceği başından belliydi. İktidara geldikten sonra Rusya ile puslu havada dans eden Trump’ın pervasızlığı, Avrupa’yı da ateşe atmaktan zevk alıyor. Bu durumu fırsat bilen Rusya’nın Avrupa’ya diş bilemesi de bu sürecin doğal bir parçası. 

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Afrika’daki çıkar alanlarının gittikçe daralmasından, hava sahalarının her an ihlal edilme tehlikesinden, teknolojik saldırılarla hayatlarının felç olmasından bahsederken işaret ettiği tehdit kaynağı Rusya’dan başkası değildi. Üstelik Rusya, Avrupa’yı bu denli sıkıştırırken Trump henüz iktidarda değildi ve Biden tarafından sınırlı da olsa baskılanmaktaydı. Bu baskının kalktığı senaryonun Avrupa için bir kabus olabileceğinin, ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında biriktirdiği refah anlamsız hale geleceğinin kendileri de farkında.  

Çin Avrupa’nın derdine derman olur mu? 

ABD-Rusya yakınlaşmasının yol açtığı tehlikeye karşı Avrupa için tek çıkar yol, tabii ki bu iş birliğinin sınırlı bir noktada kalması ve dengelenmesi. Bunun için de Çin’in devreye girmesi gerekiyor. Çin son yirmi beş yıldır inanılmaz bir ekonomik performans sergiledi. ABD, ekonomik alanda da hegemon olduğu 2000 yılından bu yana yüzde 167 büyürken; Çin yüzde 1200 büyümüş. Nominal düzeyde hala ABD önde olsa da Çin’in bu performansı yalnızca ABD için değil Avrupa için de meydan okuyucu. Zira Çin, Avrupa’nın da pazarını daraltmış durumda. 

Bununla beraber, Çin’in en önemli açmazı benzer bir performansı askeri alanda gerçekleştirememiş olması. Zira, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü kitabının yazarı Kennedy’e göre istikrarlı bir güç projeksiyonu için bu iki alanın senkronize bir şekilde gitmesi gerekiyor. 

İkinci açmaz da Çin’in ABD’nin karşısında konumlanmayı benimsemesi ve ABD’nin 1950’lerin başında SSCB’yi kabullendiği gibi Çin’i rakip olarak kabullenmesi gerekiyor. Daha da önemlisi ise bu senaryonun gerçekleşmesi durumunda Avrupa’nın yeni düzende bir kutbu temsil etme yeteneğine sahip olup olmasıdır. Ve son olarak çok kutuplulaşmanın yani sistem değişimi sürecinden Avrupa’nın zayıflayarak mı, güçlenerek mi çıkacağı sorusudur. 

Mevcut söylemlere bakıldığında Türkiye ile ilişkiler dahil, Avrupa’nın bütün tuşlara bastığını görüyoruz. Birkaç yıl önce ötekileştirdikleri Türkiye’yi, diktatör olarak ilan ettikleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ümit besler duruma geldiler. 

Not: Yazının başına otururken niyetim çok kutupluluk tartışmasını Türkiye açısından değerlendirmekti. Ancak yazının akışını değiştirmedim. Avrupa’nın bu dramını da akılda tutarak çok kutuplulaşma ve çok kutupluluğu Türkiye açısından değerlendirmek de sonraki yazıya kalsın. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Popüler Haberler
Diasporik Dönüş Avrupa’dan Nitelikli Göç

Dr. Ahmed Faruk Ergün, Avrupa’da yetişen üçüncü nesil Türklerin Türkiye’ye dönüşünü, bu sürecin motivasyonlarını, karşılaştıkları zorlukları ve ülkeye katkı potansiyellerini Fokus+ için kaleme aldı.

Sosyal Medyanın Şişirdiği İddia Kâbe Aslen Petra'da Mı

Araştırmacı Mehmed Mazlum Çelik, sosyal medya fenomenlerinin ve bazı komplo teorisyenlerinin "Kâbe aslen Petra'da mı?" şeklindeki iddialarını Fokus+ için inceledi.

ABD ve İsrail’in Filistinlileri Gazze’den Göç Ettirme Planı Sudan ve Somali ile Görüşmeler

ABD ve İsrail, Filistinlilerin Gazze’den göç ettirilmesi için Sudan, Somali ve Somaliland yetkilileriyle temas kurdu. Sudan teklifi reddederken, Somali ve Somaliland yetkilileri böyle bir görüşmenin gerçekleşmediğini belirtti. Amerikalı yetkililere göre…

İsrail'in Gazze'ye Saldırılarında Can Kaybı 48 Bini Aştı

İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’ye düzenlediği saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı 48 bin 572’ye, yaralıların sayısı 112 bin 32’ye yükseldi. Son 24 saatte 14 kişi İsrail’in yeni saldırılarında yaşamını yitirirken, enkaz altından çıkarılan…

IPARD III ile Kırsal Kalkınmaya Destek 7,2 Milyar Liralık Hibe Desteği Sağlanacak

Tarım ve Orman Bakanlığına bağlı TKDK tarafından yürütülen IPARD III Programı kapsamında, bir yılda 1079 proje için toplam 7,2 milyar lira hibe desteği sağlandı. Türkiye genelinde 81 ilde uygulanan program, tarım, hayvancılık, kırsal turizm ve el…