İran ile İsrail arasında başlayan savaş, iki ülke arasındaki sıradan bir askeri çatışmanın yanı sıra büyük güçlerin kriz anlarındaki pozisyonlarını da gözler önüne seren küçük bir laboratuvar niteliği taşıyor. Bu savaşta tarafların net pozisyonları kadar, ikincil ülkelerin tavırları da dikkat çekiyor. Bu noktada, Çin Halk Cumhuriyeti'nin tutumu özellikle sorgulanırken, Pekin yönetiminin bu savaşta nerede durduğu ve ne yapmaya çalıştığı en çok merak edilen konuların başında geliyor.  

Çin'in sessiz stratejisi: Söylem var, caydırıcılık yok 

Savaşın ilk gününden beri Çinli yetkililer konuyla ilgili açıklamalar yapıyor. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de Kazakistan’da bulunduğu sırada gerilime dair bir açıklama yaptı ve Çin’in tavrını net olarak ortaya koydu. Xi, "Tarafların özellikle de İsrail’in askeri operasyonlarının derhâl durdurulması" çağrısında bulunarak, Pekin’in itidalden yana olduğunu ve İran’a daha yakın bir pozisyona sahip olduğunu gösterdi. Ancak Xi’nin açıklaması kamuoyunu çok da heyecanlandırmadı zira, bu minvalde bir açıklama Pekin'in hem bölgeye hem de çatışma alanlarına yönelik mevcut politikasını yansıtan beklenen bir çağrıydı. Öte yandan bu ve buna benzer çağrılar İsrail’e sayısız kez yapılmıştı. Özellikle de İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları süresince de neredeyse her gün benzer açıklamalar yapılmış, "İsrail saldırıları dursun" denmişti.  

Peki, bu çağrıların sahada bir karşılığı oldu mu? Net olarak hayır. İsrail, Çin'in bu söylemlerini dikkate almamış, operasyonlarını aynı şiddetle sürdürmüştü. Bu, Çin'in retorik varlığına rağmen sahada caydırıcı güce sahip olmadığını ortaya koyması açısından oldukça önemliydi.  

Şimdi Pekin yönetiminin en yakın ortaklarından biri vuruluyor ve Çinliler ne ekonomik yaptırım tehdidi, ne askeri caydırıcılık, ne de somut bir diplomatik baskı mekanizması yürütmemekteler. Bu nedenle de Çin'in "barışçıl arabulucu" kimliği, kriz zamanlarında etkisiz bir diplomatik söylem olmanın ötesine geçemiyor.  

Stratejik yalnızlık: Tahran Çaresiz, Washington kararlı 

Bu savaş, İran'a yalnız olduğu gerçeğini de çarpıcı bir şekilde hatırlatacaktır. Zira İran, yıllardır stratejik ortak olarak gördüğü Çin ve Rusya'nın sahadaki yokluğuyla yüzleşti. Bununla birlikte İsrail’in müttefiki ABD ise kararlılıkla Tel Aviv yönetimini desteklemeye devam ediyor. Bu sadece İran için değil, bölge ülkeleri için de çarpıcı bir örneklem olacaktır. Eğer İran bu savaştan mağlup olarak ayrılırsa, bölgedeki neredeyse her ülke şunu düşünmeye başlayacaktır: "ABD ile karşı karşıya gelmenin maliyeti yüksek; alternatif arayışların getirisi ise yok denecek kadar azdır." 

Yine İran'ın muhtemel bir yenilgisi, Batı dışı düzen arayışları ve çok kutupluluk gibi kavramları da jeopolitik realitenin çöplüğüne gömebilir. Kısacası bu savaş, alternatif blok iddialarını da fiilen sınamakta ve Çin'in kriz anlarındaki etkisizliğini ifşa etmektedir. 

İran'da rejim değişikliği: Pekin için kırılma noktası 

Öte yandan savaşın İran’da rejim değişikliği gibi sarsıcı bir sonuca yol açma ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Böyle bir senaryo, İran için tarihi bir dönüşüm anlamı taşırken, Çin açısından da stratejik bir kırılma yaratabilir. 

Çin'in İran ile kurduğu ilişki, mevcut rejimin Batı karşıtı ve ABD'den bağımsız siyaset yürütmesi üzerinden gelişmişti. Özellikle 25 yıllık Stratejik Anlaşma, rejim istikrarı varsayımıyla imzalanmıştı. Ancak rejim değişirse: 

Anlaşma askıya alınabilir veya iptal edilebilir.  

Çin'in enerji yatırımları sekteye uğrayabilir. 

Batı’ya angaje yeni bir yönetim, Çin’in bölgede stratejik alan kaybetmesine neden olabilir. 

Dolayısıyla Çin için asıl risk savaşın içine çekilmek değil, savaş sonunda bölgenin düzeninin kendisine kapanması olacaktır. 

Bu bağlamda, İran’daki rejim değişikliğinin yalnızca dış politik etkileri değil, aynı zamanda Çin’in iç politikasında da ideolojik ve doktriner sonuçları olabilir. Pekin’in yıllardır özenle savunduğu “iç işlerine karışmama” (non-intervention) ilkesi, İran gibi stratejik bir ortağın kaybedilmesiyle birlikte Çin kamuoyunda ve dış politika elitleri arasında daha fazla sorgulanmaya başlanabilir. Çin’in jeopolitik çıkarlarının doğrudan tehdit altında olduğu yerlerde pasif kalması, yalnızca etki alanı kaybı değil; aynı zamanda dış politika doktrininin meşruiyetine yöneltilen bir meydan okuma halini alabilir. Dolayısıyla İran’ın düşmesi, Çin’in “pasif büyük güç” kimliğini yeniden tanımlama baskısıyla karşı karşıya kalmasına de neden olabilir. 

Çin'in öncelikleri: Tayvan birinci sırada, İran gerektiğinde gözden çıkarılabilir 

Bu noktada şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekir: Çin için öncelikli olan kendi bölgesidir; Orta Doğu bu zincirde daha aşağıda yer alır. 

Tayvan, Güney Çin Denizi, Kore Yararımadası gibi meseleler Pekin açısından rejim güvenliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Oysa İran, her ne kadar enerji ve Kuşak-Yol Girişimi için önemli bir partner olsa da şartlar çok zorlaşırsa Pekin tarafından feda edilebilir. 

Çin, dış politikasını "ideolojik sadakat" üzerine değil; faydacı ve çıkar odaklı esnek ortaklıklar üzerine kurar. Bugüne kadar Kuzey Kore, Myanmar ya da Pakistan gibi aktörlerle ilişkilerinde de gözlemlendiği gibi, çıkar dengesi bozulduğunda Pekin geri çekilmekten çekinmez. İran bunun istisnası olmayacaktır. 

İsrail kazanırsa ne olur? 

İsrail'in bu savaşta üstünlük sağladığına dair işaretler belirginleşiyor. Eğer bu savaş İsrail'in kesin bir zaferiyle sonuçlanırsa, bu sadece İran açısından değil, bölgedeki bütün ülkeler açısından sarsıcı bir jeopolitik sonuç doğurur. 

Bu senaryoda, bölge ülkeleri kendilerini on yıllar sürecek derin bir umutsuzluk ve stratejik çaresizlik döngüsünün içinde bulabilirler. Çünkü İsrail'in bölgesel direnç odaklarını birer birer etkisizleştirdiği ve caydırıcılık algısını pekiştirdiği bir düzlemde, hiçbir aktör gerçek anlamda bağımsız bir strateji geliştiremeyecek hale gelebilir. 

Dahası, İsrail bu güç asimetrisini fırsata dönüştürerek yalnızca güvenlik değil; siyasi ve toplumsal düzeyde de bütün bölgeyi kendi arzularına göre dizayn etmeye yönelebilir. Direnç gösteren her aktör ise sistematik olarak ya bastırılır ya da yalnızlaştırılır. Bu, Orta Doğu’nun geri dönüşü olmayan bir jeopolitik kırılma sürecine girmesi anlamına gelir. 

Bu tablo, Çin gibi büyük güçlerin sessizliğini koruduğu bir ortamda şekillenirse, bölgedeki Batı dışı denge arayışlarının da fiilen sonu olur. İsrail’in kazanması, yalnızca İran’ın yenilgisi değil; alternatif stratejik tahayyüllerin de tasfiyesi anlamına gelir. 

Sessizliğin bedeli 

Sonuç olarak Çin, bölgesel savaşa dâhil olmayarak kısa vadeli zarardan kaçınabilir, ancak uzun vadede; çekim merkezi olma iddiasını, diplomatik ağırlığını ve "alternatif güç" algısını kaybedebilir. İran bu savaştan zayıf çıkarsa, bu yalnızca Tahran'ın değil; Pekin'in de jeopolitik mağlubiyeti olur. Bu nedenle Çin'in sessizliği, bir strateji olduğu kadar; büyük güç sorumluluğunun taşınamadığı bir yükün itirafı olarak da okunabilir.