Ne Olacak Bu Batı Demokrasilerinin Hali?
‘Batı merkezciliği’ ne kadar eleştirir, ne kadar ‘Batı merkezli düşünmeyelim artık’ dersek diyelim. Dünya hala Batı merkezli. Ekonomik olarak da politik olarak da düşünce alanında da bu böyle. Hatta, Batı dışı dünyada ilk bakışta iki farklı uç gibi görünen, ‘Batı muhabbeti’ ve Batı düşmanlığı’ da dünyayı Batı merkezli düşünmenin bir sonucu. Ekonomik ve politik olarak, Batı’nın merkezi rolü ekonomik ve siyasi gücünün bir sonucu. Düşünsel açıdan ise, kabul edelim etmeyelim, Batı dışı dünya Batı’nın düşünsel hegemonyasını sarsacak bir paradigma üretebilmiş değil.
Son on yıllarda gelişen, post-kolonyalizm çalışmaları sonuçta, hala Batı’nın ‘tarihsel suçları’na odaklı. Diğer taraftan, Batı karşıtı milliyetçilikler ve İslamcılık siyaset ve söylemleri de ‘Batı husumetine’ kitlenmiş durumda. ‘Batı’nın kültürel hegemonyası’, aslında bu çerçevede gücünü koruyor. Aynı çerçevede, Batı’da olup bitenler hakkıyla irdelenip, sorgulanmıyor. ‘Batı muhabbeti’nden yola çıkanlar için, ‘Batı’/’Batı uygarlığı’, coğrafi ve tarihsel bir olgu değil her konuda olumlu bir referans kaynağı. ‘Batı husumeti’nden yol alanlar için de ‘Batı’, tarihsel gelişmeler içinde değişen, fani insanların yaşadığı bir coğrafya değil, kötüyü temsil eden sabit bir kategori. Dolayısı ile, her iki bakış açısından da Batı’da olup bitenlere yakından bakmak çok da önemli değil.
Batı muhabbeti çerçevesinde düşünenler için, Batı dünyasında yaşanan olumsuzluklar ‘arizi sapmalar’, diğerleri için ise ‘Batı’nın gerçek yüzünün ortaya çıkması’ndan ibaret. Birinciler için Batı’da yaşanan demokrasi krizlerine rağmen Batı dünyası ‘gerçek demokrasi’nin temsilcisi. İkinciler içinse, Batı’da demokrasi pratiklerinin çifte standartları, krizleri, tarihsel olarak Batı’da yükselmiş olan ‘demokrasi’, ‘özgürlük’, ‘eşitlik’ gibi kavramlar üzerinde düşünülmeye değmez, çöpe atılmasında sorun olmayan meseleler. Her iki tutum da Batı dışı dünyada muazzam bir düşünce tembelliğine neden oluyor.
Bu noktada, güçlü ve zengin Batı coğrafyasının, kendini ‘modern demokrasi’ olarak özetlenebilecek modern siyaset kavramlarının ‘gerçek temsilcisi’ olarak tanımlamasının çelişkilerine odaklanmak, modern/postmodern bir dünyada siyasetin ufkunu açmak açısından daha isabetli olur diye düşünüyorum. Sonuçta, hangi siyasi görüşe mensup olursak olalım, tarihin bu aşamasında ‘eşitlik’ ve ‘özgürlük’ kavramlarını yok sayamıyoruz.
Laikliği ‘Batı’ya mahsus’ sayanlar, ‘demokrasi’ vurgusundan vazgeçemiyorlar. Diğer taraftan, kendini sol siyasetle tanımlayanların çoğunluğu da halihazırda Batı dünyasında artan zenginliğe karşın, eşitsizliğin artmasını büyük ölçüde göz ardı ediyorlar. Tam da bu nedenle, bu kavramları Batı dünyası ile özdeşleştirmekten vazgeçmediğimiz sürece geleceğe ilişkin tasavvurlarımızın önü açılamaz diyorum. Yine tam da bu nedenle, ne Batı muhabbeti ne de düşmanlığı içinde olmadığım halde, Batı dünyasında yaşanan son gelişmeleri iyi izlememiz gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, daha ziyade Batı dışı dünyada yaşanan çok çarpıcı gelişmelere odaklanırken, ‘Batı dünya’sında yaşananları normalleştirmiş oluyoruz. Dahası, tarihin bu aşamasında batısı ile doğusu ile insanlığın bir kriz ile karşı karşıya olduğunu göz ardı etmiş oluyoruz.
Batı’da olan sorgulanamaz mı?
Mesela, her şeyden önce, Batı dışında olduğunda izaha, sorgulamaya muhtaç, Batı’da olduğunda sorgulama dışı kalan ‘şiddet’ meselesine dikkat çekmiş olalım. ABD’de sıklıkla meydana gelen, özellikle okullarda çocukların kurban olduğu, toplu cinayetlerin dünyanın başka bir yerinde olsa ne denli büyük bir skandal olacağını düşünün. Bunu, elbette, ‘bu tür şeyler sadece Batı dışında değil, Batı’da da oluyor’ diye meşrulaştırmak veya normalleştirmek için söylemiyorum.
Batı dışında olduğunda ‘şiddet’, ‘İslamcı terör’, ‘aşırı milliyetçilik’ gibi ideolojik nedenler ile izah edilebiliyor. Ancak sıklıkla tekrar eden feci bir durum, ‘bireysel’ olduğu sürece sorgulama dışı kalıyor. Nitekim, Batı medyasında da bu tür olaylar, daha ziyade psikopatlık/sosyopatlık olarak geçiştiriliyor, ölenlerin mezarlarına çiçek yağdıran, mum yakıp göz yaşı döken ‘normal/iyi’ bireylere odaklanılarak geçiştiriliyor. ‘Sosyopatlık mı, sosyolojik/politik bir sorun mu’? denmiyor.
Mesela, Müslüman coğrafyada bireysel kökenli de olsa, şiddet olayları, doğrudan ‘din’ ve ‘kültür’ ile izah edilirken, ABD’de olunca, bırakın daha derin nedenleri, ‘bireysel silahlanma’ dahi hakkıyla sorgulanmıyor. Son Başkanlık seçiminde, Cumhuriyetçilerin bireysel silahlanmayı sınırlamaya karşı tutumuna karşı, bu nedenle oy kaybetmek istemeyen Demokrat Parti’nin adayı Harris’in cevabı, “Benim de Başkan yardımcısı adayımızın da silahı var” oldu. Yani kısaca ‘yok canım biz de tamamen silahlanma karşıtı değiliz’ demeye getiriyor.
Başkan adayı Trump’a, iki kez suikast girişimi yapıldı, böyle bir şeyin Batı dışı bir yerde olması durumunda ‘gelişmemiş toplumlar/bunlar adam olmaz’ manasında söylenecekleri düşünün.
ABD ile kıyaslandığında, çok daha az sorunlu Batı Avrupa demokrasilerinin içinde bulunduğu kriz ise, ‘reel demokrasiler’ ve demokrasinin geleceği açısından çok önemli. Malum, sosyalizm fikrinin itibar kaybetmesi, ‘reel sosyalizm’in yani bu fikri temsil etme iddiasında olan rejimlerin sorunları vesilesi ile oldu, oysa ‘liberal demokrasi’ fikrini temsil etme iddiasındaki rejimlerin krizleri dolayısı ile ‘liberal demokrasiler’ köklü bir sorgulanmanın dışında bırakılıyor. Malum, ‘liberal demokrasi’, kapitalist/post kapitalist ekonomi politik çerçevesinde tanımlanan ‘demokrasi’ anlayışını ifade ediyor. ‘Demokrasi’ ve ‘liberal demokrasi’ özdeş tanımlandığı sürece, kapitalist model dışı bir ‘demokrasi’ düşünülemeyeceği de varsayılmış oluyor. Malum, Soğuk Savaş sonrası tarihin galibi ilan edilen ‘serbest piyasa ekonomisi’ demokrasi ile özdeş sayılıyordu, ‘liberal demokrasi’ tabiri bu çerçevede öne çıkmıştı.
Aman dikkat, ‘liberal olmayan demokrasi’den de söz etmiyorum, mevcut liberal demokrasilerin ötesinde özgürlükçü, eşitlikçi bir siyasi ufuktan söz ediyorum. Aksi takdirde, seçim ve çoğunluk esaslı, özgürlükleri hiçe sayan otoriter rejimlerden söz etmiş oluruz.
Zaten, Batı demokrasilerini ‘liberal demokrasi’nin temsilcisi olarak takdim edenlerin, dayanak noktalarından biri de ‘liberal demokrasi’ modelinin karşısına otoriter rejimleri çıkarmak. ‘Liberal Batı demokrasileri’ni otoriter rejimlerin yegane alternatifi olarak tanımlamak ve böylece Batı dünyasında hakim olan demokrasi tecrübesini sorgulama dışı bırakmak. Maalesef, Batı dışı dünyada da bu tasnif kabul görüyor, Batı demokrasilerinin çelişki ve krizlerini sorgulamak adına otoriter rejimlere meyledilebiliyor.
Oysa, asıl mesele, liberal Batı demokrasilerinin hiç de iddia ettikleri gibi özgürlükçü, eşitlikçi, militarizm karşıtı olmadığını görmek, göstermek. Tarihin bu döneminde, insanlığın boğuştuğu krizlerin en önemli nedenlerinden birinin ‘liberal Batı demokrasileri’nin çelişik yapısını ve ürettikleri siyasetler olduğunu görmek. Küresel çapta savaşların, yoksulluğun, özgürlük kısıtlamalarının sorumluluğunu, sadece Batı dışı dünyada değil, Batı’nın güçlü ülkelerinin siyasetlerinin sonucunda aramak. Gelişmiş demokrasiler denilen Batı demokrasilerinde yükselen popülizm ve bunun yarattığı demokrasi krizlerinin, liberal Batı demokrasilerinin çelişkili yapısının sonucu olduğunu görmek.
ABD’de Trump, Batı Avrupa ülkelerinde aşısı sağın yükselişi sebepsiz de değil, sebepleri sadece göçmen karşıtlığı, ırkçılık, aşırıcılık değil. Öncelikle, eşitsizliğin artması, küreselleşme kisvesi altında sermayenin ucuz emek bulduğu ülkelere kayması sonucu artan işsizlik. Dahası, göçmenlere hoşgörü adı altında, ucuz göçmen emeğine yönelmek, böylece yoksullaşan beyaz nüfusun göçmen düşmanlığına zemin hazırlamak. Diğer taraftan, ABD’nin küresel hegemonyası adına körüklediği savaş siyasetlerinin en büyük bedelini alt ve alt orta sınıfların ödemesi. Dahası, bırakın her ülkenin yoksullarını, küresel ABD hegemonyası uğruna Batı Avrupa’nın siyasi ve ekonomik gücünün geriletilmesi.
Bu koşullar altında, son olarak Ukrayna savaşı üzerinden ABD-Rusya kapışmasında en büyük bedeli ödeyen Almanya’da milliyetçi aşırı sağın yükselmesi anlaşılmaz bir gelişme değil. Neo-liberal ekonomik model adına, kamu harcamalarını alabildiğine kısan Fransa’da aşırı sağın yükselişi de, Ukrayna savaşı sonrası ivme kazandı. Neoliberal küreselleşme, ‘ulusal’ çıkarlar ile küresel sermayenin çıkarları arasındaki makasın açılması ile siyasetin merkezden uçlara doğru savrulmasının zeminini oluşturmuştu. Ukrayna savaşı ve Rusya’ya karşı yaptırım siyasetlerinin enerji fiyatlarını arttırması, Çin ile ekonomik savaş adına Çin mallarına yüksek vergi uygulanmasının arttırdığı fiyatların, iddia edildiği gibi ‘liberal demokrasilerin otoriter rejimlere karşı mücadele’si ile alakası yok. Mesele, küresel hegemonya savaşları ve bunun iç siyasete de yansıması.
Nihayet, ‘liberal Batı demokrasilerinin’ küresel güç çatışmaları adına militaristleşmesi de şaşılacak bir durum değil. Sonuçta, bu demokrasiler özgürlükler üzerine değil, militarizm üzerine kuruldu ve gelişti. Tam da bu nedenle, dünyanın ve insanlığın gelecek ufku adına, Batı dünyasında olan bitenleri iyi izlemek ve sorgulamak gerekiyor. Okuyanı yormamak adına, ABD ve Batı Avrupa’da demokrasi krizine daha yakından bakmayı bir sonraki yazıya bırakalım.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Marmara Üniversitesi Orta Doğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Serhan Afacan, İsrail'in Gazze'nin kuzeyinde artan saldırılarını ve bölgeyi işgal politikalarını değerlendirdi.
İran’ın güneybatısındaki Şuşter ilçesinde bir petrol rafinerisinde meydana gelen yangında 1 kişi hayatını kaybetti, 4 kişi yaralandı. Yangının, bir petrol tankerinin benzin depolarına çarpması sonucu çıktığı bildirildi.
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot, İsrail’in UNIFIL’e yönelik saldırılarının uluslararası hukukun "açık bir ihlali" olduğunu vurguladı ve İsrail'i kınadı. İsrail ordusu, 10 ve 13 Ekim tarihlerinde Lübnan'daki UNIFIL tesislerine…
Doç. Dr. Zeynep Burcu Uğur, Gazze’de büyük bir insani krize neden olan ve katliamları sürdüren İsrail’in ekonomisinin durumunu ve beklentileri Fokus+ için kaleme aldı.