Bilindiği üzere, 1783 Paris Antlaşması ile Amerikan Bağımsızlık Savaşı resmen sona ermiş ve Amerika kıtasında kolonyal düzenin çözülmesiyle birlikte uluslararası sistemde yeni bir aktör yükselişe geçmiştir. ABD, kurulduğu ilk yıllarda henüz küresel sistemin belirleyici büyük gücü olarak tanımlanmasa da dönemin hakim gücü olan Britanya İmparatorluğu’nu mağlup ederek; bir sömürge statüsünden bağımsız, genişleme kapasitesi yüksek bir siyasal birime dönüşmüştür.  

Bu durum, ABD’nin daha kuruluş aşamasında bölgesel düzen kurucu bir iddiayla ortaya çıktığını göstermektedir. ABD’nin kuruluşunu takiben ilk döneminde izlenen yayılma siyaseti, önemli ölçüde teritoryal genişlemeye dayalı bir devlet inşası şeklinde cereyan etmiştir. Bu genişleme, literatürde sıklıkla atıf yapılan iki temel yöntem üzerinden ilerlemiştir: Fetih ve satın alma.  

Satın alma örneklerinin en dikkat çekeni şüphesiz Fransız İhtilali sonrası yaşanan ekonomik darboğaz nedeniyle Napolyon Bonapart yönetiminin 1803’te Louisana Bölgesi’ni elden çıkarmak zorunda kalması, ABD’ye kıtasal hakimiyet perspektifinde stratejik bir sıçrama sağlamıştır.  

Aynı dönemde yerli halklara yönelik askeri ve siyasi baskılar ile İspanya ve Meksika’dan koparılan topraklar, ABD’nin yükselen jeopolitik vizyonunun temel bileşenlerini oluşturmuştur. Ne var ki Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgesel stratejik ufkunu belirleyen asıl dönüm noktası, 1823 Monroe Doktrininin ilanıdır.  

Monroe Doktrini, ABD’nin dış politikasını izolasyonist güvenlik arayışından, hegemonik bölgesel liderliğe evriltmiş; kıtanın siyasi coğrafyasını Amerikan çıkarlarına göre yeniden tanımlayan ideolojik ve stratejik bir çerçeve sunmuştur.  

Bu yaklaşımla birlikte ABD, Latin Amerika’daki krizleri kendi güvenlik meselesi olarak okumaya başlamış ve böylece “kıtasal güvenlik=ABD güvenliği” denklemi kurumsallaşmıştır. Dolayısıyla Monroe Doktrini, yalnızca retorik bir dış politika belgesi değil; ileride ortaya çıkacak Amerikan müdahale düzeninin ve Soğuk Savaş yıllarında daha belirginleşecek çevreleme politikalarının öncü mantıksal temelidir. Bu nedenle, günümüzde Latin Amerika’da –özellikle Venezuela bağlamında– yaşanan jeopolitik rekabetin kökenleri, bu doktrinin tarihsel ve ideolojik arka planına dayanmaktadır. 

ABD Başkanı Donald Trump

Peki, ama Latin Amerika genelinden hareketle, özellikle de Venezuela odağında Trump yönetimi ve ABD gerçekte ne istemektedir? Bu durum, yalnızca tarihsel imparatorluk hırslarının bir devamı mıdır; yoksa 21. yüzyıl uluslararası sisteminde yeniden şekillenen neo-sömürgeci bir yaklaşımın göstergesi midir? Burada dikkatle okunması gereken husus şudur: Latin Amerika’ya yönelik Amerikan politikası, değişen dünya dengelerine rağmen özünde değişmeyen bir küresel güç mücadelesinin güncellenmiş kodlarını taşımaktadır.  

21. yüzyıl Monroe Doktrini kodları 

Monroe Doktrini, klasik Amerikan izolasyonizmini iki farklı boyutta içermektedir. Her ne kadar retorik düzeyde Avrupa’ya karşı sınırların çizilmesi amaçlanmış görünse de esas hedef Latin Amerika’da ABD üstünlüğünün kurumsallaştırılmasıdır. Dolayısıyla 19. yüzyıldan günümüze uzanan süreçte, Amerikan dış politikasının bölgesel davranış kalıpları belirli öngörülebilir stratejik eksenler üzerinden kendini sürekli yeniden üretmiştir. Günümüz 21. yüzyıl uluslararası sisteminde bu tarihsel refleksin özellikle Venezuela üzerinden yeniden görünür hale geldiğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda Donald Trump döneminde Latin Amerika’ya yönelen Amerikan ilgisi, iki temel odak noktasında somutlaşmıştır:  

  1. Enerji ve NTE kontrolü: Venezuela, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olması ve hidrokarbon temelli enerji güvenliği açısından stratejik bir konumda bulunması nedeniyle Washington tarafından kritik bir şekilde takip edilmektedir. Aynı zamanda Güney Amerika; altın, koltan ve nadir toprak elementleri bakımından son derece yüksek bir jeo-ekonomik potansiyele sahiptir. Bu nedenle Trump yönetimi, küresel güç rekabetinin enerji arz güvenliği ve kritik mineraller üzerinden yeniden biçimlendiği bir dönemde Venezuela’nın söz konusu kaynaklara dayanarak Rusya ve Çin ile giderek artan stratejik yakınlaşmasını kabul edilemez bir meydan okuma olarak değerlendirmiştir.  Kaldı ki, Trump’ın başkanlık koltuğuna oturur oturmaz imzaladığı başkanlık kararlarının önemli bir bölümünün enerji odaklı olması da bu yaklaşımı teyit etmektedir.  
  2. Tatlı su kaynakları: Bununla birlikte, çoğu analizde enerji vurgusu öne çıksa da, üçüncü bir boyutun göz ardı edilmemesi gerekir: Venezuela’nın tatlı su rezervleri. Zira 21. yüzyıl jeopolitiğinde su kıtlığı giderek daha belirgin bir güvenlik riski haline gelmekte; Dünya Ekonomik Forumu 2025 raporunda su krizini önümüzdeki dönemin en kritik tehditlerinden biridir.  WEF verileri, kirlilik ve doğal kaynak kıtlığının geleceğin en kritik küresel tehditleri arasında olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda tatlı su, yalnızca çevresel bir unsur değil; güvenlik, kalkınma ve jeopolitik rekabet açısından belirleyici bir güç unsurudur. Venezuela’nın Orinoco Havzası gibi zengin tatlı su kaynakları, yalnızca çevresel bir değer değil; geleceğin stratejik rekabet alanı olarak okunması gereken bir güç unsurudur.  

Küba travması 

ABD açısından Latin Amerika, tarihsel olarak önemli olsa da esas stratejik kopuş, Soğuk Savaş döneminden itibaren bölgenin ulusal güvenliğin dış çevresini oluşturan bir jeopolitik eşik olarak görülmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Washington yönetimi, özellikle Karayipler’de Rus askeri varlığının yeniden belirginleşmesini kesinlikle istememektedir. Bu yaklaşımın ardında, ABD’nin “Küba travması” olarak adlandırılabilecek tarihsel bir hafıza bulunmaktadır. Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği’nin ideolojik yayılım stratejisi, Soğuk Savaş boyunca Latin Amerika’da yeni ittifak ilişkilerini ortaya çıkarmış; sosyalist hareketlerin desteklenmesi, ABD’nin uzun yıllar “arka bahçesi” olarak gördüğü bölgede sistemsel kırılmalar yaratmıştır. Bu bağlamda Küba, yalnızca sembolik bir örnek değil; ABD hegemonyasının kırılganlık sınırını gösteren en kritik vakadır. 1962 Küba Füze Krizi’nin oluşturduğu küresel nükleer savaş eşiği, Karayipler’de herhangi bir büyük güç askeri varlığının Washington için “kırmızı çizgi” haline gelmesine yol açmıştır. 

Küba Krizi, ABD’nin Sovyet askeri varlığını hemen yanı başında görmesiyle ortaya çıkmış; Sovyetler Birliği’nin Küba’da konuşlandığı nükleer kapasite, Washington açısından hegemonik kırmızı çizginin aşılması anlamına gelmiştir. Aynı süreçte Domuzlar Körfezi çıkarmasının başarısızlığı, ABD için ciddi bir prestij kaybı yaratmış; bunun ardından yaşanan tırmanma, dünya tarihinin en kritik nükleer savaş eşiği olarak kayda geçmiştir. Her ne kadar iki taraf için de son derece gergin bir dönem olsa da bu süreç sonunda küresel felaket güçlükle engellenebilmiştir. Bugün ise ABD, benzer bir askeri varlık ve nüfuz inşasını bu kez Venezuela üzerinden gözlemlemektedir. Washington Post tarafından yayımlanan ve ABD hükümet belgelerine dayandırılan haberde, Venezuela Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun, ABD’nin Karayipler’de askeri yığınak yapması nedeniyle, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’den acil askerî destek talep ettiği bildirilmektedir. Haberde ayrıca 14 adet füze sisteminin Venezuela’ya teslim edilmesinin gündemde olduğu ve Caracas’ın daha önce satın aldığı Rus yapımı Su-30MK21 savaş uçaklarının modernize edilmesi ve tam kapasiteye kavuşturulmasının talep edildiği de vurgulanmaktadır. 

Çin etkisinin çevrelenmesi ve güvenlik mimarisi 

Trump yönetimi açısından, küresel düzeyde en büyük iktisadi rakip olarak görülen Çin’in sınırlandırılması politikası yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik hamlelerle yürütülmektedir. Bu çerçevede bugün gerek Afrika gerekse Latin Amerika’da, hatta Zengezur Koridoru ekseninde dahi Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında Çin’in kredi–yatırım politikaları üzerinden bölgesel nüfuz alanı kurmaya çalışması, mevcut uluslararası düzen için doğrudan bir meydan okuma olarak değerlendirilmektedir. Nitekim Çin’in bölgede etkin bir aktör olarak yükselmesi, ABD açısından istenmeyen bir durumdur. Çünkü mesele yalnızca ekonomik çıkarlarla sınırlı değildir; hem teknolojik hem de enerji güvenliği boyutunu içermektedir. Bu kapsamda ilk olarak, 2015 yılında Venezuela’nın Şanghay Uzay Uçuşu Teknolojisi Akademisi tarafından geliştirilen Uzun Yürüyüş 2D (Long March 2D) roketiyle bir Dünya gözlem uydusunu yörüngeye fırlatması dikkat çekicidir. İkinci olarak, Çin’in Venezuela petrolünün yaklaşık %95’ini satın alması, Pekin’in küresel ölçekte enerji merkezli dış politika yaklaşımının Latin Amerika’daki en somut yansımasını oluşturmaktadır.2 Büyük bir enerji tüketicisi olan Çin’in, yalnızca yatırımlar değil, teknoloji transferi ve altyapı işbirliği yoluyla da bölgesel nüfuz alanı tesis etmeye çalışması; bu politikanın stratejik arka planını daha görünür kılmaktadır. 

Bugün, Trump yönetiminin Maduro’ya yönelik en sert yaptırım paketlerini devreye sokması da yalnızca otoriterlik karşıtı ya da uyuşturucu odaklı bir söylemle değil; Küba Krizi’nden miras kalan stratejik kırmızı çizgilerin yeniden devreye alınması ile açıklanmalıdır. Başka bir ifadeyle ABD, Latin Amerika’da Çin’in ekonomik genişlemesini ve Rusya’nın askeri varlığını hegemonik güvenlik mimarisine yönelik ikili tehdit olarak okumaktadır. Bu gelişmeler, ABD’nin Karayipler’de askeri varlığını sürdürmesine karşın, Washington’un yeni bir “Küba Krizi 2.0” senaryosunu tetiklemek istemediğinin göstergesi olarak dikkatle okunmalıdır. Çünkü ABD açısından Rusya’nın Latin Amerika’da kalıcı bir askeri zemin edinmesi, yalnızca bölgesel bir sorun değil; uluslararası sistemde hegemonik güvenliğin yeniden sarsılması anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle, Rusya’nın Venezuela’da güç kazanması, ABD’nin tarihsel hafızasında hala taze olan Küba Krizi travmasının bölgesel izdüşümünü yeniden gün yüzüne çıkarmaktadır.