Savaşın ortasında gerçeği arayanların, adaletsizliğe karşı tek silahı kamera ve mikrofon olanların hikayesi… Onlar, savaş muhabirleri. En riskli bölgelerde, ölümle burun buruna, savaşın çirkin yüzünü dünyaya göstermek için verilen kıymetli mücadele.                       

Savaşın yarattığı yıkım ve vahşete tanıklık eden savaş muhabirleri, bombaların, mermilerin ve patlamaların ortasında hayatta kalmaya çalışırken, diğer yandan da doğruyu ve gerçeği yansıtmanın sorumluluğunu omuzlarında taşıyor.

Onlar ellerinde mazlumların sesini duyuran mikrofonları, bir kayıt aracından ziyade tarihin insanlık suçlarına tanıklık eden kameraları ve yeri geldiğinde bir silah kadar can alıcı sözleriyle dünyanın gözü ve kulağı.

Peki, savaş muhabirliği yalnızca birkaç dakikalık televizyon bülteni veya bir fotoğraf karesi mi? Ekrana yansıyan dakikaların bedeli ne kadar ağır? Her an ölümle burun buruna olmak, tehlikenin içinde haber yapmak ne kadar psikolojik ve fiziksel yük getiriyor? İşte detaylar…

Savaş gazeteciliğin tarihçesi

Savaş gazeteciliği, 1846’daki Meksika Savaşları ile doğdu. Bu dönemde, savaşla ilgili bilgiler haber merkezlerine hızla ulaştırılmaya başlandı. Ancak, ABD’li muhabirlerin yerel kültür ve görsel verilere ulaşamaması, haber içeriklerinin sınırlı olmasına yol açtı. 

Savaş gazeteciliğinin daha olgunlaşmış hali ise 1854'teki Kırım Savaşı ile şekillendi. Bu savaş, The Times gazetesinin muhabiri William Howard Russell’ın aktarımlarıyla geniş kitlelere ulaştı. Kırım Savaşı, uluslararası muhabirlerin yer aldığı ilk savaş olarak kayıtlara geçti. Ayrıca, savaşın fotoğrafçılık ile desteklenmesi, savaş gazeteciliğinde önemli bir dönüm noktasını işaret etti ve habercilikteki yöntemlerde köklü değişikliklere neden oldu.

Dünya genelinde savaş muhabirliği 

Savaş bölgelerinde gazetecilerin yoğun risk altında olması ve hedef haline gelmesi savaş gazeteciliğinin önemli sorunlarından biri. Farklı din ve milletlerden gelen birçok gazeteci, çatışma alanlarında esir alınırken, birçoğu da hayatını kaybediyor. 

Savaş gazeteciliği, özellikle Avrupa ve Amerika’da daha fazla önemseniyor. Bu bölgelerde gazeteciler, sıcak noktalara gönderilmeden önce kapsamlı bir eğitimden geçiyor. Özellikle İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri, bu konuda büyük bir hassasiyet gösteriyor.

Örneğin, Reuters ve diğer birçok medya kuruluşu, Irak Savaşı öncesinde çalışanlarını Mısır’a göndererek özel eğitimler düzenledi. BBC ve CNN, tehlikeli bölgelere gidecek personeline savaş eğitimi verirken, Associated Press ise Irak Savaşı sırasında bölgeye gönderdiği ya da göndermediği tüm çalışanlarına "hayatta kalma" kursları sundu.

Türkiye’de savaş muhabirliği

Savaş muhabirliğine dair ilk kayıt Kurtuluş Savaşı olduğu belirtiliyor.

II. Dünya Savaşı sırasında Strasburg’da Alman bombardımanı sırasında ajans muhabiri Salih Köse Raif Çorlu hayatını kaybetti. Çorlu, savaşta hayatını kaybeden ilk Türk savaş muhabiri olarak kayıtlara geçti.

Ülkemizde sıcak bölgelerde görev yapan çok sayıda savaş muhabiri, Anadolu Ajansı, Demirören Haber Ajansı, İhlas Haber Ajansı gibi ajanslar ve medya kuruluşları tarafından görevlendirilmektedir. Ancak, eğitimlere gelecek olursak Türkiye’de sadece Anadolu Ajansı çalışanlarına eğitim programları düzenliyor. Onun dışında geleceğin gazeteci adayları iletişim fakültesi öğrencilerine de bu konuda yeterli eğitim veriliyor mu veya veriliyorsa bile ne kadar yeterli? tartışma konusu.

 

Savaş bölgelerinde gazeteciliğin zorlukları

Duayen gazeteci Coşkun Aral ile savaş bölgelerinde gazeteciliğin zorluklarını konuştuk. Aral, kırk yılı aşkın tecrübesiyle; çatışma alanlarında karşılaşılan güvenlik, finansman ve iletişim engellerini, gazetecinin savaş bölgesine gitmesi için hangi hazırlıkları yapması gerektiğini Fokus+'a anlattı.


“Şiddet öğesiyle karşı karşıya kalma riskinin fazla olduğu bölgelerde, özellikle kaotik ortamlarda, insanların doğal afetler veya savaşlar yüzünden kaçtığı coğrafyalarda çalışmak ciddi bir sorun. Bu tür alanlara ulaşmak, bu coğrafyalara girmek büyük zorluklar içeriyor. Örneğin, Gazze'ye girebilmek, Gazze dışında çalışan hiçbir gazeteci için mümkün değil. 7 Ekim'den bu yana neredeyse bir yıl geçti ve gazeteciler Gazze'ye giremiyor. Neden giremiyorlar? Çünkü İsrail, bu konuda oldukça deneyimli bir ülke. Tüm gazetecilerin giriş noktalarını kontrol altında tutuyor. Hava yoluyla bile, paraşütle bile giriş yapmak mümkün olmuyor. Bu durumda ilk zorluk, bölgeye girmektir. Sonraki aşama, çektiğiniz görüntüleri göndermek ve tanıklıklarınızı belgelendirmek. Belgeleme süreci ise ayrı bir sorun.

Yani hiçbir kişi veya kurum, siz onlara yönelik bir kayıt altına alma olayına girdiğinizde, isterseniz fotoğraf makinesi olsun, isterseniz bir teyp kaydı, bugün telefon, kendisine karşı kullanılabileceği kuşkusuyla, korkusuyla engel olur. O tanıklığı istemez.  İsterseniz bu çok mağdur olan Filistin coğrafyasında olsun, isterseniz bunun profesyonelce insan öldürme makinesi haline dönüştürüldüğü İsrail ordusu olsun kimse böyle bir şey istemez.  

Bütün kişi ya da kurumlar, kayıt altına almak için bir girişimde bulunduğunuzda, ister fotoğraf makinesi, ister telefon kaydı olsun, genellikle bunun kendilerine karşı kullanılabileceği korkusuyla engel olur. O tanıklığı istemez. Bu, isterseniz çok mağdur olan Filistin coğrafyasında olsun, isterseniz profesyonelce insan öldürme makinesi haline dönüştürüldüğü İsrail ordusu olsun kimse böyle bir şey istemez.  

90'lı yıllarda, Irak ordusunun kuvveti, işgali ve sonrasındaki Amerikan operasyonları sırasında "Embedded gazetecilik" yani iliştirilmiş gazetecilik uygulaması başladı. " Geleceksin, bana akredite olacaksın, kim olduğunu öğreneceğim ve ardından sana hareket imkanı vereceğim. Ancak yapacağın her şey, benim denetimim altında olacak. Benim denetlemediğim herhangi bir şey kullanırsan, hangi ülkenin vatandaşı olursan ol cezası ağır " deyip, sınırlandırılmış bir gazetecilik yaptı. Bu tür bir gazetecilik, zaten dünya çapında birçok ordu tarafından uygulanan bir yöntemdi. O yüzden dedim ya önce ulaşmak zor. 

Türkiye'deki bir gazeteci, genç bir savaş muhabiri adayı bir kadın ya da erkek fotoğrafçı, oraya gitmek için öncelikle finansmana ihtiyaç duyar. Savaş bölgelerindeki fiyatlar çok yüksek olduğundan, gideceğiniz yerin koşullarına göre her şey çok pahalıdır. Örneğin, İstanbul'da bir otel fiyatı bin dolar iken, aynı otel bir savaş bölgesinde beş bin dolara çıkabilir. Burada bir taksiye bin lira verirken, savaş bölgesinde on bin lira verebilirsiniz. Bir şişe su burada elli lira ise, orada beş yüz lira olabilir. Bunlar, gittiğiniz yerin konumuna ve coğrafyasına göre değişir. Bu nedenle, bir finansman kaynağı gereklidir. Çalıştığınız medya kurumu veya başka kaynaklardan gelen fonlar ile bu maliyetleri karşılamak gerekir. Gelişi güzel "Ben gidiyorum" diyerek gidebilmeniz mümkün değildir. Savaş bölgelerine gitmek çok maliyetli bir iştir. Ayrıca, akreditasyon da gereklidir.

 

Gitmek bir sorun, gidip de çekmek var.  Onları çektikten sonra göndermek var.   Bugün cep telefonuyla çekim yapıp hemen gönderebilirsiniz, ancak gittiğiniz bölgede telefon bile bulamayabilirsiniz. O dönemde film, kart veya fotoğraf çekildiğinde, onları göndermek için farklı yollar kullanılırdı ve bu da maliyetti. Dünyanın en iyisini çektiniz, siz de kaldı. Ne oldu? Bütün bunları düşünmek lazım. O yüzden dediğim gibi, dert çekmek değil.  Çektiğinizi göndermeniz lazım, artı buna uygun yayın organ lazım. Türkiye’de bu tür yayın organları sınırlıdır. Çünkü gazetecilerin görüşlerinin, devletin hakim görüşüne paralel olması gerekebilir. 

Mesela ben, Mehmet Ali Birand'la beraber -bunun altını çiziyorum-, Abdullah Öcalan, terör örgütünün lideriyle röportaj yaptım. Röportajı getirdiğimizde ödül kazanacağımızı zannediyorduk ancak yayınlayan gazete toplatıldı.  Mahkum olduk. Bütün bu bahsettiğim, her alanı düşünürseniz kolay olan bir meslek değil.”

 

 

Bünyamin Aygün: "Asıl psikoloğun kişinin kendisi olduğunu öğrendim"

2013'ün Kasım ayında, haber için gittiği Suriye'de Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) tarafından kaçırılan ve 40 gün sonra kurtarılan gazeteci Bünyamin Aygün, Fokus+’a verdiği özel röportajda savaş bölgelerinde çalışmanın getirdiği psikolojik zorlukları anlattı.


 

Savaş ortamından normal hayatınıza döndüğünüzde nasıl bir adaptasyon süreci yaşadınız? Psikolojik boyutlarını değerlendirir misiniz?

 

“Savaş bölgesinden döndükten sonra adaptasyon süreci benim için zaman zaman zorlayıcı oluyor tabii. Savaşın, çatışmanın kaotik ortamından gündelik hayata geçiş bir anda önceliklerin değiştiği ve aslında basitleştiği bir düzenle karşılaşmak anlamına geliyor ve bu da bir boşluk hissi yaratıyor. Gördüğüm olayların etkisiyle, özellikle bunun ilk zamanlar böyle olacağını düşünürken tüm hayatımı sardı desem abartmış olmam. Şöyle desem daha anlaşılır olur, aniden yükselen seslerden ya da kalabalık ortamlardan sürekli rahatsız oluyorum. Yani bu rahatsızlık maalesef hayatımın bir parçası oldu. 

Psikolojik olarak bu süreci sağlıklı atlatabilmek adına deneyimlerimi paylaşmayı ve gerektiğinde profesyonel destek almayı ihmal etmedim. Ancak size çok ilginç bir şey söyleyeyim, bir psikolog bana yardımcı olamayacağını, durumumun ağır olduğunu trajikomik bir ifadeyle söylemişti. Gazetecilikte duygusal dayanıklılığın önemli olduğunu düşünüyorum ancak bu dayanıklılığı koruyabilmek için kendi zihinsel sağlığımıza da özen göstermemiz gerektiğini, bunun için asıl psikoloğun kişinin kendisi olduğunu öğrendim. Bunu da psikiyatri biliminin Türkiye’de henüz emekleme sürecinde olduğu için kendi kendime geliştirdim diyebilirim.” 

Embedded (iliştirilmiş) gazetecilik

Savaş ve çatışma alanlarında askerle beraber hareket eden medya çalışanları olarak tanımlanmaktadır.

İliştirilmiş gazetecilik nasıl olmamalıdır sorusuna, gazeteciliğin tartışma konusu olan "Cephede bir Sırp vurdum" manşetiyle hatırladığımız haber üzerinden örneklendirebiliriz. 

 

 

Türkiye Gazetesi, 16 Şubat 1993 yılında, "Cephede bir Sırp vurdum” manşetini atmıştı.

Haberde, "Bosna'da çatışma bölgesine girebilen tek Türk gazeteci" diye tanımlanan Yusuf Sancak'ın, şu ifadeleri yer almıştı: "Cephe Komutanı Zülfikar'ın müsaade ettiği tek atışı yapmak için dürbünle Sırp mevzilerini yarım saat gözledim. Sonra atışı yaptım, bir Sırp yuvarlandı."

 

 

 

Konuya ilişkin görüş aldığımız, savaş muhabiri Bünyamin Aygün, Fokus+’a özel şu açıklamalarda bulundu.


Meslektaşınızın bu davranışını iliştirilmiş gazetecilik açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesleğin etik sınırları sizin için nedir?

“Gazetecilik, öldürmek değil, yaşatmak üzerine ortaya çıkmış bir meslektir. Bizim görevimiz, çatışmaları körüklemek ya da taraf olmak değil, olan biteni şeffaf ve doğru bir şekilde insanlığa aktarmaktır. Bahsettiğiniz olayı biliyorum ama şahsın ismini ilk kez duyuyorum. Çünkü akıllarda sadece olay olan o haber kaldı! İfadesi ve haberin kullanım şekli asla tartışma kabul etmeyen ciddi bir ahlak sorununu ortaya koyuyor mesleki anlamda. Bir gazeteci olarak silah kullanmak, çatışmanın bir parçası haline gelmek demektir ve bu da gazeteciliğin temel prensipleriyle net bir şekilde çelişir!

İliştirilmiş gazetecilik ise tam da bu noktada devreye giriyor. Bana göre, iliştirilmiş savaş muhabirlerine “savaş muhabiri” demek doğru değil. Onlar, cepheden haber aktaran postacı gibidir. Çatışmanın bir tarafından “emir” alarak hareket ettikleri için bağımsızlıklarını ve objektifliklerini kaybetme riski oldukça yüksektir. Gazetecinin asıl sorumluluğu, tarafsız kalarak savaşın insani boyutunu göstermek ve barışa hizmet etmektir.

İşte tam da bu noktada etik sınırları çizmek çok önemli. Savaş muhabirliği yapan gazeteci, savaşın tanığıdır; savaşın parçası değil! Bu yüzden mesleğimizin amacı yaşatmak, insanları bilgilendirerek farkındalık yaratmak ve belki de trajedilerin tekrar etmesini engellemektir. Haber uğruna şiddete ortak olmak, ırksal ya da dinsel olarak duygulara yenik düşmek gazeteciliğin ruhuna aykırıdır ve bu tür örnekler meslektaşlarımıza karşı güveni sarsar. Sonuç olarak, gazeteciler silah değil kalem taşır ve bu kalem öldürmek değil yaşatmak için vardır. Emri de sahadaki savaşanlardan değil varsa bağlı olduğu haber kuruluşunun haber müdürlerinden alır.”

Savaş gazeteciliğinin otosansürü

Türk Dil Kurumu’nda oto sansür, kurumların ya da kişilerin kendilerini kısıtlaması olarak tanımlanır.

Gazeteciler tarafından çeşitli nedenlerle uygulanır. Özellikle savaş muhabirleri, çalıştıkları medya kuruluşunun üst yönetiminin, yaptıkları haberlerin ulusal çıkarlarla çeliştiği yönündeki uyarıları, sıcak çatışma bölgelerinde askerlerle birlikte bulunmanın getirdiği duygusal bağlar ve sansürle karşılaşma kaygısıyla kendilerini sınırlamak zorunda kalabilirler.

Vietnam Savaşı’nda gazetecilerin özgürce yayın yapıyor olması, oto sansürü uygulamasını beraberinde getirdi. Hayati tehlikeye sebebiyet vermemek ve askeri bilgilerin sızması endişesiyle hem can güvenliklerini korumayı hem de güvenlik risklerini en aza indirmeyi amaçlamışlardır. 

Otosansürün, her gazetecinin kendi vicdani sorumluluğunda olduğunu ifade eden Akgün, “Gazetecilikte tartışmalı bir konu olsa da savaş muhabirliği söz konusu olduğunda bazen zorunlu hale gelebiliyor. Haberlerin doğruluğunu korumak ve kollamak savaş muhabirinin bir önceliği olsa da bazı bilgilerin yayımlanmasının güvenlik riski oluşturabileceğini göz ardı etmemek gerekiyor. Yine kendimden bir örnekle anlatayım, bir defasında cephe hattından haber yaparken askerlerin konumunu açıkça belirtmemeye özen gösterdim. Bu hem sahadaki güvenliği sağlamak hem de sorumlu gazetecilik anlayışını korumak adına aldığım bir karardı. Otosansürü bilginin manipülasyonundan ziyade bilginin nasıl sunulacağına dair etik ve güvenlik temelli bir süzgeç olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.” şeklinde konuştu.

Gazeteciler için en ölümcül yıl 

Gazetecileri Koruma Komitesi’ne (CPJ) göre, çatışma bölgelerinde öldürülen gazeteci sayısı 2024'te son beş yılın en yüksek seviyesine ulaştı. 

Gazeteciler için en tehlikeli bölgelerden biri ise Gazze’ydi. 2024'te öldürülen 98 gazetecinin üçte biri İsrail silahlı kuvvetleri tarafından öldürüldü.

Öte yandan, Pakistan, Meksika, Sudan, Kolombiya, Honduras ve Çad'da silahlı gruplar ve çeteler gazetecileri hedef aldı ve öldürdü. Bangladeş'te de geçen yıl protesto gösterilerine yönelik baskında 5 gazeteci öldürüldü. 

Ayrıca, Gazetecileri Koruma Komitesi’nin 1992 ile 2025 arasında tuttuğu verilere göre; 1653 gazeteci öldürüldü

Bu ölümlerin isim ve hikayelerini aktaramıyor olsak da, ne yazık ki sayılarla ifade edebiliyoruz. Ancak bu istatistikler, mesleğin ne kadar kutsal ve ne denli tehlikeli olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Filistinli savaş muhabiri Mohannad Al Khateeb, Fokus+’a özel açıklamalarda bulundu.


 

Güvenliğinizi nasıl sağlıyorsunuz?

“Gerçekte güvenli bir yer yok. Sürekli olarak ya doğrudan ya yakın çevremizde ya da ailemize yönelik bombardımana maruz kalıyoruz. Tüm bunlar panik, korku ve endişeye neden oluyor. Basın yeleği bile güvenli değil, bazen yük ve korku kaynağı oluyor. İnsanlarla çekim yaparken bile bunu görüyoruz, çünkü işgal güçleri tarafından hedef alındığımız için insanlar gazetecilere yaklaşmaktan korkuyor.


Gazze'deki gazetecilerin durumu nasıl? 

“Gazze'deki savaş diğer savaşlardan tamamen farklı. Burada Gazze her yönden kuşatılmış durumda. İşgal güçleri tüm hedeflerini ve Arap cephelerini de Gazze'yi sıkıştırmak için kullanıyor; hava saldırıları, abluka, öldürme, kaçırma ve açlık silahını da kullanıyor. Gazze'deki gazeteciler birçok meslektaşlarını kaybetti ama bu onları yollarından döndürmedi.”


Hukuki açıdan bakıldığında, uluslararası medya camiası meslektaşlarımızı korumak için ne yapabilir?

“Gerçekte bu savaş, gazetecileri korumakla yükümlü tüm toplumların ve sistemlerin gerçek yüzünü ortaya çıkardı. Bizi işgal güçlerinin zulmü karşısında yalnız bıraktılar. Her gün ekipmanlarımızı ve meslektaşlarımızı kaybediyoruz ve tarihte görülmemiş en kötü zamanları yaşıyoruz.”

 


AYRICA BAKABİLİRSİNİZ 

2013'te IŞİD tarafından kaçırılan ve 40 gün sonra kurtarılan savaş muhabiri Bünyamin Aygün, Fokus+’a verdiği özel röportajda savaş bölgelerinin gazetecilere etkisini, etik sorumlulukları ve meslektaşlarına yönelik önemli uyarılarını paylaştı.