Suriye’de devrim, bir halkın yeniden doğuş hayaliydi. Bugün ise geçiş süreci, bu hayalin gölgesinde şekillenen bir yönetim mühendisliğine dönüştü.  

Esed rejiminin sona ermesine kadar devrimsel nitelik arz eden hareket, geçiş süreciyle birlikte kolektif bir yeniden doğuştan ziyade, merkezileşmiş otoritenin gölgesinde ilerleyen bir değişime evrildi. Ahmed Şara idaresinin, reform söylemini yüksek sesle dile getirirken, muhtelif nedenlerle uygulamada eski yönetim mimarisini yeniden inşa etmekten öteye geçebildiğini söylemek bu aşamada güç.  

Reform söylemi, eski düzenin yeniden gün ışığına çıktığı bir kurgu olmaktan öteye geçemiyor. Mali yetersizlik argümanı haklı olarak sıkça dile getirilse de esas engel daha derin: Karar alma mekanizmalarının dönüştürülmesinde, kurumların yapılandırılmasında ve toplumsal meşruiyetin tesisinde ciddi aksaklıklar var. Bu durum, Suriye’nin geleceği için kritik bir sorun teşkil ediyor.

Üstelik bu merkezileşme yalnızca idari değil; diğer alanlara da sirayet ediyor. Geçiş sürecinin kilit aktörleri halkla anlamlı bir angajmandan imtina ediyor, kimi zaman yerel ihtiyaçları göz ardı eden kararlar ön planda tutuluyor. Toplumun sürece katılımının sağlanmamasında ısrar, sadece meşruiyet krizinin derinleşmesine yol açacaktır. Demokratik yeniden yapılanma ve ülkenin inşası, ancak yerelden başlayarak ve toplumun sahiplenmesiyle mümkün olabilecektir.

Zorlayıcı normalleşme: Reformun gerçek testi

Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara

Şam’ın İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde İsrail’le normalleşme yönünde atmaya hazırlandığı iddia olunan adımlar, reform söyleminin gerçek bir stratejiye dönüşüp dönüşmediğini test eden bir eşik niteliği taşıyor. Görünürde diplomatik açılım gibi sunulan bu süreç, aslında uluslararası baskıların ve ekonomik dışlanmanın dayattığı bir yönelim. Normalleşme, stratejik bir tercih değil; dış baskıların zorladığı bir rota.

Ancak içeride kurumsal meşruiyet tesis edilmeden bu yönde atılacak adımlar, toplumsal ayrışmayı derinleştirme riski taşıyor. Reformla değil, baskıyla şekillenen bir dış politika, iç kırılganlığı daha da pekiştirir. İsrail’le kurulacak diplomatik bağlar, hukukun üstünlüğü, adalet reformu ve kamusal şeffaflık gibi alanlarda somut adımlarla desteklenmedikçe, yalnızca bir jeopolitik vitrin olmaktan öteye geçemez.

Esasen normalleşme süreci yalnızca dış aktörlerle ilişkileri düzenleme gayesi taşımaz; aynı zamanda iç kamuoyuna da bir “istikrar ve açılım” algısı sunmayı hedefler. Ancak bu algı somut sosyal kazanımlarla desteklenmediğinde sürdürülebilirlikten uzaklaşır ve hatta normalleşme çabalarını dahi sekteye uğratabilir. Diplomatik açılım, içerideki reformlarla eş zamanlı ilerlemediği sürece, geçiş sürecinin inandırıcılığına zarar verir.

Kaldı ki, Tel Aviv’in Dürzileri koruma bahanesiyle Şam’da Saray ve Savunma Bakanlığı’nı hedef aldığı saldırıların ardından ‘normalleşme’ gibi büyük lafların içinin nasıl doldurulacağı ve izah edileceği de merak konusu.  

Kırılganlık ve kurumsal boşluk: Kuzeydoğu perspektifi

Kuzeydoğu Suriye’de geçiş süreci daha da kırılgan görünüm arz ediyor. Mart 2025’te Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile merkezi hükümet arasında imzalanan entegrasyon anlaşması hala hayata geçirilemedi. Kürt-Arap gerilimi, Türkiye’nin güvenlik kaygıları ve SDG’nin ortaya koyduğu direnç başından bu yana parametreleri muğlak olan entegrasyonu daha da zorlaştırıyor. Bu çekişme sürdüğü müddetçe, IŞİD hücrelerinin bölgedeki kurumsal boşluklardan yararlanarak etkinlik kazanması, kaynak ve yetki bakımından yetersiz yerel meclislerin daha da atıl hale gelmesi ve Arap aşiretler ile SDG milisleri arasında çatışmaların yeniden alevlenmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

ABD’nin tutumu: Geç kalınmış yüzleşme

ABD’nin Suriye sahasındaki pozisyonu, son dönemde yapılan açıklamalarla yeni bir dönüm noktasına ulaşmış durumda. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın SDG’yi doğrudan PKK’nın uzantısı olarak tanımlaması ve “onlara bağımsız bir gelecek borçlu değiliz” ifadeleri, yıllardır sahada fiili destekle büyüyen bu yapının meşruiyetinin ciddi biçimde aşınmasına neden oldu. Bu açıklama yalnızca SDG'nin statüsüne değil; Suriye'nin kuzeydoğusundaki geçiş sürecine dair de stratejik bazı belirsizliklere neden oldu.

SDG’nin geçmişi ayrılıkçı ve dayatmacı bir yaklaşımı temsil etmektedir. Terör yöntemleri, demografik baskılar ve etnik mühendislik uygulamaları ile sahada güç elde eden yapı, ABD’nin askeri ve siyasi desteğiyle iç savaş süresince kendi düzenini inşa etmeye çalıştı. Bu süreçte reform, SDG için bir taktik; hedef ise dönüşüm değil tahakkümdür.  

ABD'nin son açıklamaları sahada gerçek sorumlulukların yüzleşilmesini gerektiren bir ortam oluşturuyor. Ancak bu açıklamalarda göreli olarak geç kalınmış olması, reform sürecini kolaylaştırmaktan çok, yeni bir kırılma potansiyeli de taşıyor. SDG’ye verilen desteğin geri çekilmesi örgütün askeri ve siyasi kapasitesini sınırlayacaktır. Fakat bu adım ani ve kapsamlı biçimde atıldığında, SDG’yi dış aktörlere ve azınlık gruplara yönelterek geçiş sürecini sabote etme refleksine sürükleyebilir.

Yönetilemeyen gerilim: Süveyda

Nisan ve Temmuz 2025 arasında Süveyda’da yeniden alevlenen çatışmalar, geçiş sürecinin yalnızca kurumsal değil; toplumsal boyutta da ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor. Dürzi topluluklar ile Bedevi Arap aşiretleri arasında yaşanan gerilim, Suriye ordusuna yönelik silahlı saldırılarla daha da derinleşerek son olarak 300’ün üzerinde can kaybıyla güvenlik krizi kritik bir eşiğe ulaştı. Dürzi liderlerinden Şeyh Hicri’nin uluslararası koruma talebi, bölgedeki özyönetim çağrısının küresel destek arayışına dönüştüğünü gösterdi. İsrail’in Süveyda üzerindeki hava varlığı ve Dürzileri koruma maksadıyla Şam’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve Savunma Bakanlığı’nı hedef alması, bölgesel rekabetin yerel çatışmalara nasıl yansıdığını açıkça ortaya koyuyor.

Süveyda şehir merkezi

Şara yönetiminin güvenlik önlemlerinden ziyade kapsayıcı yönetim mekanizmalarıyla otoriteyi tesis etme kapasitesi bu çatışmalarla önümüzdeki dönemde daha fazla sorgulanacaktır. Süveyda’daki gerilim, geçiş hükümetinin kriz yönetimini hâlâ tek yönlü araçlarla kurguladığını gösteriyor. Bu tercih, sürdürülebilirlikten uzak bir geçiş sürecinin habercisi.

Geçişin başarısı için bölgesel irade şart

Bu tabloyu kalıcı biçimde değiştirmek için yalnızca teknik kapasiteye değil; yapıcı ve stratejik iradeye gereksinim vardır. Türkiye, yerel yönetim deneyimi ve kamu hizmetleri altyapısıyla geçişin kurumsal boyutuna katkı sunabilir. Enerji alanındaki birçok proje sadece altyapıyı değil; yerel meşruiyeti güçlendirecek katılım mekanizmalarını da desteklemelidir. Körfez ülkeleri özellikle Suudi Arabistan ve BAE, finansal araçlarını aynı zamanda hukuk reformu, yargı bağımsızlığı ve kamu denetimi gibi kurum ve kuralların güçlendirilmesine de teksif edebilir. Keza Ürdün, sınır bölgelerinde sosyal uyumu pekiştirme rolünü daha aktif üstlenebilir.

Bölgesel katkı, proje bazlı değil; ilkeli ve yapılandırılmış olmalıdır. Bu ülkeler Suriye’yle kuracakları işbirliklerde yalnızca ekonomik faydayı değil, kurumsallaşmayı ve hesap verebilirliği teşvik eden bir anlayışı ortaya koymalıdır. Gerek teknik destek programları gerek yatırım anlaşmaları, şeffaflık ve sivil katılım gibi esaslara dayandığında geçiş süreci gerçek manada bir dönüşüm perspektifi kazanacaktır.

Meşruiyetin inşası toplumla başlar

Suriye’nin geçiş süreci, yalnızca bir ülkenin kaderi değil; bölgenin geleceği için de bir sınav niteliğinde. Yarım asırdan fazla Baas rejiminin otoriter yönetim anlayışı altında şekillenen Suriye, bugün Şara yönetimiyle birlikte zorlu bir geçiş sürecinin eşiğinde. Siyasal, toplumsal ve kurumsal tahribatın derin izler bıraktığı bir düzlemde, ülkenin yeniden inşası yalnızca teknik bir restorasyon süreci değil; aynı zamanda meşruiyetin, toplumsal uzlaşının ve kurumsal dönüşümün yeniden tesisi anlamına geliyor.

Şara yönetiminin önündeki sınamalar, geçmişin yükünü taşıyan bir sistemin geleceğe uygun hale getirilmesinden daha fazlasını gerektiriyor: Halkın güvenini kazanma, yerel iradeyi tesis etme ve dış müdahalelerle şekillenen bir sahada yönetişim kapasitesini yeniden tanımlama zorunluluğu bu sürecin temel yapı taşları.

Suriye’de siyasi elitin ve yönetim çevrelerinin aklından çıkarmaması gereken husus meşruiyetin ithal edilemeyeceği ve sadece halkın rızasıyla oluşabileceğidir. Katılımcı kurumlar, şeffaf süreçler ve hesap verebilir mekanizmalar olmaksızın herhangi bir geçiş sürecinin kalıcı dönüşüm yaratması beklenmemelidir. Komiteler, seçimler ve diplomatik açılımlar ancak halkın güveniyle anlam kazanır. Aksi takdirde geçiş süreci yalnızca eski düzenin yeni yüzü olur.

Reformun başarıya ulaşması sadece teknik araçlarla değil; toplumsal irade, bölgesel uyum ve siyasi cesaretle mümkündür. Uluslararası aktörlerin destekleyici tavrı, bölgesel güçlerin yapıcı yaklaşımı ve yerel halkın karar süreçlerine katılımı birleştiğinde, Suriye’nin geçiş süreci sembolik olmaktan çıkıp yapısal bir dönüşüme evrilebilir. Bu sürecin başarısı yalnızca Suriye halkı için değil; tüm bölge için yeni bir gelecek tasarımına zemin hazırlayacaktır.