Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dış politikasında son yıllarda dikkat çeken bir olgu, Demokrat Parti’li Joe Biden yönetiminin Rusya’yı öncelikli tehdit olarak vurgulaması, buna karşılık Cumhuriyetçi Parti’li Donald Trump’ın Çin’i önemli bir rakip olarak görmesidir. Bu farklılaşma, sadece parti ideolojileri ve başkanların kişisel eğilimleri ile açıklanamaz. Aynı zamanda tarihsel miras, jeopolitik gereklilikler, ekonomik çıkarlar, ulusal güvenlik öncelikleri ve uluslararası sistemdeki güç kayması gibi faktörleri de göz önünde bulundurmayı gerektirir.  

ABD’nin dış politikasında Rusya’nın “öteki” olarak konumlandırılması, esasen Soğuk Savaş dönemi çatışmalarının mirasıdır. Sovyetler Birliği, yaklaşık yarım yüzyıl boyunca ABD’nin askerî ve ideolojik düzeydeki temel rakibi olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılması, ABD’nin küresel liderlik konumunu görece pekiştirse de Rusya, nükleer silahlarını muhafaza etmesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip olması ve Avrasya’daki stratejik konumu nedeniyle ABD tarafından hiçbir zaman tamamen göz ardı edilememiştir. 

Demokrat Parti, tarihsel olarak ABD’nin liberal değerler, insan hakları ve demokrasi ekseninde uluslararası sisteme liderlik etmesi gerektiği fikrini ön plana çıkaran bir partidir. Bu yaklaşım, Sovyet döneminde komünizm karşıtı argümanlarla pekişirken, Soğuk Savaş sonrasında Rusya’nın “otoriter eğilimleri” ve “anti-demokratik uygulamaları” üzerinden yeniden formüle edilmiştir. Rusya’da Putin’in güç konsolidasyonu ve Batı dünyasındaki seçimlere müdahale ettiği iddiaları, Demokrat Parti içinde Rusya’ya karşı sert tutumun meşrulaşmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle 2016 ABD başkanlık seçimlerinde Rusya’nın siber saldırılarla ve dezenformasyon kampanyalarıyla etkili olduğu iddiaları, Demokratlar arasında Rusya’nın ABD sistemine yönelik en büyük tehditlerden biri olduğu algısını güçlendirmiştir. 

Cumhuriyetçi Parti içerisinde de Soğuk Savaş döneminde sertlik yanlısı bir kanat varlığını korumuştur. Ancak 1980’lerde Ronald Reagan’ın benimsediği Sovyet karşıtlığı, 1990’ların sonunda ve 2000’lerde yerini ABD’nin küresel ekonomik liderliğini korumaya odaklanan bir anlayışa kısmen bırakmıştır. Nitekim George W. Bush yönetimi (2001-2009) Rusya ile görece ılımlı bir iş birliği arayışına girmeye çalışmış, fakat 2008’deki Gürcistan krizi ve diğer bölgesel gerilimler bu çabaları sekteye uğratmıştır. Bununla birlikte, Cumhuriyetçi Parti’nin ticaret ve ekonomi alanındaki öncelikleri, son yıllarda Çin’in yükselişiyle birlikte tekrar güncellenmiş ve “Çin faktörü”, ABD için önemli bir ekonomik ve teknolojik rekabet alanı haline gelmiştir. 

Jeopolitik ve ekonomik öncelikler: Rusya ve Çin’in farklı tehdit algıları 

Rusya’nın askeri kapasitesi, özellikle nükleer silah kabiliyeti, NATO’nun Doğu Avrupa’daki güvenliğine yönelik tehdit algısını sürekli diri tutmaktadır. Bu bağlamda Rusya, coğrafi olarak Avrupa kıtasına bitişik olması ve tarihsel olarak Orta ve Doğu Avrupa’da nüfuz alanına sahip olması nedeniyle ABD’nin transatlantik ittifak politikalarında kritik bir yer tutar. Demokrat Parti’nin Avrupa müttefikleriyle (özellikle AB ülkeleri ve NATO üyeleri) ilişkileri yeniden güçlendirmeye ağırlık vermesi, Rusya’yı “başlıca rakip” konumunda vurgulayan bir dış politika çizgisini desteklemiştir. Biden yönetimi, seçim kampanyasında da Rusya’nın insan hakları ihlalleri, muhaliflere uyguladığı baskılar ve Ukrayna gibi çatışma bölgelerindeki askerî hamleleri üzerinden Moskova yönetimine karşı sert bir duruş sergileyeceğinin sinyallerini vermişti. 

Çin ise küresel ekonomiye entegrasyonu, büyüyen pazarları ve hızlı teknolojik sıçramasıyla birlikte ABD’nin hegemonyasını tehdit eden yeni bir kutup olarak öne çıkmıştır. Özellikle Kuşak-Yol Girişimi ile Asya’dan Avrupa’ya uzanan geniş coğrafyada altyapı projelerine yatırım yaparak nüfuzunu artırması, ABD’nin geleneksel müttefiklerini ve ticaret ortaklarını yeni bir denge arayışına itmektedir. Ayrıca Huawei, ZTE gibi dev teknoloji şirketlerinin yanı sıra yapay zekâ, 5G, otomobil sanayii ve yüksek teknoloji alanlarındaki gelişmeler, ABD’nin küresel inovasyon ve ekonomik liderlik konumuna doğrudan meydan okumaktadır. Donald Trump liderliğindeki Cumhuriyetçi Parti, bu tehdidi kendi siyasi söylemine uygun biçimde “Amerikan ekonomisinin korunması” meselesi olarak öne çıkarmış ve Çin ile bir anlamda ticaret savaşı başlatmıştır. 

Parti ideolojileri ve iç politika: Demokrasi-ekonomi ekseninde yaklaşımlar 

Demokrat Parti, Amerikan dış politikasını insan hakları, demokrasi ve (NATO, Birleşmiş Milletler vb.) çok uluslu kurumların desteklenmesi üzerinden meşrulaştırmayı tercih etmektedir. Bu doğrultuda, Rusya’daki otoriter yönelim, siber saldırılar ve Avrupa sınırlarında askerî gerilimler, Demokrat seçmen tabanının hassasiyet gösterdiği konular arasındadır.  

Cumhuriyetçi Parti ise tarihsel olarak ABD’nin küresel serbest piyasa ilkelerini desteklemesiyle tanınmakla birlikte, özellikle Trump döneminde “Önce Amerika” (America First) sloganıyla yansıtılan bir tür ekonomik milliyetçilik benimsemiştir. Bu yaklaşım tabii ki, ABD’nin büyük ticaret açıkları verdiği ve fikrî mülkiyet hakları ihlallerinin sıkça gündeme geldiği Çin’i hedef almıştır. Cumhuriyetçi seçmen kitlesi, özellikle imalat sanayiinde yaşanan iş kayıplarını, Çin’in haksız ticaret uygulamalarına bağlamaktadır. Bu nedenle Rusya, ancak ikincil bir tehdit olarak görülür. Zira Rusya’nın ABD ekonomisine doğrudan bir rakip olabileceği pek düşünülmez.

ABD’nin dış politikada farklı araç kullanımının sonuçları 

ABD’nin dış politikada farklı araç kullanımının sonuçları 

Biden ve Demokratlar, Rusya’yla mücadelede çoğu zaman ekonomik yaptırımlar, diplomatik baskı ve NATO’yu güçlendirme gibi araçlara başvurmaktadır. Özellikle 2014’ten bu yana Ukrayna kriziyle birlikte, Rusya’ya yönelik çok sayıda yaptırım paketi uygulamaya konmuş, Biden yönetimi de bu politikayı devam ettirme yönünde adımlar atmıştır. “Rusya’nın seçim müdahaleleri” iddiaları ve muhalif politikacı Alexei Navalny’nin tutuklanması gibi olaylar, ABD’nin Rusya’ya karşı uluslararası desteği harekete geçirme çabasını perçinlemiştir. Neticede Demokrat Parti, Avrupa’yla kolektif güvenliği önceliklendirerek Rusya’ya karşı transatlantik bir cephe oluşturmayı hedefler. 

Öte yandan Trump yönetimiyle somut hale gelen Cumhuriyetçi Parti politikaları, Çin’e karşı gümrük vergileri yoluyla ticari kısıtlamalar getirme, Amerikan şirketlerinin Çin’deki yatırımlarını yeniden gözden geçirme ve fikrî mülkiyet hakları konusunda daha agresif adımlar atma şeklinde tezahür etmiştir. ABD’nin Güney Çin Denizi’nde askerî devriyeleri artırması ve bölgedeki müttefikleriyle ortak tatbikatlar yapması da Çin’e yönelik caydırıcılık politikalarının bir parçasıdır. Ancak Rusya’yla ilgili olarak Trump yönetiminin politikaları, seleflerine kıyasla daha yumuşak bulunmuş ve bu durum ABD iç siyasetinde zaman zaman tartışmalara da yol açmıştır. 

İki cepheli rekabetin geleceği 

Biden ve Demokrat Parti, Avrupa’yla ilişkileri düzeltme ve NATO’yu tahkim etme politikasını merkezî bir öncelik olarak benimsemiştir. Bu yaklaşım, Rusya’yı “ortak tehdit” olarak tanımlayarak, Batı’nın demokratik değerler etrafında yeniden kenetlenmesini amaçlamaktadır. Özellikle Ukrayna-Rusya Savaşı sonrasında ABD, Avrupa’ya askerî sevkiyat yaparak ve Ukrayna’ya silah desteği sağlayarak Rusya’nın etkisini sınırlamaya çalışmaktadır. Bu durum, NATO’da uzun zamandır gözlenen “iç uyumsuzluk” meselelerini, Rus tehdidine karşı ortak tutum alma ihtiyacı üzerinden geçici olarak da olsa giderme potansiyeli taşımaktadır. 

Öte yandan, Çin’le yaşanan ekonomik çekişme, ABD’nin küresel tedarik zincirlerini yeniden yapılandırma çabalarını hızlandırmaktadır. Trump ile gündeme gelen “imalatı yeniden ABD’ye kazandırma” (reshoring) politikaları, Biden yönetiminde de tümüyle terk edilmiş değildir. Aksine, stratejik sektörlerde ABD içinde üretimi teşvik etmek için çeşitli yasa ve teşvik paketleri hazırlanmıştır. Bu süreç, Çin’in küresel tedarik zincirlerindeki hakimiyetini azaltmayı hedeflerken, aynı zamanda diğer Asya ülkelerinin de alternatif üretim merkezleri olarak öne çıkmasına yol açabilir. Dolayısıyla, ABD-Çin rekabeti uzun vadede ekonomik ve teknolojik bir ayrışmaya doğru ilerleyecek gibi görünüyor. 

Rusya ve Çin’in her ikisiyle de çatışma halinde olan bir ABD’nin, küresel liderlik iddiasını sürdürmesi uzun vadede zorlu bir stratejik dengeleme gerektirir. ABD’nin aynı anda –biri askerî/jeopolitik, diğeri ekonomik/teknolojik– iki büyük güçle mücadele etmesi, kaynak dağılımından ittifak yönetimine kadar karmaşık sorunları beraberinde getirir. Buradan hareketle, ABD’nin bu iki cepheli rekabette zorlanacağı ve dünya siyasetinin daha çok kutuplu bir düzene doğru evrileceği öngörülebilir. Nitekim Rusya ve Çin arasında tam bir ittifak olmasa da, ABD’ye karşı koordineli bir iş birliği eğilimi de gözden kaçmıyor. Enerji, silah ticareti ve diplomatik alanlarda iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesi, ABD’nin hem Avrasya hem de Asya-Pasifik bölgesinde etkili biçimde karşı karşıya kaldığı zorlukları artırmaktadır. 

Sonuç 

ABD başkanlarının parti kimlikleri ve kişisel ideolojik eğilimleri, Rusya ve Çin gibi büyük güçlerle ilişkilerde farklı önceliklerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu farklılaşma, uluslararası sistemde ABD’nin iki cepheli bir rekabeti aynı anda yürütmesini beraberinde getirmektedir. Rusya’nın askerî ve jeopolitik hamlelerine karşı NATO’yu tahkim etmek ve Avrupalı müttefiklerle hareket etmek söz konusu iken, Çin’e karşı da özellikle Asya-Pasifik ekseninde ekonomik, teknolojik ve diplomatik baskı araçları devreye sokulmaktadır. ABD iç siyasetinde de bu tercih farklılıkları, seçmen tabanlarının ilgi ve kaygılarından beslenmekte; Demokratlar demokrasi savunusu ve insan hakları ihlallerine vurgu yaparken, Cumhuriyetçiler ticaret ve ekonomi merkezli bir milliyetçi söylemi öne çıkarmaktadır. 

Bununla birlikte, ABD dış politikasında yapısal faktörler –küresel güç dengesi, askerî kapasiteler, ekonomik çıkarlar ve uluslararası ittifak ilişkileri– parti değişimlerinden bağımsız olarak kısmen süreklilik arz etmektedir. Bu durum, Rusya ve Çin’le yaşanan rekabetin; partilerin iktidar döngüsüne göre dozajı ve yöntemi değişebilse de, uzun vadede ABD stratejisinin temel hatlarından biri olacağını göstermektedir. Dolayısıyla, Biden ve Demokratların Rusya’yı önceliklendirmesi ve Trump ve Cumhuriyetçilerin Çin’e odaklanması, Amerikan siyasetinde farklı dönemsellikleri yansıtsa da her iki ülkenin de ABD için büyük güç rekabetinde belirleyici aktörler olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Her iki rakiple aynı anda mücadele etmenin zorluklarının bilincinde olan Trump, yeni dönemde Rusya ile daha çok diyalog ve dengeleme odaklı bir strateji, Çin ile ise daha çok ekonomik ve teknolojik güç mücadelesine dayalı bir strateji benimseyeceğini zaten göstermiştir.