Yıl 1995... Henüz birkaç kelime öğrendiğim Türkçemle İstanbul’daki bir okulda dördüncü sınıfa gidiyorum. Resim dersi için öğretmen çeşit çeşit makarna getirmemizi istedi. Hem doğru düzgün anlamadım hem de mülteci evinde oyun için atılacak makarna ne arar… Getiremedim okula. Derste diğer tüm çocuklar farklı farklı makarna çıkarmaya başladılar. Uzun, kıvırcık, yuvarlak, küçük vs. Onlardan resim yapacaktık, kağıda yapıştırıp makarnaları boyamamız gerekiyordu. 

Masam boş, oturuyorum, bir kağıdım ve boyalarım var. Diğer çocuklara bakıyorum. Öğretmen fark etmiş olmalı ki çocuklara dönüp bir şeyler konuştu. Sonra baktım Damla kalktı bana kendi makarnalarından getirdi, peşinden Candan, sonra Ayhan, sonra Nilay derken tüm sınıf benimle makarnalarını paylaştı. Masam birden doldu. Ve okul hayatımda ilk defa belki mutlu, umutlu bir resim yaptım. Güneşi olan, denizi olan, çiçekleri olan huzur veren bir resimdi. Çünkü ben ilkokula Bosna Hersek’teki savaşla beraber başlamıştım. Bombalar altında, keskin nişancılardan kaçarak, zikzak koşarak okula giderdim. Okulda beden eğitimi dersi yerine yakınımıza bomba düşerse masaların altından nasıl kaçacağımızı öğreniyorduk. Bizi koruyan askerlerimize, rahmetli liderimiz Aliya İzzetbegoviç’e moral ve destek olsun diye mektuplar yazıyorduk. Okula başlarken o ilk fotoğrafım da hiç olmadı. Sağ salim gidip dönmek en büyük meseleydi. 

Savaş başladığında altı yaşındaydım henüz. Kötülük nedir, nefret nedir, ölmek nedir bilmezdim. Öğrettiler ama... Sırf “onlardan” olmadığımız için, sırf Müslümanız diye, Boşnağız diye! Henüz yedi yaşındayken evimiz bombalandı, sekiz yaşındayken ise ölüm nedir öğrendim. En büyük abim şehit olduğunda, ben de büyümüştüm. Ve bu yüzden okulda çizdiğim o çocuk resimlerimde güneş olmazdı, gülen çocuklar olmazdı, çiçek, ağaç olmazdı. Askerleri çizerdim, düşen bombaları çizerdim, yaralanan çocukları çizerdim. Bayrağımızı da çokça çizerdim. Bir inat gibi, kendimce bir savaş sanki.   

Türkiye’de tekrar gülmeyi öğrendim  

1995 yılında ise, savaşın bitmesine birkaç ay kala, annemle beraber o kurtuluş tünelinden geçerek Türkiye’ye mülteci olarak geldik. Dil bilmiyordum, mülteci nedir bilmiyordum. Onu da zorla öğrendim. İnsanların bana ve anneme bakıp ağlamaları zoruma gidiyordu. Savaş da olsa, Bosna’ya dönmek istiyordum. Çünkü orası benim vatanımdı. Türkiye’de kendimi ait hissetmiyordum. Kimsenin de bana acımasını, yardım getirmesini istemiyordum. İnsanların bizi anlamadıklarını sanıyordum. Çünkü savaşta insanlara karşı olan güvenimi, hayata olan sevgimi de kaybetmiştim. Gülmeyi unutmuştum. Sıradan bir gürültüde, bomba sanıp kendimi yere atıyordum. Tüm yaşanılan acıların üstüne “mülteci” olmak daha da ağır gelmişti.  

Bombalar altında da olsa, şehrime, Saraybosna’ya dönmek için ağlıyordum. Yıkılmış da olsa, evimiz vardı. İstanbul’da sıradan bir yabancı değildim, insanların acıdığı bir yabancıydım. Ama zaman geçtikçe, Türkiye’de bize uzatılan o eli anlamaya başladım. İnsanların bize acıdıkları için ağlamadıklarını, bizim acımızı paylaştıkları için ağladıklarını anlamaya başlamıştım. Dili öğrendikçe, zaman geçtikçe, insanlara tekrar güvenmeyi öğrendim. Önce gülümsemeyi, sonra da içten gülmeyi tekrar öğrendim. Hayatın bombalar olmadan da olabileceğini gördüm. Yaşamayı tekrar sevdim. Ve işte, güneşi olan resimler yapmaya da Türkiye’de o mültecilik dönemimde başladım. 

Türkiye’de iki yıl mülteci olarak geçirdiğim o dönem beni tekrar hayata bağlamıştı. Başta zoruma giden, bana uzatılan o yardım elini zamanla sımsıkı tutmuştum. Ve sonrasında Bosna’ya dönmemek için ağlamıştım. Çünkü Türkiye’yi de vatanım bildim. Kendimi buraya ait hissettim. 

Geçenlerde önüme bir video çıktı. Türkiye’de bulunan Suriyeli bir çocuk, Suriye’deki evine dönmek için, okuldaki arkadaşlarıyla vedalaşıyordu. Ayrılırken de ağlıyordu. Ve kendi mültecilik dönemim aklıma gelmişti. O Suriyeli çocuk, okulundaki o güzel yürekli diğer çocuklar sayesinde, kaçtığı o bombalardan, korkulardan sonra, tekrar hayatı sevmiş, yaşamaya bağlanmış, kendisi de sevilmiş. Türkiye de vatanı olmuş. Ve o çocuk büyüdüğünde Türkiye’yi de vatanı bilecek, ona göre yaşayacak, çalışacak, emek harcayacak. Unutmayacak. Ona tekrar gülmeyi öğreten o arkadaşlarını asla unutmayacak. Biliyorum, çünkü ben de unutmadım.   

Mültecilik tercih değil  

Türkiye’de tekrar hayata tutunan kaç mülteci var, Allah bilir. Evet, Türkiye için çok zor bir dönem aslında. Türkiye’nin uzattığı o yardım elini kötüye kullananlar da oldu, kendi milletini utandıranlar da yardım edildiği için pişman ettirenler de oldu. O yüzden de Suriyelilere karşı nefrete varacak duygular oluştu. Ancak kaç yürek kazanıldı hiç farkında bile değiliz. Kaç çocuk, kaç anne nefretten vazgeçip, tekrar hayatı sevmeyi öğrendi. İnanın, onlardan hiçbirisi güle oynaya, rahatı için mülteci olmayı kabul etmediler. Zorunlu oldukları için mülteci oldular. Çünkü, mültecilik bir tercih değildir. Ve diğer yerler ne kadar güzel olursa olsun, her insanın hayali kendi evine dönmektir. “İnsan” kelimesinin altını çiziyorum… Yardımları kötüye kullananlar her millette varlar ve onların kendilerine bile faydaları olmaz. 

Ama, o ağlayarak okul arkadaşlarıyla vedalaşan Suriyeli Muhammed’i ya Türkiye kabul etmeseydi? Ya beni, 30 yıl önce Türkiye kabul etmeseydi? Muhammed, 20 yıl sonra benim gibi “Türkiye de benim vatanımdır” diyecek, ay yıldızlı bayrağı bayrağı diye bilecek. Kendi çocuklarını da öyle yetiştirecek. Büyüdüğünde, nerede olursa olsun, vefa borcunu unutmayacak, Türkiye’ye ne faydam dokunabilir diye düşünecek.

Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde, Türkiye dünyadaki başka hiçbir ülkenin yapamadığını yaptı. Tüm eleştirilere rağmen, tüm zorluklara rağmen, mültecilere sırtını çevirmedi. Ve yüzbinlerce, belki de milyonlarca çocuğun umudu oldu. Hayatlarında belki de ilk defa güneşi olan resim yapmalarına sebep oldu. Aslında resim bir sembol. Türkiye hayatlarına güneş oldu. Hayatlarımıza...  

Birçok kez bunları anlatmaya çalıştığımda bana dediler ki “Boşnakları Suriyelerle bir tutma”. Ben kendimi kimseyle bir tutmuyorum, farklı da tutmuyorum. Hepimiz insan değil miyiz? Allah’ın kulu değil miyiz? Benimle aynı kaderi yaşayan, çocukluğu bombalar altında geçmiş bir çocuk Suriyeli de olsa, Gazzeli de olsa onun acısını hissederim, bilirim. Kaderimiz benzer olunca, duygular da öyledir. Bizler, Müslümanlar olarak yardım edeceklerimizin arasında ayrım yapacaksak, duyarsız Batı dünyasından farkımız ne olacak? 

Rusya - Ukrayna savaşı başladığında Avrupalı gazetecilerin söylediği “mavi gözlü, sarı saçlı insanlar öldürülüyor” ifadelerini hepimiz eleştirmedik mi? Avrupalılar kimlerin öldürülebileceğine dair ayrım yaparken ve bizler bunu eleştirirken, kimlere yardım eli uzatılır konusunda ayrım yaparsak, hiçbir farkımız kalmaz. Mazlum Boşnak olsun, Suriyeli olsun, Filistinli olsun yahut bir Avrupa ülkesinden olsun, mazlumdur. Türkiye de bu konuda tüm dünyaya ders verdi. Ve ben, sonradan Türkiye’yi vatanı bilmiş olan ben, vatanımla gurur duyuyorum.