15 Ekim 2025
İsrail’in Ekim 2023’te “Aksa Tufanı” operasyonunun ardından başlattığı saldırılar, bölge ve uluslararası güvenlik açısından ciddi bir tehdit oluşturdu.
O tarihten itibaren İsrail, yasal ve insani normların tamamen dışında, intikam alma ve bölgesel nüfuz alanlarını genişletme amacıyla hareket ederek bölge güvenliğini istikrarsızlaştırmaya başladı.
Batılı ülkelerden gelen sempati dalgasını ve ABD’nin Gazze Şeridi’ne yönelik savaşına verdiği mutlak desteği fırsata çeviren Tel Aviv yönetimi, Lübnan, Suriye, Yemen ve İran’a saldırılar düzenledi, diğer ülkelere de savaş tehdidinde bulundu.
Saldırıların uzamasıyla birlikte Batı kamuoyunda işgalci devlete yönelik tepki arttı; akademik, siyasi ve resmi çevrelerde de kınama sesleri yükseldi.
İngiltere ve Fransa’nın da aralarında bulunduğu birçok ülke Filistin Devleti’ni tanıyarak tarihi bir adım attı.
Gazze’de sivil kayıpların 67 bini, yaralı sayısının 165 bini aşması ve yüzlerce kişinin açlık nedeniyle yaşamını yitirmesi, İsrail’i uluslararası baskı altında tarihi bir çıkmaza sürükledi.
ABD Başkanı Donald Trump’ın, seçim kampanyasında Gazze savaşını sona erdirme sözü vererek göreve gelmesi, İsrail hükümeti üzerinde yeni bir baskı unsuru doğurdu.
Ancak Trump yönetimi, İsrail’e savaşı durdurması yönünde fiili bir baskı uygulamak yerine Hamas’ı tehdit ederek ve Başbakan Binyamin Netanyahu’nun politikalarına destek vererek saldırıların ve zorunlu göç uygulamalarının daha da artmasına neden oldu.
Arap ve İslam ülkeleri, İsrail’in Filistin Müzakere Komitesi’ni hedef alarak Katar’a yönelik saldırısını kınamak üzere Riyad’da bir araya geldi.
Türkiye, Katar, Suudi Arabistan ve Mısır, savaşı sona erdirmek amacıyla Arap, İslam ve uluslararası desteği harekete geçirdi.
Hem kamuoyunda hem de Birleşmiş Milletler platformlarında yoğun bir diplomatik hareketlilik yaşandı.
22 Eylül’de Suudi Arabistan ve Fransa’nın katkılarıyla New York’ta düzenlenen ve Filistin meselesinin barışçıl çözümü ile iki devletli formülün hayata geçirilmesini hedefleyen uluslararası konferansın ardından, Birleşmiş Milletler’e (BM) üye 193 ülkeden 147’si Filistin Devleti’ni tanıdı.
Bu gelişmeler, ateşkes yönünde güçlü bir uluslararası baskı oluşturdu ve İsrail ile Filistin direnişi arasında müzakere sürecinin önü açıldı.
Barış sürecinin hızlanması
ABD Başkanı Trump, 23 Eylül’de BM Genel Kurulu kapsamında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad Al Sani, Suudi Dışişleri Bakanı, Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Endonezya ve Pakistan temsilcileriyle bir araya geldi. Bu toplantı, barış sürecine ivme kazandırdı.
Katar, Mısır’la birlikte İsrail ve Filistin tarafları arasında yürütülen müzakerelerde etkin bir rol üstlendi.
15 Ocak 2025’te varılan esir takası ve ateşkes anlaşması 19 Ocak’ta yürürlüğe girdi. Ancak İsrail’in anlaşma maddelerine uymaması ve insani yardımların girişine izin vermemesi ateşkesin bozulmasına ve savaşın yeniden başlamasına neden oldu.
Katar, karşılaştığı tüm baskılara rağmen arabuluculuk sürecindeki rolünü sürdürdü.
Türkiye’nin sürece dahil edilmesi ise müzakerelerin ateşkes yönünde ilerlemesinde belirleyici oldu.
Türkiye, NATO’nun önemli bir üyesi, bölgede varlığı hissedilen bir bölgesel güç ve Filistin tarafından kabul gören ve takdir edilen bir ülke olmasının yanı sıra Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a duyduğu kişisel takdir ve saygı da bu etkiyi artırdı.

Trump tarafından 9 Ekim’de Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentinde duyurulan yeni anlaşmanın ardından, Türkiye, Katar ve Mısır – Arap ve İslam ülkeleri olarak – bu anlaşmanın uygulanmasını sağlamak ve savaşın sona ermesini temin etmekle yükümlü hale geldi.
Ancak bu sorumluluk, Uluslararası Ceza Mahkemesi de dahil olmak üzere uluslararası kuruluşların kınadığı İsrail saldırılarının ardından, bu üç ülke üzerinde ciddi bir yük oluşturuyor. Netanyahu ve hükümetinin hala savaş hedeflerinden vazgeçmemiş olması, bu süreci daha da hassas hale getiriyor.
Suudi Arabistan ve Fransa’nın Filistin Devleti’nin tanınması için gösterdiği çabaların ardından, Türkiye ve Katar, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşını sonlandırmayı başarırsa, iki ülkenin Gazze’nin yeniden inşası için diğer Arap ve İslam ülkeleriyle yakın koordinasyon içinde hareket etmesi gerekecek.
Bu, Filistin halkı için bağış kampanyaları başlatmak üzere insani yardım kurumları ve kalkınma kuruluşları tarafından geniş çaplı girişimlerinin başlatılması anlamına geliyor.
Türkiye ve Katar’ın bölgesel ve uluslararası düzeyde diplomatik ve siyasi iş birliği, BM sistemi ve kurumları çerçevesinde yürütülen koordinasyonla birlikte, bölgenin karşı karşıya olduğu tehlikeli koşullar altında daha fazla kazanım elde edilmesini mümkün kılabilir.
Bu koordinasyonun sürdürülmesi, bölgenin resmi ve toplumsal yapılarını, doğal ve ekonomik kaynaklarını tehdit eden krizlere karşı da önemli bir denge unsuru olacaktır.
Gazze meselesi, bölgesel uzlaşının ortak noktası haline gelirken, bu süreç Suriye, Sudan, Lübnan, Yemen, Irak ve Libya gibi ülkelerde birliğin, bütünlüğün ve istikrarın sağlanmasına yönelik yeni adımların da önünü açabilir.
Aksi halde, bu ülkelerin bölünmesi ve zayıflatılması planları, tüm bölgeyi tehdit edecek; krizlerin, silahların ve milis güçlerinin yayılmasına zemin hazırlayacaktır.
Bu durum, Türkiye ve Katar’ın, mevcut siyasi, ekonomik ve askeri tehditlerin oluşturduğu varoluşsal riskler karşısında, diğer Arap ve İslam ülkeleriyle daha yakın iletişim ve iş birliği kurmasını zorunlu kılmaktadır.
Anlaşmanın garantörleri konumundaki Türkiye, Katar ve Mısır, İsrail’e karşı medya, diplomasi, ekonomi ve siyaset alanlarında daha yoğun bir baskı oluşturacak bölgesel ve uluslararası bir ittifak inşa etme sorumluluğunu taşımaktadır.




