26 Haziran 2025
Samson Seçeneği, İsrail’in olası bir yok olma durumunda nükleer silahlarını misilleme amacıyla kullanmayı öngören gizli stratejisine verilen addı. Adını, Tevrat’ta Filistinlilerle birlikte kendini öldüren efsanevi karakter Samson’dan almıştı. Bu kavram, nükleer silahların bir savunma aracı olmanın ötesinde, tüm bölgeye yönelik toplu bir imha tehdidine dönüştürülmesini ifade ediyordu. İsrail bu stratejiyi açıkça ilan etmemişti, ancak çeşitli kriz dönemlerinde buna dair üstü kapalı mesajlar vermekten de kaçınmamıştı.
İsrail’in nükleer programı, 1950’li yılların sonunda Fransa’nın katkısıyla Negev Çölü’nde yer alan Dimona tesisinde başlamıştı. Bu program, uluslararası hukuka aykırı biçimde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) denetiminden gizlenmişti. İsrail, bu konuda şeffaf davranmamış, aksine “ne teyit, ne inkâr” olarak bilinen belirsizlik stratejisi izleyerek elindeki nükleer cephaneliği resmi olarak açıklamamıştı. Bu yaklaşım, nükleer silahların varlığını ima ederek caydırıcılığı koruma amacını taşıyordu. Ancak aynı zamanda bu durum, Orta Doğu’daki nükleer silahsızlanma çabalarını sekteye uğratmıştı.
1960’lı yılların sonunda İsrail’in nükleer silah üretme kapasitesine ulaştığı iddia edilmişti. Bu kapasite, 1967’deki Altı Gün Savaşı sırasında gündeme gelmişti. O dönemde İsrail, Arap ülkelerinin birleşik ordularına karşı kısa sürede geniş topraklar işgal etmişti. Bu zafer, askeri başarı kadar, sahip olduğu nükleer cephaneliğin sağladığı caydırıcılıkla da ilişkilendirilmişti. İsrail’in lider kadrosu, gerektiğinde nükleer silahları devreye sokabileceğini ima eden açıklamalarla stratejik bir üstünlük kurmaya çalışmıştı.
1973 Yom Kippur Savaşı: Samson Seçeneği’nin ilk ciddi testi
Samson Seçeneği’nin en çok tartışıldığı dönemlerden biri, 1973 Yom Kippur Savaşı olmuştu. Mısır ve Suriye’nin eş zamanlı saldırısıyla başlayan savaşta İsrail ağır kayıplar vermiş, ilk günlerde Güney Cephesi çökmek üzereydi. O günlerde Savunma Bakanı Moshe Dayan’ın “İsrail’in sonu geldi” diyerek karamsarlığa kapıldığı, nükleer silahların kullanılmasını gündeme getirdiği basına yansımıştı. Başbakan Golda Meir ise ABD’ye acil yardım çağrısında bulunmuştu. Bazı kaynaklara göre İsrail, nükleer başlık taşıyabilen füzeleri fırlatma rampalarına yerleştirmiş ve Washington’a “ya yardım ya da nükleer misilleme” mesajı iletmişti. Bu hamle, Samson Seçeneği’nin klasik anlamıyla devreye girdiği ilk vaka olarak değerlendirilmişti.
Savaşın seyrinin değişmesiyle nükleer silahlar kullanılmamıştı, ancak Samson Seçeneği bir koz olarak kullanılmıştı. Bu olay, İsrail’in sadece savunma amaçlı değil, baskı ve şantaj aracı olarak da nükleer silah tehdidini kullanabileceğini göstermişti. O tarihten sonra İsrail’in nükleer silahları, caydırıcılık çerçevesini aşarak, dış politikada asimetrik bir avantaj sağlama mekanizmasına dönüşmüştü.
1980’lerde sır perdesi kalkıyor
Samson Seçeneği’nin varlığı, 1980’li yıllarda daha fazla açığa çıkmıştı. 1986 yılında eski Dimona çalışanı Mordechai Vanunu, İsrail’in nükleer silah programına dair çok sayıda belgeyi İngiliz basınına sızdırmıştı. Sunday Times gazetesi, Vanunu’nun anlattıklarına dayanarak İsrail’in en az 200 nükleer savaş başlığına sahip olduğunu iddia etmişti. Vanunu daha sonra Mossad tarafından kaçırılmış ve uzun yıllar hapis yatmıştı. Bu durum, İsrail’in nükleer politikasını sorgulayanları susturmakta ne kadar ileri gidebileceğini de göstermişti.
1991 yılında ABD’li gazeteci Seymour Hersh, “The Samson Option” adlı kitabını yayımlamıştı. Kitapta İsrail’in nükleer cephaneliğini ABD üzerinde bile baskı kurmak için kullandığı savunulmuştu. Hersh, İsrail’in kendi çıkarlarını korumak adına gerekirse Batılı müttefiklerine bile tehditle yaklaşabileceğini iddia etmişti. Bu, Samson Seçeneği’nin sadece Arap devletlerine değil, küresel güçlere de yöneltilmiş örtük bir tehdit olduğunu ortaya koymuştu.
İsrail’in bu stratejisi, Orta Doğu’da istikrarsızlık yaratmış, bölge ülkelerinde güvensizlik ortamını körüklemişti. Mısır ve Ürdün gibi ülkeler, nükleer silahlardan arınmış bir Orta Doğu çağrısı yapmış, ancak İsrail bu çağrılara hiçbir zaman olumlu yanıt vermemişti. Aksine, nükleer kapasitesini artırmayı sürdürmüştü. Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerin de nükleer silah elde etmesinde İsrail’in bu tutumunun model oluşturduğu öne sürülmüştü. Samson Seçeneği böylece küresel ölçekte yayılmacı bir nükleer doktrinin sembolü hâline gelmişti.
2000’li yıllarda İran’ın nükleer programı gündeme oturmuştu. Tahran, uranyum zenginleştirme çalışmalarıyla Batı’nın tepkisini çekmişti. İsrail ise bu süreci kendi varlığına yönelik tehdit olarak yorumlamıştı. İsrailli siyasetçiler ve generaller, İran’ın nükleer silah elde etmesini önlemek için gerekirse askeri müdahale yapılacağını dile getirmişti. Samson Seçeneği, bu dönemde tekrar gündeme gelmişti. İran’ın saldırıya uğraması hâlinde, misilleme olarak nükleer güç kullanılabileceği yönünde açıklamalar yapılmıştı. Bu tür söylemler, bölgede gerilimi daha da artırmış, Orta Doğu’yu nükleer savaş tehdidiyle karşı karşıya bırakmıştı.
Nükleer tehditin yeni hedefleri ve “ikinci vuruş” kapasitesi
İsrail’in nükleer doktrini, yalnızca devletlerarası tehditlere değil, kimi yapılanmalara karşı da şekillendirilmişti. El Kaide, Hizbullah ve Hamas gibi örgütlerin varlığı, İsrail’in savunma politikalarında nükleer boyutlu senaryoların da gündemde tutulmasına neden olmuştu. Ancak bu yaklaşım, orantısız güç kullanımı eleştirilerine yol açmıştı. Zira nükleer silahlar, hedef ayırt etmeyen yıkıcı etkileriyle sivil nüfus üzerinde telafi edilemez sonuçlar yaratmaktaydı. Bu nedenle uluslararası hukukta bunların kullanımı son çare olarak görülmekteydi.
İsrail, 2010’lu yıllarda denizaltılara yerleştirilebilen nükleer başlıklarla “ikinci vuruş” kapasitesi kazanmıştı. Bu durum, ülkenin tümüyle yok edilmesi durumunda bile denizden misilleme yapılabileceği anlamına geliyordu. Yani Samson Seçeneği, artık sadece teorik bir tehdit değil, teknik olarak uygulanabilir bir kabiliyete dönüşmüştü. Almanya’dan temin edilen Dolphin sınıfı denizaltılar, bu kapasitenin bel kemiğini oluşturmuştu. İsrail, bu kapasiteyi gizlememiş, ancak doğrudan doğrulamaktan da kaçınmıştı.
Samson Seçeneği, birçok uluslararası hukuk uzmanına göre nükleer şantaj niteliği taşımaktaydı. Bu strateji, Birleşmiş Milletler ilkeleriyle bağdaşmıyor, barışı tehdit eden bir araç olarak değerlendiriliyordu. Ayrıca, böyle bir seçenek yalnızca askeri değil, ahlaki açıdan da ciddi tartışmalara neden olmuştu. “Yok oluyorsam tüm dünyayı da beraber götürürüm” mantığı, rasyonel bir devlet aklından çok, felaket senaryolarına dayanan irrasyonel bir yaklaşımı çağrıştırmaktaydı.
2020’li yıllarda İsrail, Gazze’ye yönelik saldırılarında yüksek oranda sivil kayıplara yol açarken, sahip olduğu nükleer kapasiteyle dolaylı tehdit mesajları vermeye devam etmişti. Filistinliler, abluka altında yaşamaya çalışırken, Samson Seçeneği gibi stratejilerle bastırılmak istenmişti. Bu doktrin, güçler dengesizliğini daha da artırmış, uluslararası toplumda İsrail’in dokunulmazlığına dair eleştirileri derinleştirmişti.
Netice olarak Samson Seçeneği, İsrail’in nükleer üstünlüğünü hem bölgesel hem küresel düzeyde baskı aracı olarak kullandığı bir strateji olmuştu. Bu seçenek, askeri bir doktrin olmaktan ziyade, politik bir şantaj aracına dönüşmüştü. İsrail, nükleer caydırıcılık söylemi üzerinden bölgeye istikrar değil, korku ve güvensizlik getirmişti. Bölgesel barış çabaları, Samson Seçeneği gibi tehditlerin gölgesinde zayıflamış, Orta Doğu’da adil ve kalıcı bir düzen kurulmasının önünde engel teşkil etmişti.