ABD ve İran arasındaki ilişkiler uzun yıllardır dalgalı bir seyir izlemekte. Ancak son dönemde yaşanan gelişmeler, iki ülke arasındaki gerilimi yeniden tırmandırmış durumda. Washington ve Tahran arasındaki bu kriz, sadece iki ülkeyi değil, tüm Orta Doğu'yu ve küresel dengeleri de etkileyebilecek potansiyele sahip. ABD ve İran gerilimi, savaş, müzakere ve anlaşma üçgeni içerisinde artarak devam ediyor. 

ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’a yönelik "maksimum baskı" politikasına geri dönmesi, Tahran ile Washington arasındaki ilişkilerin "anlaşma ya da savaş" ikileminde sıkışmasına yol açmıştı. Bu süreç, İran’a uygulanan ekonomik yaptırımların artırılmasıyla başlamış ve ABD’nin yürüttüğü gerilim stratejisi ile askeri bir boyut kazanmış durumda. Bir ABD Başkanı ilk kez İran’ı açık bir şekilde bombalamakla ve İran Lideri Ayetullah Ali Hamaney’i yok etmekle tehdit etmektedir. Savaşları sona erdirme vaadiyle göreve gelen Trump, ABD’nin istediği barışı sağlamak için askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceği mesajını vermektedir. Bu bağlamda, İran için barışın anlamı; nükleer faaliyetlerini ve balistik füze programını kısıtlamak, ayrıca Lübnan, Irak ve Yemen’de kendisine yakın gruplara verdiği desteği sonlandırmaktır.

ABD ve İran arasındaki gerilim, yalnızca ikili ilişkilerin ötesinde, Orta Doğu’daki güvenlik dinamiklerini de şekillendiren bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Her iki tarafın izlediği politikalar, bölgedeki güç dengelerini etkileyerek, potansiyel çatışma senaryolarının oluşmasına zemin hazırlamaktadır.

ABD-İran arasında mektup diplomasisi 

ABD Başkanı Donald Trump, Yemen’e yönelik başlattığı hava saldırılarıyla eş zamanlı olarak Tahran’a bir mektup gönderdiğini açıklamış ve Husi’lerin eylemlerinden İran’ı sorumlu tutmuştur. Trump, 7 Mart 2025 tarihinde Fox Business Network'e verdiği röportajda, "Onlara, 'Umarım müzakere edersiniz çünkü askeri olarak girmemiz gerekirse bu korkunç bir şey olacak' diyen bir mektup yazdım" şeklinde ifade etmiştir.

Trump’ın Ayetullah Hamaney’e hitaben yazdığı mektup, 12 Mart’ta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından İran’a ulaştırıldı. Bu, Trump’ın Ayetullah Hamaney’e yazdığı ilk mektup değildi; 2019 yılında Japonya Başbakanı Şinzo Abe, Trump tarafından kaleme alınan bir mektubu Hamaney’e takdim etmeye çalışmış ancak Hamaney, mektubu kabul etmeyerek Trump’ı verilecek cevaba layık bulmadığını belirtmişti.

Altı yıl aradan sonra Trump’ın gönderdiği ikinci mektup, Tahran yönetimi tarafından kabul edilmiş ve ciddiye alınmıştır. Mektubun, ilişkilerin gergin olduğu bir dönemde ve Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden Tahran’a iletilmesi, İran’a mevcut durumun ciddiyetini gösteren önemli bir mesaj niteliği taşımaktadır. Bu gelişmeler, ABD-İran ilişkilerinin dinamiklerini ve iki ülkenin stratejik hesaplarını yeniden şekillendiren kritik bir aşama olarak değerlendirilmektedir.

Trump yönetiminin Yemen’e yönelik saldırı emri, İran ile ABD arasındaki mevcut gerilimi yalnızca bölgesel bir kriz olmaktan çıkararak, doğrudan iki ülke arasındaki stratejik bir restleşmeye dönüştürdü. Bu adım, askeri baskının diplomatik araçlarla eşzamanlı kullanıldığı bir sürecin başlangıcına işaret etti.

Gerilimin tırmanmasından kısa süre sonra başlayan “mektup diplomasisi”, taraflar arasında doğrudan bir iletişim kanalının hâlâ açık olduğunu gösterse de, bu iletişimin niteliği tarafların temel güven krizini aşamadığını ortaya koydu. İran’ın 27 Mart’ta Trump’ın mektubuna verdiği yanıtı Umman üzerinden Beyaz Saray’a iletmesi, bu güvensizlik ortamının somut bir yansımasıydı.

Umman’ın tercih edilmesi, yalnızca diplomatik bir güzergâh seçimi değil, aynı zamanda İran’ın bölgesel güvenlik mimarisi algısına dair önemli bir ipucudur. Tahran’ın Birleşik Arap Emirlikleri’ni devre dışı bırakması, BAE’nin ABD’ye yakın pozisyonu nedeniyle tarafsız bir arabulucu olarak görülmediğini ve Abu Dabi’nin bu tür krizlerde güvenilir bir aktör olarak kabul edilmediğini göstermektedir. Bu tercih, İran’ın bölgesel aktörler arasında “dengeleyici” rol üstlenebilecek ülkelerle çalışma stratejisini öne çıkardığını düşündürmektedir.

ABD-İran ilişkileri, klasik diplomatik araçlarla askeri tehdit unsurlarının iç içe geçtiği, öngörülemez ve çok katmanlı bir çatışma alanına dönüşmektedir. Taraflar arasındaki güvensizlik, sadece ikili ilişkileri değil, aynı zamanda Körfez bölgesindeki arabuluculuk mekanizmalarının işleyişini de doğrudan etkilemektedir. Bu bağlamda, Umman gibi tarafsız görülen aktörlerin rolü önümüzdeki dönemde daha da belirleyici hale gelebilir.

Hangisi yakın? Savaş mı, müzakere mi, anlaşma mı? 

İran’ın Umman aracılığıyla ABD’ye ilettiği dolaylı müzakere mesajı, Washington yönetimi tarafından dikkatle değerlendirilmiş görünüyor. Axios’a konuşan bir ABD yetkilisi, Trump yönetiminin doğrudan görüşmeleri daha etkili bulduğunu ancak İran’ın önerisini tamamen reddetmediklerini ifade etti.

Gelinen noktada ABD, İran ile dolaylı müzakerelere kapıyı aralık bıraksa da, Trump’ın doğrudan görüşme konusundaki ısrarı sürüyor. Bu durum, İran yönetiminin zamanla Trump’a istediğini verebileceği ihtimalini gündeme getirmekte.

Ancak Tahran yönetimi, şu aşamada "maksimum baskı" politikası ve askeri tehdit dili altında doğrudan müzakerelere karşı mesafeli duruyor. Yine de şartlar uygun hale geldiğinde, İran’ın ABD ile doğrudan görüşmelere kapı aralaması olası. Bu ihtimalin gerçekleşmesi ise tarafların mutlaka anlaşacağı anlamına gelmiyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’a karşı askeri caydırıcılık amacıyla bölgedeki askeri varlığını artırması ve 2015 yılında P5+1 ülkeleri ile İran arasında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nın (KOEP) altı ay içerisinde resmî olarak sona erecek olması, iki ülkeyi sınırlı bir zaman dilimi içerisinde diplomatik çözüm arayışına zorlamaktadır.

Bu çerçevede, Nisan ayı içerisinde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın (UAEA) İran’ın nükleer faaliyetlerine ilişkin yeni bir değerlendirme raporu yayımlaması beklenmektedir. Söz konusu raporda, İran’ın KOEP kapsamındaki yükümlülüklerini ihlal ettiğine dair bulguların yer alması ve nükleer programın şeffaflığına ilişkin endişelerin dile getirilmesi durumunda, İran dosyasının Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sevk edilmesi gündeme gelebilir. Bu senaryo, KOEP kapsamında tanımlanan ve İran’a yönelik çok taraflı yaptırımların yeniden devreye alınmasını öngören “tetik mekanizması”nın işletilmesine yol açabilir. Bu nedenle önümüzdeki altı aylık süreç, sadece nükleer müzakerelerin geleceği açısından değil, aynı zamanda bölgesel istikrar ve uluslararası güvenlik açısından da kritik bir eşik oluşturmaktadır.

ABD-İran arasında anlaşma ihtimali zayıf 

ABD’nin İran ile yürütülmesi öngörülen olası müzakerelere yaklaşımı, yalnızca İran’ın nükleer programı ile sınırlı değildir. Washington, bu sürece İran’ın bölgesel dış politika yönelimlerini ve balistik füze programını da dahil etmek istemektedir. Bu bağlamda, ABD’nin temel talepleri arasında, İran’ın başta Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta Haşdi Şabi ve Yemen’de Ensarullah (Husiler) olmak üzere çeşitli vekil gruplara sağladığı askeri ve mali desteğin sona erdirilmesi ve bu yapıların silahsızlandırılması yer almaktadır.

Ancak İran’ın bu talepleri kabul etmesi kısa vadede olası görünmemektedir. Tahran yönetimi, yalnızca barışçıl nitelikteki nükleer programına ilişkin müzakerelere açık olduğunu ve bunun da yaptırımların kaldırılması koşuluyla sınırlı bir çerçevede yürütülebileceğini savunmaktadır. Bölgesel nüfuz alanlarına ve füze kapasitesine ilişkin herhangi bir pazarlık, İran’ın stratejik kırmızı çizgileri arasında yer almakta ve müzakere dışı bırakılmaktadır.

İran’ın dolaylı müzakere yöntemine başvurması, zaman kazanma amacı taşıyan kontrollü bir strateji olarak değerlendirilebilir. Bu tutum, İran’ın son yıllarda uyguladığı “ne savaş ne anlaşma” politikasının devamı niteliğindedir. Öte yandan, Trump yönetimi her ne kadar yeni bir anlaşmaya varmak istese de, ileri sürdüğü müzakere ön koşullarının kapsamı ve dayatmacı niteliği dikkate alındığında, kısa vadede somut bir uzlaşı zemini oluşması düşük bir ihtimaldir.

Mevcut dolaylı müzakere sürecinin, sınırlı bir zaman aralığında ve artan bir askerî gerilim atmosferinde ilerlediği gözlemlenmektedir. ABD, İran’a yönelik yalnızca diplomatik düzeyde değil, askeri açıdan da kararlılığını ortaya koyma çabasındadır. Bu bağlamda, İran’a karşı sınırlı, hedefe odaklı ve muhtemelen İsrail’in de dahil olacağı bir askeri müdahale seçeneği, Washington’un stratejik hesaplamaları arasında giderek daha görünür hale gelmektedir.

İran, mevcut durumda savaş, müzakere ve uluslararası anlaşmalar arasında sıkışmış bir dış politika hattı izlemekte ve bu denge içerisinde kendi stratejik kozlarını devreye sokarak manevra alanını genişletmeye çalışmaktadır. Özellikle dolaylı müzakere süreçleri, İran’a zaman kazandırarak hem iç politikada hem de dış ilişkilerde daha avantajlı bir konum elde etme imkânı sunmaktadır.

Askeri kapasitesini sergilemek amacıyla düzenlenen tatbikatlar ve kamuoyuna tanıtılan yer altı füze üsleri, İran’ın olası bir dış müdahaleye karşı caydırıcılığını artırma hedefiyle örtüşmektedir. Bu süreçte Tahran yönetimi, zaman zaman nükleer silah üretme kapasitesine sahip olduğunu ima ederek, karşı taraf üzerinde psikolojik ve diplomatik baskı oluşturmayı amaçlamaktadır.

Bununla birlikte İran’ın elinde, doğrudan bir askeri saldırı durumunda bölgesel istikrarı ciddi biçimde sarsabilecek nitelikte stratejik kozlar bulunmaktadır. Böyle bir senaryo, yalnızca İran’ı değil, Orta Doğu’nun genel güvenlik dengesini de derinden etkileyecek bir krizin tetikleyicisi olabilir.