17 Ocak 2025
Kısa bir süre sonra yemin ederek göreve başlayacak olan ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın ismi ülke siyasetinde ön plana çıkmaya başladı. İster Demokrat ister Cumhuriyetçi olsun, Beyaz Saray’ı yöneten her başkan Orta Doğu denklemlerinde açık bir etkiye sahiptir. Trump’ın ismi siyaset sahnesinde konuşulmaya başlanırken, Orta Doğu ülkeleri ve halklarını ilgilendiren birçok konu da yeniden gündeme geldi. Bu konuların başında, Trump’ın ilk döneminde kabul ettiği, Ocak 2020’de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile birlikte düzenlediği bir basın toplantısında açıkladığı “Yüzyılın Anlaşması” olarak bilinen plan geliyor.
O dönemde İsrailliler ve Filistinliler arasında barışı sağlamaya yönelik “vaat edilmiş bir plan” olarak sunulan bu plan, Filistin’e komşu ülkelerin resmi makamlarınca kabul görmüştü. Ancak bu durum diplomatik tepkileri engelleyememiş, aynı zamanda halklar tarafından da büyük bir tepkiyle karşılanmıştı.
Beyaz Saray’ın internet sitesinde “Refah İçin Barış” başlığıyla yayınlanan plan, başta “Filistin toprakları, Kudüs ve mültecilerin geri dönüşü” olmak üzere Filistin davasının temel taleplerini bir bütün olarak tasfiye etmeye çalışan ayrıntılı politikalar içeriyor.
Söz konusu plan, Batı Şeria’daki bazı bölgelerin İsrail’e ilhakını destekliyor.
Planda Kudüs “İsrail’in bölünmemiş başkenti” olarak nitelendirilirken, ayrıca Filistinli mültecilerin “Yeşil Hattın” (1949 Ateşkes Hattı) gerisindeki köy ve şehirlerine dönmeleri de reddediliyor.
Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşünün yaklaşmasıyla akla bariz iki soru geliyor: Yüzyılın Anlaşması’nda yeni bir şey var mı? ABD Başkanı Joe Biden’ın döneminde Trump’ın bu planından sapıldı mı?
Biden dönemi “en kötüsü” mü?
Biden ve Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in görevde olduğu son yıl, Filistin davası bakımından en kötü yıl oldu. İsrail’e verilen açık, sürekli ve bariz destek Aksa Tufanı Operasyonu’ndan sonra da kesilmedi ve bu destek çoğu zaman ABD’nin Orta Doğu’da izlediği politikanın parametrelerini ve kurallarını aştı. Dolayısıyla, Demokrat Biden’ın dönemi, Trump’ın Filistin meselesindeki stratejisinden uzaklaşmadı ve hatta onu geride bıraktığını bile söyleyebiliriz!
Öte yandan, Trump ise iktidarda olmamasına rağmen olaylardan çok da uzak kalmadı. Aksa Tufanı Operasyonu’nun ilk günlerinde görüşlerini dile getiren Trump, Hamas’ın İsrail’e yönelik operasyonunun “zayıf ve etkisiz görüldükleri ve gerçekten zayıf bir lidere sahip oldukları” için düzenlendiğini söyledi.
İngiltere merkezli Guardian gazetesinde yer alan bir habere göre, Trump’ın damadı ve eski üst düzey danışmanı olan Jared Kushner, geçtiğimiz yıl Harvard Üniversitesindeki bir toplantı sırasında yaptığı konuşmada, İsrail’in Gazze’deki sivilleri Negev Çölü veya Mısır’a doğru sınır dışı etmesi gerektiğini vurguladı. İki devletli çözümle ilgili olarak da Kushner, bunun insanları “terör eylemleri” nedeniyle ödüllendirecek “kötü bir fikir” olduğunu söyledi. Guardian gazetesinin haberinde, Kushner’in yaptığı bu açıklamalar, Trump’ın Beyaz Saray’a dönmesi durumunda izleyeceği Orta Doğu politikasına dair bir ipucu olarak değerlendirildi.
Ortaya attığımız iki soruyu yanıtlamadan önce, Biden’ın görev süresi boyunca bu konudaki etkileşimlerin önemli ölçüde yoğunlaştığını belirtmek gerekir. Bu da “Yüzyılın Anlaşması”nın Trump’ın kendisiyle ilgili bir tercih değil, “ABD’nin kurumsal bir tercihi” olduğuna dair bir gösterge olarak görülebilir.
Yeniden Yüzyılın Anlaşması
Trump’ın “barış” planı, Filistin davasının temel direkleri olan “toprak, Kudüs ve Filistinli mülteciler” konularını açıkça ortadan kaldıran geniş ana hatlar içeriyor.
Bu makalede, Trump’ın anlaşmaya yönelik tercihleri ya da zamanlamasına ilişkin siyasi analizler hakkında spekülasyon yapmayacağım. İsrail hükümetinin bu plana dayanarak uluslararası alanda ve Filistin içinde yürüttüğü önemli yasal ve idari uygulamalarına dikkat çekeceğim.
Toprak meselesi
Uluslararası alanda İsrail, Trump tarafından sunulan, Kushner tarafından yönetilen, BAE ve Bahreyn’in İsrail ile barış anlaşması olan “İbrahim Anlaşmaları” ile Arap ve Müslüman ülkeler nezdinde bir ilerleme kaydettiğini düşünüyor. Eğer Hamas, Aksa Tufanı Operasyonu’nu gerçekleştirmeseydi, Suudi Arabistan’ın da bu “normalleşme kervanına” katılması bekleniyordu. Bu durum İsrail’in yeni Orta Doğu planlarının ABD’nin desteğiyle hayata geçirildiği anlamına geliyor. Sonuç olarak bu da “toprak” meselesinin yok olması ve bağımsız bir Filistin devleti fikrinin içinin boşaltılması anlamına geliyor.
İsrail bu durumu gözden kaçırmadı, bilakis fiili adımlarla bunu güçlendirmeye çalıştı. Bu bağlamda İsrail, Philadelphia Ekseni’nin kontrolünü yeniden ele geçirerek, Mısır’la olan batı sınırında kalıcı bir varlık oluşturmak için attığı adımlar da dahil olmak üzere Gazze Şeridi’nin büyük bölümünü yeniden işgal etti. Bu, Mısır ile İsrail arasında imzalanan Camp David Sözleşmesi ve Refah Sınır Kapısı Anlaşması pahasına da olsa, Gazze’nin tamamını İsrail’in otoritesine katmaya çalışmak anlamına geliyor.
İsrail, Batı Şeria’da da mevcut büyük bazı bölümleri ilhak etmek için adımlar attı ve yeni yerleşim birimleri kurmak için işgal altındaki Filistin topraklarında 800 hektardan fazla araziyi “devlet arazisi” ilan etti. Bu da Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile İsrail arasında 1994 yılında Oslo Anlaşmaları’nın imzalanmasından bu yana el konulan en büyük arazi oldu. Ancak hepsinden daha tehlikeli olanı, İsrail’in yasama organı Knesset’in geçtiğimiz temmuz ayında Ürdün Nehri’nin batısında herhangi bir Filistin devletinin kurulmasını reddetme kararıydı. Bu, Batı Şeria’nın tamamında hiçbir Filistin devletinin kesinlikle tanınmayacak olmasıdır. Bu husus, Knesset kararında şu şekilde ifade edildi:
“İsrail topraklarının kalbinde bir Filistin devletinin kurulması, İsrail devleti ve vatandaşları için varoluşsal bir tehdit oluşturacak, İsrail-Filistin çatışmasının devam etmesine yol açacak ve bölgeyi istikrarsızlaştıracaktır.”
Kudüs meselesi
Kudüs, İsrail işgalinin başlamasından bu yana, Arap-İsrail çatışmasının kökeni ve tüm taraflar için en kışkırtıcı konuyu temsil etmesi nedeniyle tüm taraflarca korunan özel bir statüye sahiptir. Bu nedenle 1948’den bu yana politikacılar, nihai statü meselesi olarak meselenin çözümünü erteledi.
Bu durum da henüz kurulmamış olan Filistin devletinin başkentinin Doğu Kudüs, Batı Kudüs’ün ise Yahudilere ait olmasını öngören, Filistin meselesinin karmaşıklığını yansıtan ikili bir statüye neden oldu.
Diğer yandan, Mescid-i Aksa’nın statüsü de camiyi yıkmak ve yerine Yahudi Tapınağı’nı inşa etmek için sürekli çaba gösteren, hem “laik” hem de “dini” tüm İsrail hükümetleri tarafından her zaman tartışıldı.
ABD yönetimi, Yüzyılın Anlaşması’nı duyurmasından bu yana, “Kudüs” konusunda, “toprak” meselesinde yaptığı kadar önemli bir atılım gerçekleştirdi. ABD, statüsünü değiştirmek için çaba sarf ettiği Kudüs’ü İsrail’i başkenti olarak tanıdı ve Tel Aviv’de bulunan büyükelçiliğini Mayıs 2018’de Kudüs’e taşıdı. Ancak bu konudaki yönelimlerini destekleyecek küresel bir kamuoyu oluşturmayı başaramadı. Tel Aviv’deki büyükelçilikleri Kudüs’e taşıma konusunda, şimdiye kadar sadece birkaç ülke aynı adımı attı. Bazıları da daha sonra geri adım atarak, büyükelçiliklerini tekrar Tel Aviv’e taşıdı.
İsrail ise, Filistin içinde Kudüs’ün statüsünü değiştirmek için çeşitli yasal adımlar attı. Bunlardan en önemlisi, İsrail’in anayasa yerine çıkardığı temel yasalardan biri olan Kudüs Temel Yasası’nı değiştirmek için attığı adımdı (Bir anayasası olmayan İsrail’de birçok temel yasa anayasa işlevi görüyor).
Kudüs Temel Yasası’ndaki değişiklik, yabancı ülkelerin İsrail hükümetinin onayı olmadan Doğu Kudüs’teki Filistinlilere hizmet sunmak üzere bölgede diplomatik misyonlar kurmasını yasaklıyor. Aynı zamanda, Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olarak tanınmasını engellemeyi amaçlıyor.
Mülteci meselesi
Mülteci meselesi, toprak ve Kudüs meselelerine kıyasla İsrail’in eylemlerinden en çok etkilenen konu oldu.
Filistin halkının büyük çoğunluğu ülke içi ve diasporada mülteci konumunda bulunuyor. Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’na (UNRWA) göre kayıtlı Filistinli mülteci sayısı 5,7 milyona ulaştı.
Mülteci meselesi, dünyanın dört bir yanındaki Filistinlilerin hayatlarını etkileyen üç konunun en önemlisi olarak görülüyor. Buna rağmen, “Yüzyılın Anlaşması” Filistinli mültecilerden herhangi birinin işgal altındaki Filistin topraklarına ya da Yeşil Hat olarak bilinen bölgeye geri dönmesini esasen reddediyor ve geri dönüş ya da tazminat taleplerini de düşürüyor. Bunun yerine onlara, “yeni Filistin devletine geri dönüş, yaşadıkları ülkelere yerleşme fırsatı veya mültecilerin İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) üyesi devletler arasında dağıtılması” olmak üzere üç seçenek sunuluyor. Ancak buna rağmen İsrail daha fazlasını istiyor, sadece mültecileri değil, tarihi Filistin sınırları dışındaki tüm Filistinlileri yerinden etmek için adımlar atıyor.
Diğer yandan İsrail, mültecilere hizmet veren uluslararası bir kuruluş olan UNRWA’nın üyelerini terörizmle suçlayarak ve Gazze’deki merkezini hedef alıp kuruluşun çalışmalarını baltalamaya çalıştı.
Knesset de, İsrail hükümetinin Haziran 1967’de kuruluşla imzaladığı anlaşmayı iptal eden ve UNRWA’nın işgal altındaki Batı Şeria ve Kudüs’te faaliyet göstermesini engelleyen bir yasayı kabul etti.
Yeniden Trump
Biden döneminde Filistin davasının maruz kaldığı zor koşullar ve ABD’nin açıkça görülen önyargısı, Trump’ın dönüşünü sıradan bir mesele haline getirebilir. Ancak Trump’ın sunduğu “Yüzyılın Anlaşması” planı zemininde bazı uygulamaların hızlandırılması mümkün görünüyor.
Öte yandan, Trump’ın Filistin sorununu ortadan kaldırmayı amaçlayan planı, “Filistin direnişi yaklaşımının”, ‘Oslo Anlaşmaları’ ile çarpıtılan, Arap yöneticilerin normalleşme anlayışları ve ‘İbrahim Anlaşmaları’ yoluyla yozlaştırılan ana meseleleri orijinal haliyle yeniden üretilmesi için bir fırsat olabilir.
Beyaz Saray’a tarihi bir zaferle dönen Trump, İsrailli rehineleri hiçbir bedel ödemeden serbest bırakmaları ve yenilgilerini ilan etmeleri için Filistin direnişi üzerinde muazzam bir baskı uyguluyor.
Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşü Filistin sahnesinde karışıklık yaşanma olasılığını artırıyor. Bu, Filistin davası için bir fırsat olabilir ama her halükarda yeni tehditler oluşturmayacaktır. Yaşanacak değişiklikler “en iyisi” olmasa da her durumda Biden’ın sunduğundan daha kötü olamaz.