Zorunlu bir İttifak: İran-Suriye İlişkilerinin 1980’lerde Kurulan Altyapısı


2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’nda en fazla dikkat çeken gelişmelerin başında, şüphesiz Şam ile Tahran arasındaki ilişkilerin vazgeçilmez doğası geliyor. Bu süreç aynı zamanda stratejik işbirliğinin savaş koşullarında ciddi bir testten geçmesi açısından da, bölgesel dengelerin temel dinamiklerini gösteren bir süreç oldu. Türkiye’deki karar vericiler için de şaşırtıcı olan ve Suriye’ye dair yaklaşımı kökünden yenilemek zorunda bırakan Suriye-İran ilişkileri, şüphesiz 2011’de başlamadı ve bu seviyeye bu kadar kısa zamanda ulaşmadı.
Bu yazıda Şam-Tahran ilişkilerinin 1979 Devrimi’nden sonra oluşan yeni dinamiklerini ve 1980-88 İran-Irak Savaşı sürecinde büyük bir dayanışmayla perçinlenerek günümüze uzanan doğasını ele alacağım.
1979 Devrimi ve Şam-Tahran ekseninin doğuşu
Muhammed Rıza Şah döneminde Batı ittifakı içinde yer alan ve ABD’nin “bölgedeki jandarması” rolü ifa eden İran, 1979 Devrimi’nden sonra Batı karşıtı bir söylemin içine girdi ve devrim ihracı politikasına dayalı ideolojik dış politikasının da etkisiyle bölgede hızla yalnızlaştı. Öte yandan, 1960’lı yıllardaki seri darbelerin sonucunda Kasım 1970’te kendi organize ettiği darbeyle yönetimi ele geçiren Hafız Esad döneminde komşularıyla sorunlu ilişkiler yaşayan yeni bir Baas Suriye’si ortaya çıktı. Dolayısıyla 1979’dan itibaren birbirine yakınlaşan bu iki ülkenin “yalnızların ittifakı” şeklinde bir araya geldiklerini söylemek mümkün.
Bu noktada 1979 Devrimi öncesinde Humeyni ile Esad arasındaki ilişkilere dair iki ilginç iddia var literatürde: İlki, 1972’de Humeyni’yi sürgüne gönderildiği Necef’te ziyaret eden Arafat’ın, İranlı İslamcı militanların Lübnan’daki el-Fetih kamplarında askeri eğitim alabilmesi için bir anlaşma imzaladığı ve 1979 Devrimi sonrası önemli görevler yapan bazı isimlerin de –aralarında Mustafa Çamran ve Ahmed Humeyni de var- bu kamplarda askeri eğitim aldığı iddiası.i İkinci iddia ise 1978 sonbaharında devrimin olgunlaşmaya başladığı dönemde, devrimi organize ettiği Necef’teki sürgün yerinden ayrılıp başka bir ülkeye gitmek üzere yeni bir yer arayışına giren Humeyni’yi, Hafız Esad’ın yerleşmek üzere Şam’a davet ettiğine dair haberler.ii Humeyni nihayetinde 10 Ekim 1978’de Necef’ten Paris’e geçti ve devrimin son haftalarını buradaki “karargâhından” yönetti.
Ancak hakikat olan bir husus var, o da 1979 Devrimi’ne gidilen yıllarda Ayetullah Humeyni’nin dostu olan, Lübnan Şiilerinin ve Hizbullah’ın da içinden çıktığı Emel hareketinin lideri [İmam] Musa Sadr ile Esad yönetimi arasında yakın ilişki ve Lübnan’daki güç dengeleri açısından işbirliği olduğu. Hatta Musa Sadr’ın karizmatik ve kapsayıcı kişiliğini de kullanarak, uzun asırlar boyunca Şiilik içinde kabul görmeyen Nusayrî inancının yeniden Şiilik içinde değerlendirilmesi için ilmi ve siyasi faaliyetler içinde olduğu biliniyor. Bu dönemden, yani Devrim’den öncesine uzanan 1978 gibi erken bir tarihten itibaren bir İran-Suriye-Lübnan Şiileri ekseninin şekillenmekte oluşunu görebiliriz.
Esasen Hafız Esad ve Nusayrîlerin Şiilik içinde kabul görme yönündeki gayretleri, Esad’ın yönetime geldiği 1970’li yılların hemen başında somut bir netice de vermişti. Ayetullah Hasan Şirazî’nin 1972’de verdiği bir fetva, Suriye Alevilerini de Şiiler gibi Ehl-i Beyt içinde kabul eden önemli bir dini meşruiyet kaynağıydı. Lübnan’daki Yüksek İslami Şii Konseyi Başkanı Musa Sadr’ın bu fetvadan hemen bir yıl sonra, 1973’te Lübnanlı bir Alevi-Nusayrî’yi Trablus ve Kuzey Lübnan’ın Şii Müftüsü olarak ataması da keza oldukça kritik önemde bir meşruiyet sağlamaktaydı.
Baas içinde bazı güvenilir Sünni liderleri üst kademelere yükseltip bakanlık vererek Alevi-Sünni çerçevesindeki meşruiyetini kurtaran bir hamle yapan Esad için, mezhebi meşruiyet sorunu da böylece çözüme kavuşturulmuş oluyordu. Ama şüphesiz 1979 Devrimi’nden sonra Humeyni’nin Suriye’deki Esad yönetimine gösterdiği yakınlık en büyük meşruiyet kaynağı olacak ve sonraki 45 yılı –şimdilik- doğrudan şekillendirecekti.
Bu noktada dikkat çeken bir açıklama da, Suriye Baas’ı içinde önemli bir isim olan dönemin Dışişleri Bakanı Abdülhalim Haddam’ın Ağustos 1979’daki Tahran ziyaretinde; İran Devrimi’nin modern dönemdeki en önemli olay olduğunu söyleyerek, ülkesinin devrimi öncesinde, devrim sırasında ve sonrasında hep gururla desteklediğini dile getirmesi. Bu açıdan Suriye’nin İran Devrimi’ni tanıyan ilk Arap ülkesi olması da ayrıca dikkat çekici.
1980-88 İran-Irak Savaşı ve Suriye’nin İran’a müzahir tutumu
Devrim’in hemen ertesinde, nüfusunun üçte ikisi Şii olan ülkesinde de Humeyni’den etkilenen bir devrim olabileceğinden endişe eden Saddam Hüseyin Irak’ının, bölgesel ve uluslararası güçler tarafından teşvik edilerek İran’a saldırtılmasının ardından, İran varlığını sürdürebilmek için gizli/açık hızlı bir silahlanma seferberliğine girişti. ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin silah ambargosu uyguladığı İran, bu konuda yüzünü kendisine müzahir ülkelere ve Doğu Bloku devletlerine döndü. İran’ın bu süreçteki sıkışmışlığını ve silah/teçhizat temini konusundaki kaynak ülke arayışını, İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) kurucusu ve Ayetullah Humeyni’nin talimatıyla 1982-88 yılları arasında DMO’dan sorumlu bakanlık görevinde de bulunan General Muhsin Refikdust anılarında şu sözlerle anlatır:iii
“Hem ekonomik ambargo altındaydık hem de tam bir askeri blokaj uygulanıyordu. Savaştan sonra Suriye’ye ikinci veya üçüncü gidişimde Hafız Esad ile görüştüm ve kendisinden yardım istedim. İhtiyacımız olan silahları alamadığımızı, aldıklarımızı da İran’a getirmekte zorlu yaşadığımızı, özellikle hava ulaşımında ciddi sıkıntılarımız olduğunu söyledim. Hafız Esad’ın onayıyla Şam havaalanında büyük bir ambar tuttuk. Ne gerekiyorsa, ihtiyaç duyulan yedek parçalardan tutun da savaşta neye ihtiyaç duyuluyorsa dünyanın farklı yerlerinden satın alıyor ve bu ambara koyuyorduk. Daha sonra Tahran’dan bir uçak gönderiyor ve malzemeleri İran’a taşıyorduk” (s. 135).
General Refikdust, bölgedeki Saddam hasmı ülkeler arasında Suriye’nin İran açısından ana tedarikçi olarak öne çıkmasını da dönemin konjonktürel şartları çerçevesinde şu şekilde izah eder. Refikdust’un ifadeleri içinde Esad ile İranlı devrimciler arasında oluşan güven ilişkisi ve Esad’ın Şii kimliği –veya öyle yansıtılması- meselesi bilhassa ilgi çekicidir:
“Suriye, savaşın başlangıcından beri bizi destekledi. Hatta [Irak saldırısından hemen birkaç gün sonra] 13 Ekim 1980’de Arap Birliği’nden Saddam’ın işlediği suçların incelenmesini istedi. Esad’ın o dönem Irak Baas Partisi’yle ilişkileri sorunluydu, bu yüzden de bizi destekliyordu, bizim yanımızda yer almasının bir sebebi buydu. İkinci sebep ise Esad’ın karakteriydi. Ben sürekli Şam’a Hafız Esad’ı ziyarete gidiyordum, kendisi kuvvetle muhtemel Alevi değil Şii’ydi, zira Suriye’deki Alevilerin Şii olduğuna inanıyordu. Şiilikle ilgili çok şey biliyordu, gittiğimde bana sürekli soru soruyordu bu konuda. Vefat ettiği zaman da cenazesini bir Şii’nin kıldırmasını vasiyet etmişti… İran’a ve İslam Devrimi’ne çok ilgi duyuyordu ve elinden gelen yardımı da esirgemiyordu… Zararsız bir adamdı, ben çok defa namaz kıldığını görmüştüm, Ramazan ayında ise oruçlu olurdu. İran şahı ve Saddam’ın aksine, halkı Esad’ı çok seviyordu.” (s. 102-104).
Bu tür resmi görüşmelerdeki diplomatik nezaket ifadeleri ve mübalağalı cümleleri süzerek bu çerçevedeki sözleri değerlendirmek gerekmekle birlikte, Esad’ın geçmişteki bu ve benzeri sözlerinin derininde Soğuk savaş şartlarında ve sonrasında bölgedeki ABD karşıtı cepheyi genişletme ve güçlendirme motivasyonu bariz ve belirgindir.
Ancak, her ne kadar Saddam ile varoluşsal bir husumet içinde bulunsa ve İran ile Şiiliğe sempati beselese de, Hafız Esad dönemin şartlarında kendi başına hareket edebilecek durumda değildi. Sovyetler Birliği ile olan stratejik ilişkilerinden dolayı zaman zaman, İran’ın karşı saldırılar için acil ihtiyaç duyduğu füze tedarikinde olumsuz yanıt vermek zorunda kalabiliyordu. General Refikdust, Irak’la savaşın kızıştığı ve Tahran’ın karşı taarruza geçtiği bir dönemde, 1984 Ağustos-Eylül aylarında Esad’ın bu konu üzerine kendisine söylediği sözleri şu şekilde aktarır:
“… Yolculuk sonunda Şam’da Esad’ın huzuruna çıktığımda füze konusunu açtım. Esad şöyle dedi: ‘Gerçek şu ki bu Scud-B füzeleri benim kontrolümde değil, buradaki Rus askeri müşavirlerin elinde. Savaş halinde olmadığımız için bu stratejik silahların kontrolü onlarda, size füze vermek isterim ama bunu yapamam.’ O halde ben ne yapayım, diye sordum kendisine. ‘Gidin Kaddafi’den füze alın. Ben de sizin birliklerinizi füze kullanımı için eğitebilirim’ dedi… Ben de Suriye’den Libya’ya geçtim ve Kaddafi ile görüşüp füzeler için söz aldım… Sonra füzeleri almak için Libya’ya gittiğimiz bir seferinde Cumhurbaşkanı Ayetullah Hamaney de bizimle birlikte Libya’yı ziyaret edip Kaddafi ile görüştü… Bu ziyaret sonrasında bir birliğimizi hemen Suriye’ye gönderdik, gerekli eğitimi alıp döndüler” (s. 202-203).
Benzer şekilde, Humeyni’nin 1960’lardan beri yakınında yer alan isimlerden ve yakın danışmanlarından, aynı zamanda İran-Irak Savaşı boyunca Humeyni adına Başkomutanlığı vekâleten ve fiilen yürüten Haşimi Rafsancani de hatıralarında, Refikdust’un anlattığına benzer şekilde İran ile Suriye arasındaki stratejik ilişkilere dikkat çeker ve kritik dönemlerde Esad’ın hayati yardımlarda bulunduğunu nakleder.iv Bunlar arasında Irak içindeki Suriye haber kaynaklarından gelen, başta Halkın Mücahidleri olmak üzere İran muhaliflerinin Tahran’a yönelik planlarını, çeşitli suikast hazırlıklarını vs. bildiren kritik bilgilerin Şam üzerinden İran’a bildirilmesi dikkat çekicidir.
***
Özetle; 1979 Devrimi’nin hemen öncesinde kurulan yakın ilişkiler, 1980-88 İran-Irak savaşı yıllarında da devam etmiş, Tahran’daki İslam Cumhuriyeti’nin ihtiyaç duyduğu füze ve roketler dâhil kritik savaş teçhizatı Suriye tarafından sağlanmış, daha önemlisi İran’ın Sovyetler Birliği’nin tereddütleri nedeniyle bilhassa Doğu Bloku ülkelerinden temin etmekte güçlük çektiği kritik silah ve cephane Suriye adına ithal edilmiş, bilahare Şam’dan İran’a taşınmıştı.
Şam ile Tahran arasındaki bu stratejik işbirliği, Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad gibi İsrail karşıtı silahlı yapıların Şam üzerinden yoğun şekilde teşkilatlandırılıp desteklenmesiyle kritik bir aşamaya evrildi. İlerleyen yıllardaysa ilişkiler, 2003’teki Irak işgalinden sonra iki taraf arasında varoluşsal bir döneme girdi. Bu şartlarda 2006’da imzalanan İran-Suriye ortak savunma ve güvenlik antlaşması, gerektiğinde savaşa birlikte girmeyi de öngören bir taahhüttü. Mart 2011’de Deraa’da başlayan gösteriler ve ardından bölgesel ve uluslararası güçlerin müdahalesiyle hızla iç savaşa dönüşen Suriye sahnesinde, İran’ın tüm gücüyle Şam’daki yönetimi ve Esad’ı savunarak koltuğunda tutması bazı çevreleri fazlasıyla şaşırtmış görünse de, ilişkilerin arka planını iyi etüt edenler için pek şaşırtıcı değil bu cansiperane gayret.
Ankara-Şam ilişkilerinin yeniden tesis edilmesine yönelik iyimser beklentilerin Türk kamuoyunu sardığı bugünlerde, Tahran-Şam arasındaki 45 yıllık stratejik işbirliğinin derinlemesine tartışılıp anlaşılmasına büyük ihtiyaç var. Aksi takdirde Orta Doğu’nun soğuk realiteleri –diğer pek çok irrasyonel beklenti gibi- bu iyimserliği de sert bir şekilde imtihana tabi tutabilir.
- Robert Baer (2001), See No Evil: The True Story of a Ground Soldier in the CIA’s War on Terrorism, New York: Three Rivers Press, s. 83.
- Yusuf Korkmaz (2015), İran-Suriye Bölgesel İttifakı, İstanbul: Matbuat Yayınları, s. 45
- Muhsin Refikdust (2015), Berâyi Târih Mî-gûyem – Hâtırât-ı Muhsin Refikdust (Tarih İçin Anlatıyorum 1979-1989), İstanbul: İyidüşün Yayınları, s. 135
- Haşimi Rafsancani (2006), Hatıralar, İstanbul: Pınar Yayınları, s. 261, 267.