Tarihimizde Hapishane, İdam ve İşkencenin Tarihsel Kökleri 

Araştırmacı Mehmed Mazlum Çelik, ceza, işkence, idam ve hapishane uygulamalarının tarihsel evrimi ve Osmanlı Devleti’ndeki ceza hukukunu Fokus+ için inceledi.
Mehmed Mazlum Çelik
Tarihimizde Hapishane, İdam ve İşkencenin Tarihsel Kökleri 
29 Kasım 2024

Suçluları ıslah için kurulan hapishaneler, onları cezalandırmak için uygulanan idam yahut mihnetli zamanlarda başvurulan işkenceler tarihimizin bir parçasıdır. Sanıldığının aksine hapishane; işkence ve idama göre daha yeni bir uygulamadır.   

Hapishanenin temsil ettiği anlamda bu manada işkence ve idam kadar net değildir. Bunun temel nedeni bu mekânların ıslah-ceza tartışmasında net olarak konumlandırılamamasıdır. Farz-ı muhal bir kişi hırsızlık işlediğinde falaka ile ıslah edilir, cürmünü terk etmezse eli kesilirdi. Yahut bir adam cinayet işlediğinde kıssas yahut diyetle mesele hallolurdu; ama hapishaneye konulduğunda kişi cezalandırılmış mı oluyor; yoksa ıslah mı edilmiş olacak soruları bugün dahi cevaplanmış bir sorular değildir.   

Bu anlamda ilk hapishanelerin kuruluşu ve modern hapishanelerin fonksiyonuna bakarak öznel yorumlar yapılabilmektedir. Ceza muhkem olmayınca eylemin kendisi de görece yorumları da beraberinde getirmesi konuyu yalnızca ceza hukukunun meselesi olmaktan çıkartarak ahlakın, dinin ve felsefenin tartışma sahasına kadar savurmaktadır.   

Faucalt, “Hapishanelerin Doğuşu” isimli eserinde hapishanelerin doğuşuna korkunç bir olayı aktararak başlar. Damiens isimli mahkûmun 2 Mart 1757 yılındaki idam cezası şöyle anlatılır;   

“Damiens 2 Mart 1757 yılında Paris Kilisesi’nin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkum edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki ibre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti, sonra aynı arabayla Greve meydanına götürülecek ve burada kurulmuş bir darağacına çıkartılarak memeleri, kalçaları, baldırları, kolları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilmiş yerlerine erimiş kurşun, kızgın yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile birlikte kükürt dökülerek sonrada bedeni dört ata çekilerek parçalanacak ve vücudu ateşte yakılacak kül haline getirilecek ve bu küller rüzgarda savrulacak.”   

Burada Damiens’e uygulanan yöntemi hangi değer veya inanç sistemi ile açıklamak mümkündür? Bunu Osmanlı ceza hukukundaki kısas ile karşılaştırmak dahi abesle iştigaldir; ama Damiens’in hikâyesine geri döndüğümüzde daha da enteresan noktalarla karşılaşıyoruz;   

Atların her biri bir celladın yönetiminde olmak üzere organları kendi doğrultularında bir kere çektileri. Bir çeyrek saat sonra aynı merasim tekrarlandı ve birçok kez tekrarlanan denemeden sonra atlar sonunda çekildi. Yani sağ kola bağlı olanlar kafaya doğru, kalçaya bağlı olanlar kollara doğru döndürüldüler. Bu çekişler birçok kez başarısız bir şekilde tekrarlanmıştı. Kafasını kaldırıyor ve kendisine bakıyordu. Kalçaya koşulan atların önüne iki tane daha bağlamak gerekmişti. Bu da atların sayısını altıya çıkarıyordu; ama gene de başarı elde edememişti.” (Foucalt,- Hapishanelerin Doğuşu)  

Aslında kısas olarak bilinen cezanın köklerinin Antik Yunan dönemine kadar uzandığı bilinmektedir. Bir kişiye işlediği suça göre; “zehirleyerek, iple asarak, topuzla vurarak, kılıçla keserek, boğarak, yakarak, uçurumdan atarak öldürme cezası” (Mehmet Kurt- Ceza İnfazı ve Kurumların Sorunları) verilmekteydi. Romalılara gelindiğinde ise bir kişiyi ceza olarak değil, ama cezası netleşene kadar tutulması için “tullianum” isimli yerler inşa edilmişti ki bunları ilk hapishaneler olarak kabul edebiliriz.  

Osmanlı hukukunda ceza   

İslam hukukunda ceza öncelikle suçluyu telef etmeyi reddeder, çünkü insan tabiatı gereği kutsal kabul edilir. Başka bir ifadeyle; Damiens’inkine benzer bir idam şekli kesin hatlarla reddedilir. Cezada ise suçu dengelemesi gözetilir; en önemlisi de verilen cezanın önleyici ve ıslah edici olması beklenir. Bu sebeple asli ceza bedene yöneliktir, beden; statü, ırk, cinsiyet ya da derinin renginin önemi olmaksızın herkes de aynı acı tesiri uyandıracağı kabul edildiğinden en caydırıcı yöntem olarak kabul edilmişti; fakat İslam hukukunda bunda aşırıya kaçmak söz konusu değildir.   

Bu anlayış Osmanlı’ya da sirayet etmiş ve bedene uygulanan cezalar şu şekilde tanımlanmıştı: Dayak, uzuv kesme ya da idam. Bedeni cezaların dışında kalebentlik, kürek, sürgün ve hapis gibi cezalara ta’zir denilirdi ki daha yaygın olarak uygulanırdı. Had cezası olarak bilinen ceza ise yedi suça uygulanırdı ki bunlar sırayla zina, iffete iftira (kazf), içki içmek, hırsızlık, yol kesme, dinden dönmek ve devlete isyan suçlarıydı.  

Hangi suça ne ceza verilirdi?  

Zina suçu, had suçlarından bilinirdi ve bu suçun cezası genellikle sürgündü; fakat bu suçun ispatı için en az 4 şahit olması gerekirdi, aksi halde bu kez müddei kazf denilen iftira cezasına çarptırılırdı ki bunun cezası 100 sopaydı.   

Bir kadın ya da erkeğin 4 defa üst üste zina ettiğinin anlaşılması durumunda şu cezalar uygulanırdı; Öncelikle teşhir edilerek utandırılırlardı, uslanmazlarsa sürgün edilirlerdi. Eğer ki sürgün sonrası yine uslanmazlarsa kalıcı sürgüne gönderilirlerdi. Kalıcı sürgüne gönderildiklerinde dahi uslanmamışlarsa sert mizaçlı bir kadı onları recmettirebilirdi ki bu çok nadir görülürdü.  

19. yüzyılda meydana gelen büyük savaş ve göçler sonrası ise hastalıkların yaygınlaşması üzerine Osmanlı, umumhaneleri kurumsallaştırarak zinayı yasal yollar kullanarak denetim altına almıştı. Zamanla zina ve benzeri suçlar ancak muhafazakar mahallelerde cezai yaptırımın uygulanabildiği yasaklar haline gelmişti. Yani pratikte yasağın bir karşılığı kalmamış; ama kanunen hala yasak olarak kabul edilmekteydi.  

Osmanlı’da en hassas olunan suçlardan biri de Müslüman ahaliden bir kişinin içki yasağını delmesiydi. Bu yasak Osmanlı yıkılırken bile uygulanmış ve taviz verilmeyen kanunlardan biri olarak korunmuştu. Ceza olarak ise teşhir, sopa ve hapse atma cezalarının uygulandığını görüyoruz. Gayrimüslim mahalleleri ise bu yasağın dışında tutulmuş; ama kutsal günlerde bu bölgelerde de denetimler yapılarak Müslüman ahaliden kimselerin olup olmadığı araştırılırdı.  

Devlete isyan, dinden dönme ve eşkıyalık gibi cürümler devletin en keskin olduğu suçların başında gelirdi ve çoğunlukla idam ile cezalandırılırdı.  

Osmanlı’da hapishanelerin doğuşu  

Osmanlı Devleti’nde suç işleyen kişiler kale burçlarında tutulurdu. Kale burçları karanlık ve havasız olması sebebiyle Farsçada karanlık, boğucu yer anlamına gelen zin-dan kelimesi kullanılırdı. Yedikule, Baba Cafer ve Tersane Zindanları Osmanlı döneminde büyük şöhrete sahip hapishanelerdi.  

Osmanlı’da zindanlar bir ceza yeri değildi, ceza verilene kadar bekletilen yerin adıydı yalnızca. Bu yüzden zindanda kalan mahkumların koşulları devletin sorumluluğunda olmazdı. Buralarda yatan mahpusluklara hayırseverler sahip çıkardı; fakat 1831 yılından sonra hapishanelerin kişinin işlediği suça yönelik bir ceza olarak kabul edilmesiyle beraber zindanlar yerlerini hapishanelere bırakmıştı.  

Özgür Yıldız, “Osmanlı Hapishaneleri üzerine bir değerlendirme: Karesi Hapishanesi” isimli makalesinde bu değişim sürecini şöyle naklediyor;  

Bu amaçla, İstanbul zindanları 1831’de kaldırıldı ve İbrahim Paşa Sarayı’nın bir kısmı Hapishane-i Umûmi haline getirildi. Osmanlı Devleti’nde hapis cezası ise ilk kez Tanzimat Döneminde kabul edilen 1840, 1851 ve 1858 tarihli ceza kanunlarıyla kabul edildi. Zira Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’a kadar hukuk nazariyesiyle ve tatbikatı ile ilgili büyük bir değişikliğe rastlanılmamaktadır. 1840’tan sonra gerçekleştirilen yargı reformu, Osmanlı mahkemelerine yeni düzenlemeler getirdi ve Avrupa’dan etkilenilerek yapılan yargı reformu hareketi Avrupa tarzı hapishanelerin de oluşmasına zemin hazırladı.”  

Bir kişi artık işlediği suçtan ötürü doğrudan bedeni bir ceza almayacaktı; ama hapis yatacaktı. Bu mahpusluk kalebentlik olursa kişi çok ağır bir suç işlemiş demekti; fakat daha basit bir suç işleyen kişiler hapishanelere atılırlardı.  

Hapishaneler ise kısa süre içinde siyasal iktidarların muhaliflerini kolayca ortadan kaldırabildikleri birer aygıta dönüşmesi genç Cumhuriyetimize intikal eden kötü miraslardan biriydi. Mutlak iktidarların elindeki en sert sopa olan hapishanelerden nasibini alan birkaç isim ve hikayeleri kısaca şöyle sıralanabilir;  

Türk romanının kabadayısı: Kemal Tahir  

Bahriye Davası olarak bilinen bir soruşturma sonucu Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Kerim Korcan ve Emine Alev gibi isimlerle mahkemeye çıkartılıp tutuklanmıştı. Kemal Tahir’in hapis yatmasına sebep olan mahkeme kararında suçu şöyle tarif ediliyordu;  

Kitaplar vasıtasıyla fikri telkinlerde bulunduğu, bu suretle maznunun askeri isyana tahrik ve teşvik suçunu işlediğine tam bir vicdani kanaat hasıl olmuştur…”  

Türk romanının en büyük isimlerinden biri olarak kabul edilen Kemal Tahir, orduyu askeri bir kalkışmaya teşvik ettiği gerekçesiyle tutuklanmıştı. Üstelik bu karar delillerin ışığında değil, mahkeme reisinin vicdani kanaatiyle alınmıştı. Elbette ki kararın arkasında siyasi iktidarın iradesi söz konusuydu. Türk romanın kabadayısı tutuklanarak cezaevine gönderildi ve uzun süre hapisten kurtulamadı. Bahriye Davası sebebiyle hapishaneye düşenlerin pek çoğu ancak siyasi iktidarın değişmesi sonrası hapishaneden kurtulabilecekti. Siyasi irade değişince vicdani kanaatlerin de değişmesi pek uzun sürmüyordu. Başta Nazım Hikmet olmak üzere çoğu kişi Adnan Menderes’in Başbakanlığını yaptığı hükümet affıyla salınmıştı.  

Rüzgâr tersine dönünce: Nihal Atsız  

Nihal Atsız, gözünü budaktan sakınmayan bir yazardı. İkinci Dünya Savaşının, Nazi Almanya’sı aleyhine dönmesi üzerine içerideki milliyetçi gruplar hükümetin hedefi haline geldi. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs 1944 yılında Nihal Atsız’ı hedef alan sert bir konuşma yaptı bunun üzerine Nihal Atsız ve arkadaşlarına yönelik “Irkçılık Turancılık” davası açıldı.  

Nihal Atsız, 1 yıla yakın süren mahkemelerin sonucunda tutuklanarak hapse atılır. Bu vaka yalnızca sol cenahın değil, sağcı grupların da mutlak iktidarın hapishane sopasından fazlasıyla mağdur olabildiğini göstermişti.  

Nihal Atsız ve arkadaşlarının tutuklanmaları tamamen politik olduğu aşikardı. İkinci Dünya Savaşı boyunca tarafsızlığını koruyan Türkiye, bu ve benzeri adımlarla müttefiklerine mesaj gönderiyordu.   

Kerim Korcan hapse girmeseydi belki de Tatar Ramazan olmayacaktı  

Bahriye Davası’nda iktidarın kafasına hapishane sopasıyla vurduğu tek muhalif Kemal Tahir veya Nazım Hikmet değildi. Kerim Korcan da aynı davadan yargılanarak hapishaneye düşmüştü.   

Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve daha nice önemli aydın roman ve şiirlerinde hapishane temasını işlemişse de Korcan’ın hapishanede yarattığı Tatar Ramazan’ın özel bir yeri vardı. Tatar Ramazan hem sistemin kendisine hem de hapishane içinde oluşan minik mutlak iktidarlara karşı haklının sesiydi;  

"Benim adım Tatar Ramazan! Ben bu oyunu bozarım.  

…  

İnsan bunca zulüm, bunca haksızlık görür de rahat yatabilir mi? O zaman ben de ortaya fırlarım ve adama dur derim. Devlet adil olduğu sürece güçlüdür." (Tatar Ramazan – 1990 Film)  

Yaşar Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Aziz Nesin gibi bir çırpıda sayılabilecek isimlerin ortak noktası eleştirel tavırları ve hapishanelerin müdavimi olmalarıydı.    

İdam meselesi ve işkence  

Hapishanelerin muğlaklığına rağmen idam ve işkence daha muhkem eylemlerdi. Buna rağmen bu eylemlerin ahlaki ve siyasi yanı da en az hapishanelerin ontolojisi kadar tartışmalı bir konuydu.   

Biz meseleyi yine kendi yakın tarihimizden ele alacağız. Osmanlı’da birçok idam çeşidi vardı. Çengele geçirmek, iple boğmak, kafasını kesmek ve kurşuna dizmek bu çeşitlerden bazılarıydı. Bu zorlu mesleği yapan kişilere “Üstâdân-ı Dîvân-ı Hümâyûn” veya “Meydân-ı siyâset ustaları” bizim bugün bildiğimiz isimle ‘cellat’ denilirdi.   

Cellatlık müessesesinin icrasından sorumlu olan kişiler Bostancıbaşı ocağına bağlı olup Fatih Sultan Mehmet zamanında hakları güvence altına alınmıştı.   

Cellatlar yalnızca saraya hizmet etmezlerdi. Taşrada önemli görevler üstlenen paşaların maiyetinde de cellatlar bulunurdu. Buna rağmen taşradaki idamların ifası da çoğunlukla İstanbul’dan gönderilen cellatlar tarafından gerçekleştirilirdi.   

Cellatlar, resmi olarak Yeniçeri Ocağına bağlı olmakla beraber 1826 yılında Vakayı Hayriye’den sonra görevini sürdüren nadir birliklerden olmuştu. Bu kişilerin görevi yalnızca can almak değildi, sorgulamalarda işkence görevi de cellatlara verilirdi.   

1856 senesinde Islahat Fermanı ile işkence şu sözlerle yasaklanana kadar cellatlar işkence görevlerini sürdürecekti;  

“Her türlü mücâzât-ı cismaniyye ve eziyet ve işkenceye müşâbih kaffe-i muâmele tamamıyla ilga ve ibtâl edilmiştir. Buna rağmen işkence yapan ve yaptıran memurlar Ceza Kanunu’na konacak maddeler mucibince tecziye edilecektir.”  

Cellatların en yoğun kullanıldığı durumlar isyanlardı. Siyasi isyanlarda genellikle sembolik idamlar gerçekleştirilirdi; ama eşkıyalık suçuyla ortaya çıkan durumlarda idam kararları çok hızlı bir şekilde alınırdı. Resmi evraklarda Kuyucu Murad Paşa’nın yirmi binden fazla idamı soğukkanlılıkla yerine getirdiğine rahatlıkla ulaşmak mümkün.   

Siyasi idamlar ve cellatlar  

Cellatlar yalnızca adi suçlardan hüküm giymiş kimseleri öldürmemişti. Saray içi mücadelelerde padişah dahi öldürmüşlerdi. Bu vakaların içerisindeki en meşhuru ‘Genç Osman’ın katlidir. Bu idamdan sonra Erzurum beylerbeyi Abaza Paşa, Genç Osman’ın katillerini bulmak için binlerce Yeniçeriyi telef etmiş ve ocaklarını başlarını yıkmıştı.   

Siyasi idamlar gerçekleştiren cellatlar genellikle kimliklerini gizlemeyi tercih ederdi; ama bu meslek her zaman utanılacak bir görev değildi. Halk içinde efsaneleşen cellatlar bulunuyordu. Kara Ali bunlardan birisiydi.   

Kara Ali, mesleğini şu sözlerle tanımlayacaktı;  

“Para almak için adam asmıyorum, adam astığım için para alıyorum.” 

Kara Ali, suçlu olduğuna inandığı mahkûmun canını almaktan tereddüt etmemesiyle bilinir ve herkesin çekindiği bir kimseydi. Öte yandan içine şüphe düştüğünde de bu görevi yerine getirmediği dilden dile dolaşırdı.  

Sultan İbrahim tahttan indirildiğinde darbeciler meşruiyet kazandırmak için bu cinayeti Kara Ali’ye işletmek istedi. Kara Ali bu cinayeti reddedince kendisi ve sevdiklerini öldürülmekle tehdit edildi. Kara Ali, Sultan İbrahim’i katlettikten sonra nedamet getirdi ve bir daha bu mesleği yapmadı.   

Kara Ali’nin öldürdüğü kişilerden biri de Şair Nefi idi.  

Evliya Çelebi ise efsanelerin aksine Kara Ali’yi şu sözlerle tarif edecekti;  

“Neuzubillah, çehresinde nur kalmamış zehir gibi bir adamdı. Yaz – kış kolları sıvalı, göğsü bağrı açık gezer. Suçlu, masum, genç, ihtiyar, haydut, vezir, âlim, Müslüman, Hristiyan, kadın, erkek fark etmez onun için. Yalnız kement geçirilecek boyun, satır çalınacak ense vardır. Hatta birçok defa, idam ettiği adamın kim olduğunu bile sorup öğrenmez, merak etmez. Amiri olan Bostancıbaşı’nın  ‘Boğ’ dediğini boğa, ‘Vur’ dediğinin başını uçururdu.”  

Reşat Ekrem Koçu’ya göre Osmanlılar; cellatları, Kıpti ve Hırvatlardan seçerlerdi. En usta cellatlar dilsizler arasından seçilirdi ya da zamanla dilleri kesilirdi. Bugün Topkapı Sarayı’nın Balıkhane Kasrı ve Kapısı hakkında bu denli yoğun efsanelerin olmasının nedeni cellatların burada bulunuyor olmalarından ileri gelirdi.   

Cellatlar, işkence görevini de yapıyor olmalarına rağmen idamı kesinleşmiş birine asla zulmetmezdi. Ona büyük bir saygı göstererek güvenini kazanırdı. Son fasılda idamlık mahkûma kızıl renkli bir şerbet ikram ederlerdi. Bu geleneğe göre şerbet biter bitmez mahkûm cellat tarafından boğazlanırdı.   

Topkapı Sarayı’nda bulunan Cellatlar Çeşmesi’nin adı da tesadüfi değildir. Bu çeşmenin başında yüzlerce devlet adamı katledilmişti. Cellatlar işlemlerden sonra temizlenmek ve su içmek için bu çeşmeyi kullanırdı.   

Yeniçeri Solak Hüseyin, malum çeşmenin önünde gerçekleşen bir vakayı şöyle aktaracaktı;  

“Davud Paşa’yı Kapucular Odası’ndan (Kapuarasu)çıkarub çeşme önünde Siyaset Meyda’nda çökertdiler. Cellad ileri gelüb Davud Paşa’nın başından bin naz ve istiğna ile dülbendini çıkarub  kâh kolunu  sığayub  kâh kılıcı çıkarub omzundaki peştemaline silüb oyalanırdı. Bu mahalde Sadrazam muzhzır ağayı gönderib tiz padişahın emri yerüne gelsün boynu urulsun! Diye muhzır gelüb cellâdı yerinde bulamadı, cellâdı bekledi. Cellâd geldiğinde nerede idin? Deyince diğer kılıcı getürmeğe gitdim! Dedi. Muhzır ağa - Tiz imdi maslahatın gör!  Dedi. Cellâd emir padişahın  deyüb  kılıcı  kınından  çıkarub  Davud  Paşa  ‘nın  başı  üzerinde  döndürüb,  Davud  Paşa’nın  başına indirmek üzere iken ihsan - dîdeler  ‘Sakın urma !’ diye çağışırışub diğer cumhur ‘Elbette ur’ diye çağrışdılar”.  

Osmanlı tarihinde uzun iktidarına rağmen en az idam cezası uygulayan Sultan Abdülhamid, halk arasında kötü bir üne sahip bu çeşmeyi söktürerek yerine yeni bir çeşme taktırmıştı.   

Osmanlı’da idamlar çoğunlukla ‘salb’ yani iple boğmak şeklinde gerçekleştirilse de recm, kafa kesmek, denize atmak, vücudu çengellere geçirmek (çoğunlukla Müslüman öldüren gayrimüslimlere uygulanan acı verici bir yöntemdi), kazığa oturtmak (çok nadir uygulanmış ve genellikle eşkıyalık cürmüne isnaden uç bölgelerde tatbik edilmiştir) ve son dönemde kurşuna dizmek yöntemleri kullanılmıştır.  

Fatih Sultan Mehmet’in Hurifileri ve Hurifi liderini yakarak idam ettirdiğine dair iddialar olmakla beraber, bu yöntem İslam hukukunca kesinlikle menedilmiştir. Yine Fatih döneminde bir kalpazanın derisi yüzülerek idam edildiğine dair bazı görüşler mevcutsa da bu iddia da zayıf delillere dayanmaktadır.   

Denize atmak suretiyle idam cezası Osmanlı’da bulunmazdı. Bu yöntem daha çok sarayda ortadan kaldırılacak biri varsa uygulanan bir yöntemdi. Başka bir deyişle esasen bu idamdan çok cinayet olarak ele alınacak bir hadisedir ki elimizde bu konudaki kaynaklar yetersizdir.   

Yine ‘topa koyup ateşlemek’ şeklindeki idam iddiaları da güçlü delillere dayanmaz. Bu türden iddialar çoğunlukla seyyahların hayal güçlerine dayanmaktadır.   

Ve ok taliminde idamlık suçluların canlı hedef olarak kullanıldığı iddiaları bu kez yerli seyyahımız Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesine dayanmaktadır.   

Evliya Çelebi, Reşat Ekrem Koçu ve yabancı Seyyahların iddiaları birbirinden ilgi çekici olsa da ciddi delillere dayanmaz. Doğru olsalar bile bu ve benzeri iddialar ciddi kaynaklarda yer almamaktadır. Bu sebeple kurumsal bir uygulama alanına sahip olduğunu söyleyemeyeceğiz.  

İdamı uygulayan cellatların hikâyesi ise bir başka dosyanın konusu olduğu için burada değinmeyeceğiz; ama bu işi Osmanlı’da eskiden beri Çingenelerin yaptığı bilinmektedir. Bu görevi ifa eden kişiler yalnızca cellatlar değildi. Özellikle subaşı ve asesbaşları cellatlık görevini yerine getirirlerdi.  

İşkence ve Osmanlı  

Osmanlı’da işkence düşünüldüğü kadar yaygın değildir. Bunun en temel nedeni insan vücudu Allah’ın malı, kişinin o bedende yalnızca bir emanetçi olmasıdır. Buna rağmen falaka genel hadım ve iğdiş istisnai bir işkence yöntemi olarak ele alınabilir.  

Falakanın yaygın olmasının nedeni de esasen Osmanlı kanunlarının Şeriat kanunlarını yumuşatma çabasıdır. Başka bir deyişle, falaka Osmanlıların merhametinin bir yansımasıydı. Örneğin; hırsızlık yapan bir kişinin elini kesmek yerine falakaya yatırılması sert cezaların yumuşatılmasına örnektir.  

Yine de uygulamanın belli dönemlerde haddinden fazla uygulanmış olması eleştiriye açık olmasına neden olmuştur. Bunun temel nedeni Osmanlı’da uzun bir müddet suçluyu hapishane ile ıslah etmek yerine falaka ile yola getirilmesinin daha yaygın olmasıdır. Bilhassa kırsalda hapishane kültürünün yok denecek kadar az olması bu uygulamayı daha da yaygın hale getirmişti.  

Tarihimizde Batılılaşma süreci ile ceza kavramı da değişmiş ve hapishane kültürümüz “zindan” algısından sıyrılarak toplumsal nizamın bir parçasına dönüşmüştür.   

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.