Osmanlı'da Devlet Ricalini Meşgul Eden Paranormal Aktiviteler


Cadılık ve büyücülük gibi suçlamalar Avrupa kıtasını kasıp kavururken, Osmanlı hükümranlığının bulunduğu coğrafyada bu tür olayların, devlet nezdinde esamisi okunmazdı. İslam dininde büyü tartışmalı bir konu olsa da cadı, hortlak, vampir veya gulyabani gibi hikâyeler çoğunlukla köy kahvehanelerinin eğlencelik hikâyeler literatürünün bir unsuruydu.
Türk halkının görenek ve adetlerinde çoğunlukla nazardan çekinilir ve Müslümanlar mütevazı hayatlarında bu hususa ehemmiyet verirdi. Buna rağmen sınırlı da olsa bazı gerçeküstü vakaların resmi kayıtlarda geçtiğine şahit oluyoruz. Bunun yanında başta Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinde sözlü geleneğin bir unsuru olan bazı gerçeküstü olaylar halkın ruh ve mana dünyasında önemli bir yer tutardı.
Nazar inanışı ve kökleri
Nazar inanışı Türk toplumunun gündelik hayatının en önemli alışkanlıklarından birisidir.
Anne-babalar çocuklarını yahut yeni bir mal sahibi olmuş kimseler nazardan kendilerini korumak için çeşitli tedbirler alır. Sadaka vermek, adaçayı ya da çörek otu yakmak, çeşitli nesneler kullanmak ve bazı sureleri mütemadiyen okumak bunların başında gelir.
Günümüzde nazarı kötü enerji olarak açıklayıp din dışı meditasyonlarla açıklayan ve korunma yöntemleri öneren bazı uygulamalar da mevcut.
Esasen nazar, yalnızca Türk halkının inanç sistemi ile sınırlı olmasa da şu anda nazara en çok inanan toplumun Türk halkı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Nazarın Antik Mısır medeniyetinden Antik Yunan medeniyetine kadar uzanan bir tarihi söz konusudur.
Mısırlıların kendilerini nazardan sakınmak için el şeklindeki muskaları bilinmektedir.
Yine eski Türklerin nazar taşları da İslamiyet öncesine dayanan bir kültürün yansımadır.
İslam döneminde, Hazreti Muhammed’in nazara karşı son derece tedbirli ve hassas olduğu çeşitli kaynaklardan bildirilmektedir:
Nazar’dan Allah’a sığınınız. Çünkü göz (değmesi) gerçektir. (İbn Mace, Tıb, 32; Buhari, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41).
Buna söze rağmen İslam peygamberinin pratikte nazara karşı muska vb. uygulamaları tasvip etmediğini bu yola başvuranların sihirle uğraştığını söyleyerek kınadığını görüyoruz.
İslam anlayışında Felak ve Nas surelerinin mütemadiyen okunup idrak edilmesi öneriliyor.
Nazar değmesi
Kaynaklarda “isabet-i ayn” olarak geçen ifade bugünkü kullanımıyla nazar değmesi olarak kullanılmıştır.
“isabet-i ayn” iki duygudan kaynaklandığına inanılmaktadır: Aşırı kıskançlık ve aşırı sevgi.
Yani nazar yalnızca sizi sevmeyenlerden değil, fazlasıyla sevenlerden de değdiğine inanılmaktadır.
Buna tedbiren Türk kültüründe nazar muskası, boncuğu ve maşallah ifadesi sıklıkla kullanılmaktadır. Bilhassa nazar boncuğunun eski Türk yaşantısından kalma bir gelenek olduğunu Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-ı Türk isimli eserinden öğreniyoruz.
“Monçuk” olarak ifade edilen bu koruyucu tılsım Türklerin en sevdikleri olarak kabul edilen kundaktaki bebeklerine ve atlarına sıklıkla takıyorlardı:
“atın boynuna takılan değerli taş, arslan tırnağı, muska gibi şeyler” (Kaşgarlı Mahmut - Divan-ı Lügat-ı Türk)
Öte taraftan nazarı hayatında takıntı haline getiren kişilerin sayısı hiç de azımsanacak bir sayı değildir. Bilhassa Anadolu’da hayvan kafası, kurbağa kuyruğu, koç boynuzu ve at nalı gibi ürpertici nesneler nazara karşı kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra nazarın doğal yolların dışında bilinçli büyü ve muskalarla kötülük amacıyla kullanıldığını düşünen kimseler söz konusudur.
Eğer nazarın bilinçli bir muska ile yapıldığını düşünen kişiler bazı yardımlar almaktadır. Bunların halk arasında en bilinen örneği “kurşun döktürmek”tir.
Nazara uğradığını düşünen kimsenin üzerinden eritilmiş kurşun bir su leğeninin içerisine dökülür, çeşitli dualar okunur ve elleri yüzü dualarla yıkanır.
Nazar ortadan kalktıktan sonra bunu yapan kişiyi bulmak için bir de isteğe bağlı “köz söndürme” işi de yapılır ki bu hadise cinayetlere kadar varmaktadır. Genellikle nazarın ailedeki kişilerden birisinden geldiğine inanılması nedeniyle birçok boşanma davasının da nedenleri arasında bu konunun olması ibret vericidir.
Nazar bozma konusunda en masum yöntemlerden birisi de tütsü yakmaktır. Çeşitli kokularla bezenmiş tütsüler evde dolaştırılarak nazardan bir şekilde korunduğuna inanılıyor.
Nazar ve kültür
Nazar birçok halk türküsünün de başlıca imgelerinden birisidir.
“Kadir Mevla’m, nazardan sakınsın seni” benzeri ifadeler aşığın sevgilisinin güzelliğini anlatmak için başvurduğu imgelerdendir. Genellikle “cadu” olarak tarif edilen kişilerin kötü gözlerinden sevgiliyi koruma telaşı söz konusudur:
“Câdû gözüne hindû dirler ü hatâ dirler
Nergis ho nedür hâflâ ol gözde nazar vardur” (Kadı Burhaneddin)
…
Kurtarmağa yağma-ı› gamundan dil ü cânı
Sa’yüm nazar-ı nergis-i fettânun içindür (Fuzulî)
Öyle ki Şair Nedim sevgilisini rüzgârın nazarından bile sakınır ve kıskanır:
Açılmaz oldu çemenlerde çeflm-i flehlâsi
Değirdi nergise çeflm-i rûzgâr nazar (Nedim)
Dünyada nazar inanışı
Nazarın yalnızca Türklere has bir inanış olmadığını söylemiştik.
Örneğin Fransızlar ''mauvais oeil” der, Almanlar nazarı “böser blick” olarak tanımlar. Hollywood kültüründe de sık sık karşımıza çıkan “Evil eye” da nazar inanışının ta kendisidir.
Yine bugün gündelik dilimizde kullandığımız “sihir” kelimesi de Hint kökeninde “sihi” yani nazar olarak kullanılmaktadır.
Bugün Türk toplumunda en entelektüelinden tutun köylüsüne varıncaya değin nazar, güçlü bir inanış olarak kendisine yer bulur. Ne yazık ki bu inanç bazen şirazeyi şaşırarak aileleri parçalayan bir saplantıya dahi dönüşebilmektedir.

Osmanlı kayıtlarında paranormal hadiseler
Osmanlı kayıtlarında bu denli bir vakanın en mücessem örneği Ebusuud Mehmed Efendi’nin kendisine yöneltilen bazı sorulara verdiği fetva ile karşımıza çıkıyor. Ebusuud’un kendisine yöneltilen garip sorulara verdiği oldukça tuhaf fetvalar şöyleydi;
“Mesele: Bazı kişiler ölüp gömüldükten sonra, mezarında kefenini yutup(?), uzuvlarına kan gelip bedeni kızıllaşmış olursa, bu şekilde olmasına bir neden var mıdır?
Elcevap: Olmuş ise bu Hak Teala’nın mübarek isteğidir. “Hayatında yaptıkları işlerde ve ahlakta kendilerine ortak olan şeytani nefislerin bazı cesedine [yani günahkâr kişinin cesedine] ilişip ortak işlere alet edinir [Yani bedenini kullanır]” demek vardır. Allah’ın kudretinden beklenmedik değildir.)
Bu Sûrette: Açıklanmış neden üzerine bulunduğu takdirce, sözü geçen ölüye ne olmalıdır/ne yapılmalıdır?
Elcevap: Yeniden gömmek gerektir, Müslüman adına ise zararı yoktur. Bu Sûrette: Bazı kişiler mezarından çıkarıp yakmaya şeriata göre kudret sahibi olurlar mı?
Elcevap: Olmazlar.
Mesele: Rumelide, Selanik’e bağlı bir köyde, Hristiyanlardan bir kişi ölüp gömülmesinden birkaç gün geçtikten sonra gece yarısında akrabasının ve diğer insanların kapılarına gelip “bre filan gel seninle falana gidelim” deyip, ertesi gün o kişi de ölüp ve birkaç günden sonra birine daha seslenip, o kişi dahi ölüp sözün kısası bu biçimde birçok kişi öldüğünde, Müslüman olmayanların böyle kırıldıklarını görüp, Müslüman ahaliden o köyde bulunan bazı kişiler, korkularından firar etmek istemeleri şeriata uygun mudur?
Elcevap: Olmaz, özellikle bu Müslüman olmayan kasaba konusunda görüşmelerinden sonra, Müslümanlara gereken emir işlerin sahiplerine görev olarak verilmelidir.
Mesele: Adı geçen konuda hikmetin ve illetin de ortadan kaldırılması için çarenin belirtilerini izah etmek ve açık hale getirmek, icab edenin [yapılması gerekenin] sebebi ile bağışlana [söylene].
Elcevap: Bu takım işlerin hikmet ve illetini açıklamada dil aciz ve zihinler kusurludur ve araştırmada ehil olanların uzun uzadıya açıklamalarına uygun değildir. Ortadan kaldırılmasına çare şudur: Olayın olduğu gün mezara gidip önce çıplak bir sopayla [uğurlu sayarak] kalbine ulaşacak şekilde yere çaksınlar, beklenendir ki [hortlak/ölü] defedilsin. Eğer olmazsa, benzinde kızıllaşma olursa [yani tenine kandan kırmızılaşmışsa] başını kesip ayağının olduğu yere atsınlar. Eğer bozulmayı bırakmışsa [yani ceset çürümemiş ise] başını kesip ölünün ayağının ucuna koysunlar). Olduğu kadar bu aşamalarla ortadan kaldırılamamışsa, cesedi çıkarıp ateşte yaksınlar. Selef-i sâlihin zamanlarında [yani İslam’ın ilk yüzyılında yaşayan Müslümanların döneminde] ateşte yakmak pek çok kez olmuştur.” (Mehmet Berk Yaltırık - Türk Kültüründe Cadı-Hortlak İnanışı)
Bu fetva bilhassa Balkan bölgesinde pek çok “Vampir Saldırısı” ve “cadılık” suçlamasına karşı bir emsal niteliği kabul edilerek zaman zaman farklı vakalarda da kullanılmıştı; fakat bu fetva kadar ilginç bir başka olay daha var ki durumu çok daha farklı bir safhaya taşıyordu. Devletin resmi yayın organı olan Takvîm-i Vekâyi hortlayan iki yeniçeriye karşı devletin resmi mücadelesini sütunlarına taşımıştı. Buna göre Tırnova Kadısı Ahmet Şükrü Efendi, Takvim-i Vakayi’nin resmi sayısında yayımlanan mektubunda günümüz Türkçesi ile şu ilginç ifadeleri kullanıyordu;
"Tırnova'da cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanıp, erzak namına ne varsa; un, yağ, şeker, bal gibi şeyleri birbirine katıp içlerine bazen toprak bile karıştırıyorlar. Evlerin içlerine girerek yüklüklerdeki yorgan, şilte, yastık ve bohçaları didikleyip açıyorlar. Zaman zaman insanların üzerine taş, toprak, çanak çömlek attıkları halde kimse bir şey görmüyor. Birkaç erkek ve kadının da üstüne saldırdılar. Bunlara sorduğumuzda, 'Sanki üzerimize manda çöktü sandık!' dediler ama bir şey görmemişlerdi. Bu sebeple birçok mahalle sakini evlerini başka yerlere taşımak zorunda kaldılar. Halk, en sonunda bunun cadı işi olduğuna karar verdi. Civar kasabalardan İslimye'de yaşayan ve cadı çıkartmakla şöhret bulmuş olan Nikola isimli bir Rum, bu işi halletmek üzere kasabaya çağrıldı ve kendisiyle işi halletmesine karşılık 800 kuruşa pazarlık edildi. Nikola, beraberinde getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gitti ve bunu parmağının üzerine yerleştirerek çevirdi. Resimli tahta hangi mezara dönük durduysa o mezarın cadılı olduğunu gösterdi. Resimli tahtanın dönük kaldığı mezarlar hayattayken şimdi kaldırılmış olan Yeniçeri Ocağı'na mensup iki yeniçeriye, Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adındaki iki eşkıyaya aitti. Bunların mezarını açtığımızda karşılaştığımız manzara korkunçtu. Her ikisinin cesedini de yarım misli büyümüş, kılları ve parmaklarıyla tırnaklarını üçer dörder kat uzamış bulduk. Mezarlar açılırken bekleşen bütün kalabalık bu manzarayı gördü. Bu iki zorba, yeniçeri ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından dolayı cellât eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı. Cadıcı Nikola'ya göre, bunların sonsuza kadar ortadan kaldırılmaları için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin kaynar suya atılarak haşlanması gerekiyordu. Mezarlarından çıkarttığımız ölülerin karınlarına söylendiği gibi birer ağaç saplayıp, yüreklerini dahi yerlerinden sökerek kaynar suya atıp haşladılar. Fakat bunların hiçbirisi kâr etmeyince Nikola bu sefer cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Şer'an izin verildi ve cesetler hemen oracıkta yakıldı. Böylelikle çok şükür kasabamız cadı belâsından kurtulmuş oldu...” (Mektubun orijinal haline Takvim-i Vakayi’nin 69. Sayısında ulaşılabilir - 6 Ekim 1833)
Devletin resmi kaynaklarında geçen bu vakalar ve birkaç istisnayı kenara bıraktığımızda halkın sözlü geleneğinde oldukça zengin bir literatür ile karşı karşıya kalıyoruz. Çoğunlukla eğlence amaçlı anlatılan bu hikayeler gayrimüslim tebaa için ise rutin hayatı etkileyebilecek kadar önemli meseleler halini alabiliyordu. Bilhassa Romanya bölgesinde Üçüncü Vlad’ın kötü mirası gibi efsaneler halk arasında huzursuzluk kaynağı olabiliyordu.
Bu haberin devletin resmi ajansında yer almasının temel nedeni Yeniçerilere yönelik katliama meşruiyet sağlamaktı.
İkinci Mahmut tahta çıktığı ilk andan itibaren Yeniçeri Ocağı'na bir düzen getirmek için defalarca ulema ve ağalar vasıtasıyla uyarılarda bulundu. Oysa ocağın hem nüfusu hem de azgın davranışları günden güne artmaya devam etmişti.
Asayişten sorumlu olan askerler sokak ortasında kadınlara ilişiyor, esnafı haraca bağlıyor; hatta yasak olmasına rağmen şehrin en güzide dükkânlarına el koyarak işletmeye çalışıyordu.
İstanbul'a bir sis gibi çöken Yeniçeri eşkıyalığı tüm kenti esir almış durumdaydı.
Osmanlı Devleti, İstanbul'da hayatın durması sebebiyle hem taşraya müdahale edemiyordu hem de dış politikada adım atamaz hale gelmişti. Mora Adası'nda çıkan isyana dahi müdahale edemeyen merkezi otorite, büyük imtiyazlar vererek ancak Mısır Valisi Kavalalı'yı isyanı bastırmaya göndermişti.
İkinci Mahmut, İstanbul'u felç eden bu kangrenin artık ıslah olmayacağından emin olmuştu, bütün bir bedeni öldürmeden önce yapılacak tek çare kesip vücuttan atmaktı.
Harekete geçen Sultan, kendisine yakın devlet adamları ve komutanlarla gizli bir plan yaptı. Buna göre önce ocağın kritik isimlerini görevden alacak ve kendisine bağlı isimlerin terfilerini hızlandıracaktı.
Sultan İkinci Mahmut aylardır her ayrıntısı üzerinde dikkatle çalıştığı planını daha Yeniçeriler ilk kazanı devirdiğinde devreye sokmuştu. Anadolu'dan getirilen birlikler Boğaz'da usulca gemilerden inmeye başlamıştı, Yeniçerilere destek vermeyi reddeden topçu birlikleri Sultan'ın yanında saf almıştı ve en önemlisi tüm İstanbul ahalisi o gün Yeniçeri belasından kurtulmak üzere meydanda toplanmıştı. Silahı olan ahali silahıyla gelmiş, olmayanlara da cephanelerden silah dağıtılmıştı.
Şeyhülislam Kadızade Tahir Efendi'nin Yeniçerilerin katline izin veren fetvasının kalabalıklara ilan edilmesiyle büyük operasyon başladı. Devlet dairelerini basan, konakları dağıtan Yeniçeriler yağma hırsıyla öylesine kendilerinden geçmişlerdi ki büyük operasyon başladığında dahi yaşanan gelişmeyi tam olarak kavrayamamışlardı. Sultan İkinci Mahmut kendisi için de bir beka savaşı olduğunu bildiği bu operasyona bizzat katılmış, Sancak-ı Şerif'i çıkarttırarak operasyonu yönetmişti.
İngiltere Elçisi Stratford Canning'e göre, 40 bin Uzunçarşılı'ya göre 100 bin Yeniçeri askeri ya öldürüldü ya da tutsak alınarak sürgün edildi.
Devletin en büyük ordusu olan Yeniçeriler ortadan kaldırıldıktan sonra yerine Asâkir-i Mansûre Ordusu kuruldu. Bu ordu, modernizasyonunu tamamlamış Avrupai tarzda düşünülmüştü.
Elbette böylesi büyük bir ordu çok kanlı bir şekilde yok edildikten sonra halktan gelebilecek tepkilerin önünü kesebilmek için “Yeniçeri lanetlemeleri” başladı. Ülkedeki tüm kötülüklerin sebebi olarak Yeniçerilerin taşkınlıkları gösterildi.
Tam bu noktada Tırnova’dan gelen “Yeniçeri Hortlakları” haberi hükümetin menfaatlerine yarar sağlayan bir içeriğe sahipti. Dönemin önemli vak'anüvislerinden Ahmet Lütfi Efendi gibi tarihçilerin bu hadiseyi görmezden gelmelerinin altında yatan sebepte tam olarak buydu. Devlet mekanizması ideolojik aygıtını harekete geçirebilmek adına bir hurafeden yararlanmaktan dahi çekinmiyordu.
İslam aleminde er-Râzî, İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd gibi önemli bilim insanları inme ve damar tıkanıklığı gibi hastalıklar sebebiyle öldüğü düşünülen kişilerin gömülmeden önce üç gün bekletilmesini tavsiye ederek bu kişilerin tekrar hayata dönmesini tıp biliminin sınırlarında değerlendirmişti. Bu yorum Müslümanlar arasında hortlak anlayışı yerine hayata dönen kişiye Allah’ın bir lütfu ve ikinci bir şans verildiği inancının hâkim olmasını sağlamıştı. Halkın sözlü kültüründeki sınırsız kaynağı ele almanın ise bu satırlar dairesinde imkânı dahi bulunmamaktadır.
Devletin, hele ki Osmanlı modernizasyonunun kurucu figürü Sultan İkinci Mahmut Döneminden resmî gazete gibi önemli bir yayın organı/kaynağı kullanılarak bir hurafeden hareketle meselenin ele alınması paranormal bir olaydan ziyade siyasi propagandanın sonucuydu.
Müslüman Türk Halkının gerçeküstü olaylara yaklaşımı
Türk halkının İslamiyet öncesine dayanan literatüründe Tanrı ile Erlik (Şeytan) arasında sürüp giden savaşının yansımaları İslamiyet sonrasında da gayb aleminin bir meselesi olarak tazeliğini koruduğuna şahit oluyoruz.
Buna göre görünmez alemin kötü niyetli varlıkları Müslümanlara ait nesneleri, hayvanları, doğum sonrası kadınları, bilhassa bebekleri ve bebekler üzerinden bireyleri manipüle ettiklerine inanıldığını görüyoruz. Bu varlıklara Cadı, Cazı, Obur ve acuze gibi isimler verilmişti.
Osmanlı’daki gerçeküstü vakaların amacı Türkleri bölgeden sürmek miydi?
Osmanlı tarihini incelediğimizde gerçeküstü vakaların çoğunlukla Rumeli bölgesinde meydana geldiğini görüyoruz. Bu vakaların sayısının bu denli fazla olmasının sebebi bölgede yaşayan Türkleri bölgeyi terke zorlamak olduğu da farklı bir bakış açısı olarak karşımıza çıkıyor;
“Osmanlı'da yaşanan cadı vakalarını, o zamanın siyasî ve sosyal şartları doğrultusunda değerlendirmeye yönelik bir başka fikir de Osman Saygı'dan gelmiştir. I. Dünya Savaşi esnasında Selanik’te yaşanan Hakime adli cadı vakasını esas alan Saygı, çoğunlukla Balkanlar sahasında ortaya çıkan bu hadiselerin, Türkleri Balkanlar’dan uzaklaştırmak için düşmanlar tarafından hazırlanmış birer tuzak olabileceğine işaret etmiştir.” (Zeynep Aybicin - Osmanlı Devletinde Cadılar Üstüne Bir Değerlendirme)
Müslüman gelenekte er-Râzî, İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd gibi önemli bilim insanları inme ve damar tıkanıklığı gibi hastalıklar sebebiyle öldüğü düşünülen kişilerin gömülmeden önce üç gün bekletilmesini tavsiye ederek bu kişilerin tekrar hayata dönmesini tıp biliminin sınırlarında değerlendirmişti. Bu yorum Müslümanlar arasında hortlak anlayışı yerine hayata dönen kişiye Allah’ın bir lütfu ve ikinci bir şans verildiği inancının hâkim olmasını sağlamıştı.
Osmanlı’da en sevilen cadı hikâyeleri Evliya Çelebi’ye aitti
Erzurum’da bir damdan ötekine atlayan kedinin donduğuna şahit olan ünlü seyyahımız Evliya Çelebi’nin obur, hortlak, vampir ve cadı hikayeleri de eserinde bir hayli önemli yer tutar.
“Evliyâ Bulgaristan’da Çalıkkavak köyünde bir “kefere” hanesinde konakladığı geceyi anlatır. Bir odada ateş kenarında otururken içeri çirkin yüzlü yaşlı bir kadın öfkeyle girer ve kendi lehçesinde küfürler savurur. Evliyâ ilk önce, dışarıda bulunan hizmetlilerinin yaşlı kadını kızdırmış olabileceğinden şüphelense de, onların bir şeyden haberleri olmadığını anlar. Daha sonra bu yaşlı kadının yanına kızlı oğlanlı yedi çocuk gelir ve hep beraber Bulgarca konuşurlar. Evliyâ “garîb temâşâdır” diyerek onları seyre koyulur. Gece yarısı olunca çıkan patırtılar Evliyâ’yı uykusundan uyandırır. Evliyâ, yaşlı kadının kapıyı açıp ocaktan bir avuç kül aldığını ve fercine sürdüğünü görür. Elinde kalan küle efsun okuduktan sonra, ocak başında çıplak yatan yedi çocuğun üzerine külü saçar. Yedi çocuk, iri piliçlere dönüşür ve “civ civ” demeye başlar. Yaşlı kadın kendi başına da kül sürer ve büyük bir tavuğa dönüşüp “gurk gurk” diyerek kapıdan çıkar. Yedi piliç de onu takip ederek kapıdan çıkınca Evliyâ, “Bre oğlan!” diye can havliyle bağırır. Bu feryat üzerine Evliyâ’nın köleleri uykularından uyanıp gelir ve Evliyâ’nın burnundan kan boşandığını görürler. Evliyâ onlardan dışarı çıkıp neler olduğunu görmelerini ister. Cadı tavuk ve piliçleri atlar arasında gezinmekte, atlar da birbirlerini helâk etmektedir. Köydeki kefereler gelip atları bağlarlar. Cadı tavuklar bir tarafa gider. Evliyâ’nın kölesinin anlattığı üzere; bir kefere zekerini çıkarıp tavukların üzerine işer, sekiz tavuk yine insana dönüşür. Kefere, yaşlı kadını ve çocukları döve döve kiliseye götürür ve papaz yaşlı kadını okuyarak “afaroz-ı mandolos eyle[r]”. Müezzin Mehemmed Efendi’nin ve mataracıbaşının hizmetlileri de tavukların tekrar insana dönüştüğünü görmüştür. Evliyâ, ertesi sabah diğer hizmetlileri de çağırıp sorduğunda, gerçekten de tavukların tekrar insan olduğunu gördüklerini öğrenir. Hizmetliler eğer isterse onların üzerine işeyen kefereyi getirebileceklerini söyler, Evliyâ kabul eder. Gelen kişinin cevabı şu şekildedir: “Sultânım, ol karı başka soydur. Kış giceleri yılda bir kerre eyle kara koncoloz olurdu. Ammâ bu yıl tavuk oldu. Kimseye zararı yokdur”. Evliyâ bu olayda aklının başından gideyazdığını belirtir ve “Çalıkkavak balkanı mel‘ûnunun her hâli ahvâli pür-melâli böyledir. Hudâ hıfz ide” diyerek anlatıyı noktalar. (Evliya Çelebi Seyahatname’inde Cadı, Obur ve Büyücü Anlatıları ve Kurgudaki İşlevleri – Elif Öztürk Bitik)
Evliya Çelebi, Seyahatname’de oburların gökyüzündeki savaşına kendi gözleri ile şahit olduğunu da iddia edecek kadar olayları ileri bir boyuta taşır.
Bildiğimiz fiziki boyutun ötesinde farklı varlıkların olup olmadığı tamamen bir inanç meselesiyse de bu konular edebi literatürün sınırlarında kaldığı sürece keyifli olmaktadır. Ne yazık ki bugün hala Anadolu’da define arama maceraları başta olmak üzere insanların bu türden vakalar sebebiyle birçok psikolojik yaşadığı veya sahtekârların eline düştüğü bilinmektedir. Gerçeküstü vakalar insanın rutinini etkileyecek bir vesveseye dönüşmesindense insanın kendisini Felek ve Nas gibi Surelerin mana dünyasındaki lezzete bırakması daha hayırlı olacaktır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.