Osmanlı İstanbul’unda Trafik Çilesi ve İlk Otomobiller
İstanbul’un asırlar boyu en temel ulaşım aracı gemiler olmuştur. Boğazların muhkem ve stratejik konumunun kalbindeki bu şehre ulaşım kurulduğu ilk günden beri çileydi. Kara ulaşımında ise Osmanlı kenti fethettikten sonra bırakın at arabasını, at kullanımı dahi birkaç istisna dışında yasaktı. Bu istisnalar Padişah ve Sadrazam dışındaki tüm devlet yetkililerine son derece katı bir biçimde uygulanmıştı.
Şehirde bu yasağın kalkmasıyla beraber kullanım herkese serbest olmamış belli şart ve imtiyazlarla kentte görülebilmişti. Başka bir deyişle Anadolu köylüsü ulaşım konusunda İstanbulludan daha konforlu vasıtalara sahipti diyebiliriz.
19. yüzyıla geldiğimizde kentin nüfusu yüzbinleri aşmış ve fiziki olarak genişlemişti. Bir nevi Osmanlı taksileri diyebileceğimiz öküz arabaları belli noktalarda hareket ederek kentte ilerlemesine müsaade edilmişti. Yani İstanbullu 19. Yüzyıl itibariyle devlet ricali olmadan yalnızca yolculuk amacıyla kentte seyahat özgürlüğüne sahip olmuştu.
Elbette her sosyal yasak ifratını beraberinde getirir. Sıradan vatandaşların at arabası kullanması hürriyeti kentte başka sorunları da beraberinde getirdi; çünkü arz talep dengesinin bozuk olması ve dahi devletin sert denetimleri at arabasına çoğunlukla zenginlerin ulaşmasını neden oldu. Yine bu dönemde at arabaları Batılılaşmanın bir sembolü olarak görüldü ve zenginler bu konfora ulaşmak için korkunç paralar harcadı. Recaizade Mahmut Ekrem bu absürt durumu “Araba Sevdası” romanında ‘Bihruz Bey’ karakteri üzerinden ustaca gösterecekti. Nitekim zenginlerin çoğu arabaları mesire yerine ulaşmak için kullanması böylesi tipolojilerin varlığını hem mümkün hem de mücbir kılmaktaydı.
Öyle ki döneminin aydınlarının kınadığı bu tipler, şehrin ortasında pervasızca at koşturmaları sonucu 1850’li yıllarda trafik magandalarına yönelik bir kanun çıkartılmıştı. Yayanın güvenliğini tehdit eden gençlere yönelik atılan bu adıma göre tehlikeli at arabası kullanımına para cezası öngörülmüştü. 1860’lı yıllarda cerrah masrafları ve hapis cezası gibi ayrıntıların ilgili maddeye eklenmesinden anlıyoruz ki yaranmalı hatta ölümlü kaza meydana gelmiş olmalı.
“Mümeyyiz” isimli dergide okur mektuplarından birisinde genç bir talebe trafik magandalarından şu şekilde şikâyet edecekti:
“… Biz Sultan Beyazıt Rüştiyesine devam ediyoruz. Fakat gidip gelmekte ne kadar geçitlerimiz var biliyor musunuz? O birtakım Kürt ve Acem sürücüler katar katar beygir ve merkeplerle moloz taşıyorlar. Yüklerini boşaltıp dönüş yoluna girdiklerinde özellikle Beyazıt’ta kağıtçıların önünden geçerken hayvanları naralar eşliğinde ve sanki yangına yetişecekmişçesine alabildiğine koşturuyorlar. İşte biz sabah akşam onların arasından okula gidip geliyoruz. Sürücüleri kimse engellemiyor! İşittiğimize göre katar katar hayvanları bu şekilde koşturmak yasakmış. Bunlar ne için men edilmiyor?”( At, Araba ve Kaza: Osmanlı Cephesinden İstanbul’un Trafik Çilesi (1860-1890)-Ahmet Yüksel)
Yüksel’in ilgili makalesinden öğrendiğimize göre İstanbul ahalisi en çok genç seyislerden şikayetçidir:
“Herifler, efendilerini kapıya bırakıp da hayvanı ahıra götürecekleri vakit üzerlerine binip dizgin ediyorlar; caddedir geçen olur, çoluk çocuk, erkek kadın tesadüf eder çiğnenir yahut dardır; birisi tesadüf eder savuşamaz hayvan çiğner demiyor, alabildiğine süratle gidiyorlar. Bazen adam da çiğnetiyorlar. Caddelerde o şekilde at koşturan genç Bulgar seyislerin bu hareketlerine efendilerinin elbette rızası yoktur. Biz bundan sonra gördüklerimizi yazarsak gücenmesinler. Güceneceklerse de ricamız seyislerine İstanbul sokaklarının manasız şekilde at koşturmak için değil, umumun geliş gidişine mahsus olduğunu tembihlemeleridir. Halkı rahatsız etmenin manası yoktur!”
Atsız arabalar: zat’ül harekeler
Resmi kayıtlar ve devlet nezdinde otomobile verilen isim “Zat’ülhareke” olarak kabul görmüştü. Aslında zat’ülhareke çok öncesinden itibaren İstanbul sokaklarında görülmeye başlanmışsa da 1905 yılında yaşanan hadiseler sonrası kullanımının azalmasına sebep olmuş ve ihracatı yasaklanmıştı. Bu kararın arkasında Sultan Abdülhamid vardı.
Sultan Abdülhamid, tahta çıkmayı bekleyen bir şehzade değildi. Bu yüzden kendisini ticaret yapmaya adamıştı. Borsada büyük paralar kazanıyor, yurt dışına seyahatlere gidiyordu. En önemlisi de her türlü teknolojik gelişmeyi yakından takip ediyordu. Yakından takip ettiği konulardan birisi de elektrikli arabaların gelişimiydi. Sultan Abdülhamid tahta çıktıktan sonra da bu araçların katalogları Yıldız Sarayı’na gönderilmiş ve alınması dahi gündeme gelmişti.
Oysa Sultan Abdülhamid’in tüm sinirlerini alt üst eden gelişmeler bu konuya mesafeli durmasına hatta yasaklamasına sebep olmuştu. Sultan Abdülhamid tahta çıktığında 93 Harbi, Ali Suavi Darbe girişimi ve Mithat Paşa’nın kendisine karşı yürüttüğü komplolarla sarsılmıştı. Bu gelişmeler onu şüphe sarmalına sürükleyen gelişmelerdi; fakat 1905 yılında kendisine yönelik icra edilen suikast girişimi Sultan Abdülhamid’i çok daha radikal kararlar almaya sevk edecekti.
Sultan Abdülhamid 21 Temmuz 1905 senesinde Cuma namazını kılmak için resmi bir törenle Yıldız Camisine gelmişti. Namazın ardından Sultan Abdülhamid at arabasına gitmeden önce Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile ayaküstü bir süre sohbet etti. Sultan Hamid, sohbeti bitirip arabasına yöneleceği sırada İstanbul’da eşi benzeri görülmemiş bir patlama meydana geldi.
Sultan Abdülhamid’in kullandığı at arabasına Ermeni komitacılar tarafından saat ayarlı bomba konulmuştu. Bu bombanın infilak etmesi sebebiyle 28 kişi hayatını kaybetmiş 54 kişi de yaralanmıştı. Bu suikast için dünyaca ünlü anarşist Belçikalı Jorris dahi İstanbul’a gelmiş ve operasyonda bulunmuştu.
Sultan Abdülhamid 1 dakikadan daha kısa bir süre oyalanması sayesinde 100 kiloluk tahrip gücüne sahip bombanın hedefi olmaktan kurtulmuştu, görgü tanıkları arabaları taşıyan atların dahi havada süzülüşüne şahit olduklarını belirtiyordu.
Sultan Abdülhamid bu vakadan sonra İstanbul’da her türlü at arabasının kullanımına büyük tedbirler getirtirken zat’ülhareke ve benzeri diğer tüm vasıtaların kullanımını kesin bir biçimde yasaklamıştı.
Meşrutiyetle beraber otomobile de özgürlük geldi
1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle beraber hürriyet sağlanan konulardan birisi de zat’ülharekeydi. Avrupa’da oldukça popüler olmuş bu vasıta özellikle İstanbul gayrimüslimlerinin ve zengin bazı yerli tüccarların fazlasıyla dikkatini cezbediyordu. Otomobilin hürriyetine kavuşması sonrası öncelikle yabancı ülkenin sefirleri, ardından gayrimüslimler ve otomobile meraklı Türkler de bu aracı edinmeye başladı. Nitekim ilk trafik kazasına İtalyan sefiri 1912 yılında karışmış ve bir Osmanlı vatandaşının ölümüne sebep olmuştu. Kazanın sonunda sefir yüklü bir tazminat karşılığı serbest bırakılmıştı.
Meşrutiyet öncesinde de hatta Abdülhamid’in katı yasaklarına rağmen de bu vasıta tam anlamıyla engellenememişti; fakat hürriyetin gelmesiyle beraber biranda otomobil hayatın parçası haline geldi. Devlet kademesinde öncelikle Nazırlara bu araç tahsis edildi. “Nazır oldun mu, zat’ülhareken (otomobil) hazır” sözü de bu dönemde popüler olmuştu. Refik Halit, bu durumu “Deli” isimli eserinde şöyle anlatacaktı;
“Nazır oldun mu otomobilli oldun demekti, bu yüzden nazır olmaya heves edenler çoktu ki bu yolda kimi muradına erdi kimi ise idam sehpasına çıktı veya zindana girdi.”
Otomobil İstanbul sokaklarında bir ihtiyaç değildi. Hatta ilk trafik ışıkları ve kuralları 1950 yılı sonrası otomobillerin yaygınlaşmasıyla İstanbul ve Ankara’ya gelmişti. Öte yandan daha ortaya çıktığı ilk günden itibaren zat’ülhareke, uğruna büyük paralar harcanan ve sık sık arızalanan vasıtalardı. Ayrıca İstanbul sokakları zat’ülhareke için hiç uygun değildi.
İlk arabanın öyküsü
Kuranyal isimli bir Ermeni tüccar vatandaşımız, ABD’den üç parça halinde ilk otomobili 1904 yılında getirir. İstanbul gümrüğü evvela bu aletin ne olduğunu araştırmak için valiliğe sorar. Valilik yaptığı tahkikat sonucu bu tür vasıtaların İstanbul trafiği için uygun olmadığı gerekçesiyle araca ruhsat vermez ve el koyar.
Aslında Osmanlı ülkesinde araba bilinmeyen bir şey değildir. İstanbullular bilmemektedir; yoksa Selanik, Basra ve daha birçok bölgede sayısız zat’ül hareke gezmektedir. Basra Mebusu Züheyirzade Meşrutiye ortamının verdiği özgürlük havasında Sadrazamdan özel izin alarak İstanbul’a ilk otomobili getirir. 1908 yılına gelindiğinde otomobil sayısı 100’ü bulur. Üstelik bu arabalar yalnızca gazlı değil, bir kısmı elektrikli ve buharlıydı.
Abdülhamid teknolojiye karşı mıydı?
Yukarıda Abdülhamid’in otomobili yasakladığını belirttik; ama yazıyı bitirmeden şunu söyleyelim ki Sultan teknolojiye asla karşı değildi. Orduda ilk bisiklet, motosiklet gibi vasıtaların kullanılmasını istihbarat açısından son derece önemli bulan padişah Batı’daki Renard Katarlarını devletin gündemine alan ilk kişidir.
Charles Renard’ın geliştirdiği bu alet bir çeşit vagonlu traktör olmakla beraber tank teknolojisinin de atası kabul edilmektedir. Tarihin cilvesi midir bilinmez, İngilizler, bu teknolojiyi ilerleterek 8 adet modern tankı Birinci Dünya Savaşı sırasında Gazze’de kullanır. Son derece güçlü zırhı ve korkunç görüntüsüyle bu vasıta Türk askeri tarafından Gazze muharebelerinde durdurulur.
Türk ordusu kısa hendeklerle tuzağa düşürdüğü tankları bir çeşit intihar operasyonuyla infilak eder. İngiliz ordusunun ihtişamını yansıtan bu aletlerden Gazze’ye 8 adet gönderilir. 3 adeti içindeki İngiliz işgalcilerle beraber tamamen havaya uçurulur. Beş tanesi ise kullanılamayacak hale getirilir.
Sultanın otomobil konusundaki endişelerinin merkezinde güvenlik kaygıları kadar ticari nedenler de bulunmaktaydı. Ulaşım vasıtalarının çoğu devlet tekelinde bulunmaktaydı. Otomobil gibi denetim ve kontrolü zor bir vasıta hem ekonomik zararlar verecek hem de devletin ticari hayat üzerindeki egemenliğine büyük zararlar verebilecek potansiyeli sahipti. İstanbul dışındaki vilayetlerde otomobil için istisnalar yapılmışsa da bu aracın ticari amaçlarla kullanımına İstanbul dışında da büyük oranda ruhsat verilmediğini görmekteyiz. Görüleceği üzere İstanbul’un kara ulaşımı her daim devletin başını ağrıtan meselelerden birisi olmuştu.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.