Sayfa yolu
Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Suriye- 14: Suriye ve 1916 Arap İsyanı


27.06.2025 - 15:12 | Son Güncellenme:27.06.2025 - 15:13
Modern Orta Doğu tarihindeki en kritik ve belirleyici gelişmelerin başında, bundan bir asır önce gerçekleşen Arap İsyanı ve sonrasındaki sarsıntılarla birlikte, Arapların Osmanlı Devleti’nden kopuş süreci gelir.
Şerif Hüseyin İsyanı ve Hicaz Cephesi
Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda mücadele ettiği dokuz cephe arasında, temelde kendi tebaasına karşı ayakta kalma mücadelesi verdiği tek cephe Hicaz Cephesi’ydi ki burası Mekke, Medine ve Kudüs gibi İslam’ın mukaddes şehirlerini de içeriyordu. Nitekim Osmanlı hilafetine karşı isyan eden bölgedeki Arapların başında da Hz. Peygamber’in ailesinden Şerif Hüseyin bulunuyordu. Şerif ve oğullarının idare ettiği isyan, bilhassa Kuzeybatı Arap Yarımadası ile bugünkü Ürdün’de bulunan Bedevî kabilelerin destek verdiği bir kalkışmaydı.
Mısır’daki Arap İşleri Bürosu üzerinden İngilizlerle ilişkileri sağlayan ve koordinasyon içinde hareket eden Şerif ve oğulları, İngilizlerden büyük miktarda maddi, lojistik ve silah desteği aldı. İngiliz istihbarat subayları, Arapların Osmanlı ordusuna karşı yürüttüğü gerilla harpleri ve muharebelerde askeri danışmanlık da dâhil olmak üzere isyanın hemen her aşamasında etkili oldu. Keza bilhassa Kızıldeniz liman şehirlerinde Osmanlı birlikleriyle yaşanan çatışmalarda, İngiliz donanması isyancılara ateş desteği sağladı. Bununla birlikte Hicaz Cephesi’nde İngilizlerin başını çektiği İtilaf devletleriyle Osmanlı ordusu arasında askeri bir karşılaşma olmadı; İngilizlerle asıl çatışmalar Kanal Cephesi olarak bilinen Süveyş Kanalı ve civarında cereyan etti.
Şerif Hüseyin ile Britanyalı General McMahon mektuplaşmalarında, Bedevî Araplar isyana teşvik edilip destek sağlanacağı vaat edilirken, Şerif’in temel kazanç hedefi ve ganimet olarak savaş sonrası kendisine verilmesini umduğu şey “Tüm Arapların Kralı” olmaktı. Bunu teminen İngilizlere harita olarak iletip teyit edilmesini istediği topraklar dikkat çekici ölçekte geniştir. Kuzeyde Adana-Mersin’den başlayıp, Birecik, Urfa, Mardin, Midyat, Cizre, İmadiye hattını takip ederek İran sınırına, doğuda İran sınırından İran Körfezi’ne, güneyde Hint Okyanusu’nda Aden’e ulaşan ve batıda Kızıldeniz ve Akdeniz’i takip ederek tekrar Mersin’e ulaşan bölgede bağımsız bir Arap Devleti kurmak. Buna ilaveten kapitülasyonlar kaldırılacak ve Britanya ile bu yeni oluşacak bağımsız Arap krallığı arasında bir savunma antlaşması yapılacaktı. İngilizler bunu mübalağalı ve maksimalist bulacak, zaman içinde başka arayışlara girişecekti.
Bugün bu bölgede 14 bağımsız devletin bulunduğunu ve yeryüzündeki petrol rezervlerinin neredeyse yarısına yakının bu harita içinde bulunduğunu düşününce, bahsedilen coğrafyanın ne kadar büyük ve ehemmiyetli olduğu ortaya çıkar. Benzer şekilde Şerif Hüseyin’in siyasi projesinin ne kadar hırslı ve devasa olduğunu da, rasyonel bir karar verici olarak bu “hazır lokma”yı yutmaya kendisini ehil ve layık gördüğünü ve bundan dolayı isyana kalkıştığını da ortaya koyar bu harita.
İsyanın safahatı ve Osmanlı düzeninin sonu
Tür kaynaklarında “Arap ihaneti, Osmanlıları arkadan vuran hain Araplar” gibi tanımlamalara konu olan isyan, Haziran 1916’da “Osmanlı Hükümeti’nin Müslümanların mukaddes değerlerini çiğnediği ve Arapların haklarının ihlal edildiği” gerekçesiyle Şerif Hüseyin tarafından ilan olundu. Haziran ayının başından itibaren fitili ateşlenen isyan, 10 Haziran’da hükümet konağı ve Osmanlı kışlalarına saldırıyla ilerledi ve bir aya kalmadan Mekke müdafaası çöktü. Medine’de ise Fahrettin Paşa’nın inatçı mukavemeti, şehrin yaklaşık 2,5 sene boyunca isyancı Arapların eline geçmesini önledi, fakat Irak’taki Kut’ül Amare muharebesi gibi bu direniş de savaşın nihai gidişatını değiştirmeye yetmedi.
Mekke’nin ardından Cidde üzerinden Kızıldeniz limanlarına yönelen Şerif’in emrindeki isyancılar birkaç hafta içinde Cidde, Yenbu ve Rebiğ limanlarını ele geçirdi. Bu sırada kıyıdaki Türk tahkimatlarının İngiliz savaş gemilerince yoğun ateşe tutulduğunu ve Arapların ilerleyişinde bu ateş desteğinin kritik olduğunu kaydetmek gerekir. Limanların kontrolü sağlanınca İngilizlerle lojistik bağlantısı daha kati olarak kuruldu ve düzenli askeri birliklerin ortaya çıkma süreci hızlandı, kazanılan başarılar da mütereddit Arap kabileleri ikna etmekte rol oynadı. 1916’nın Ekim’inden itibaren meşhur “Arabistanlı Lawrence” da dâhil olmak üzere İngiliz istihbarat subayları askeri danışman vazifesiyle, İngiliz ordusuyla muhaberede, ayrıca Emir Faysal’ın isyancı ordusunun Osmanlı ordusuna karşı ilerleyişinde kritik konumda oldu.
Fakat Medine’yi ele geçirememek isyancı birliklere pahalıya mal oldu; Fahrettin Paşa (isyana katılmayan Arap kabilelerin de desteğiyle), Medine’den çıkarak Kızıldeniz kıyısındaki stratejik limanları ele geçirmeye girişti. Ayrıca Hicaz demiryolu boyunca Osmanlı takviyelerinin ulaşımında bu istasyonlar aktif olarak kullanılabildi. Ancak İngiliz donanması mukabele ederek Osmanlıların bu hamlelerini püskürttü. Emir Faysal ve Lawrance’ın birlikte kuzeydeki Vecih limanını ele geçirmesi, pek çok dengeyi değiştirdi. Bu adımdan itibaren Hicaz Demiryolu sürekli olarak sabotaja uğradı, sürekli surette bomba ve dinamitli saldırılarla işlemez hale getirildi. İsyandan tam bir sene sonra, Haziran 1917’de stratejik Akabe Limanı’nın ele geçirilmesi, isyanın potansiyelini İngilizlere de gösterdi.
Bu esnada İngiliz ordusunun Ekim 1917’de kazandığı Üçüncü Gazze Muharebesi’nde (Birüssebi, Beersheba) Gazze’nin düşmesi, sahadaki dengeleri geri dönülmez biçimde değiştirdi. İngiliz ordusunun kuzeye doğru ilerleyişine paralel şekilde, Emir Faysal-Lawrence denetimindeki Arap birlikleri de hızla Ürdün üzerinden Suriye’ye doğru ilerlemeye başladı. Biri düzenli İngiliz ordusu, diğer Arap Bedevî süvari birliklerinin gerilla harbine uygun savaşçılarından oluşan iki harekât da bu adımdan sonra paralel şekilde yürütüldü ve birbirine güç vererek sonuçta Osmanlıların nihai hezimetine yol açtı.
Bu andan itibaren Osmanlı birlikleri her iki harekat boyunda da sürekli geri çekildi ve artık Şam’a hangi gücün önce gireceğine dair adı konmamış bir rekabet başladı; 1 Ekim 1918’de (yani Osmanlı’ya diz çöktüren Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sadece 30 gün önce), şehrin bir yanından Faysal’ın isyancı ordusu Şam’a girerken, diğer yandan da İngiliz ordusunun Avustralyalı hafif süvari birlikleri şehrin işgaline girişmekteydi. Böylece Haziran 1916’da başlayan Arap İsyanı tam 26 ayda, İngilizlerin stratejik desteğiyle birlikte, Orta Doğu’daki dört asırlık Osmanlı hâkimiyetini sona erdirecek şekilde başarıya ulaştı.
Araplar “kandırılmış” mıydı?
II. Abdülhamid döneminde İstanbul’da göz hapsinde tutulan Şerif Hüseyin, 1908 Meşrutiyeti’nin getirdiği yeni atmosferde aynı sene, Şerif Ali Paşa’nın yerine Mekke (ve Hicaz) Şerifi olarak atanmıştı. 1915-1916 yıllarında Kahire’deki Mısır Müstemleke İdaresi Yüksek Komiseri Britanyalı General Henry McMahon ile seri bir muhabere içine giren Şerif, Haziran 1916’da Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ettiğini bildirdi. Şerif’in İngilizlerle haberleşmeden ve isyandan önce de Hicaz’a atanan yeni valiyi 1914 ilkbaharında bölgeye sokmaması ve mahalli aşiretleri başkaldırıya teşvik girişimleri, “İngilizler tarafından kandırıldığı” iddialarını önemli ölçüde boşa düşürür.
Kendi okumalarım ve lehte/aleyhteki argümanları tetkikten sonra görebildiğim tablo şudur: Şerif ve oğullarının siyasi ihtirasları vardı, bunu için önce 1908 Meşrutiyet’i sonrasında Osmanlı Meclisi içinde kendilerini güçlendirecek siyasi bir çözüm aradılar. Ancak var olan milliyetçi eğilimler ve aydınlar arasındaki ayrılıkçı ajitasyona ilaveten, İttihatçıların merkezileşme yönünde dizginleri sıkması ve Arapların Türklere tâbi vaziyette kalacağının anlaşılması üzerine ayrılık yönündeki eğilimler güçlendi. İngilizlerle temaslar ve destek vaadinin yanında, bölgedeki diğer Arap mahalli liderlerle aralarındaki sorunlar ve dış destek arayışları, Kızıldeniz kıyısında yer aldıkları için Mısır’daki İngiliz idaresiyle coğrafi yakınlık ve süreklilik arz eden temasları da bu karar sürecinde rol oynamıştır.
Ancak açık ve net olan husus şudur: Şerif Hüseyin de oğulları da İngiliz altınlarıyla gözü kamaşacak kadar toy, muhakeme yoksunu ve tecrübesiz kişiler değil. İsyan da bir anlık boş bulunmayla girişilmiş fevri bir hamle değil. Bilakis, Şerif ve oğulları rasyonel aktörler olarak, çöküş sürecindeki bir imparatorlukta tâbi vaziyette bir ikincil unsur olmaktansa, bölgeyi ve küresel düzeni hâkimiyeti altında tutan Britanya’nın (ve dolayısıyla Fransızların) destek ve himayesinde müstakil (fakat ne kadar “bağımsız” olduğuysa tartışılır) bir Arap krallığı kurmayı daha makul ve tercih edilir buldular. Nitekim kendi iradelerini de mahalli aktörleri ikna etmek ve savaşı sürdürmek yönünde kullandı ve bu idealin sonuna kadar peşinde koştular. Bu açıdan “kandırılma, çil çil altınlarla gözlerinin kamaştırılması” vs. söylemlerinin herhangi bir geçerliliği olduğunu düşünmüyorum.
Ancak tüm parametreleri kontrol edebilecek durumda değildi Şerif Hüseyin; ne Arapların tamamından beklediği desteği alabildi, ne de İngilizlerle başta anlaştığını düşündüğü ganimeti elde edebildi. Ekim 1918’de oğlu Emir Faysal Şam’ı ele geçirdikten sonraki gelişmelerden ve bilhassa savaş sonrası oluşan düzenden fevkalade rahatsız oldular ve hayal kırıklığına uğramış halde kaderlerini belemeye başladılar.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.