Cape Coast Kalesi: Gana’da Tarihin Karanlık Kapısı

Araştırmacı Esin Güzel, Gana’da yer alan Cape Coast Kalesi üzerinden sömürgecilik, transatlantik köle ticareti ve bu sürecin insanlık tarihindeki karanlık izlerini Fokus+ için inceledi.
Esin Güzel
Cape-Coast-Kalesi--Gana’da-Tarihin-Karanlık-Kapısı

27.06.2025 - 14:58  |  Son Güncellenme:29.06.2025 - 16:00

Cape Coast Kalesi, Batı Afrika kıyısında yükselen ve tarihin en sistematik insan ticaretinin önemli merkezlerinden biri haline gelen yapıdır. Sadece taş ve harçtan ibaret olmayan bu kale, 1500’lü yıllardan itibaren yaklaşık 400 yıl boyunca sömürgeci güçlerin etkisiyle dünya tarihine damgasını vuran trajik bir mirasın somut simgesidir. Portekizlilerin bölgeye ayak basmasıyla başlayan süreç, İsveç, Hollanda ve İngiltere İmparatorluğu’nun egemenliği altında insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşamıştır.

Sömürgeciliğin gerçek yüzünü, altın ticaretinden başlayarak köle ticaretine, ardından misyonerlik faaliyetleriyle devam eden sömürge idaresine uzanan derin yapısını ortaya çıkaran bir belge niteliğindedir. Bugün başta Afro-Amerikalıların ve Afrika diasporasının olmak üzere dünyadan pek çok insanın ziyaret ettiği kale, geçmişi saklayan değil geleceği şekillendiren bir işlev taşımaktadır. 

Gana’da sömürgecilik yarışı 

Gana’daki Cape Coast Kalesi’nin temelleri 16. yüzyılın ortalarında, Portekizli denizcilerin Batı Afrika kıyılarına ayak basmasıyla atıldı. O dönemde “Cabo Corso” olarak anılan bu kıyı şeridi, Atlantik’in önemli ticaret koridorları üzerinde stratejik bir konuma sahipti. Başlangıçta küçük bir ticaret karakolu olarak kurulan kale; altın, fildişi ve diğer değerli doğal kaynakların Avrupa pazarlarına taşındığı bir üs haline geldi ancak Portekiz’in bölgede kalıcı olamaması, kalenin el değiştirmesi sürecini başlattı. 

17.yüzyılın ortalarında İsveç, bölgeyi kontrol altına almak için girişimlerde bulundu ve 1653 yılında İsveç Afrika Şirketi’nin temsilcileri, kale üzerine yeni bir yapı inşa etti. Bölgedeki etki ticaretle sınırlı tutulmaya çalışılsa da bu çaba uzun ömürlü olmadı. Diğer Avrupalı güçlerin baskıları sonucunda kale çok geçmeden Hollandalıların dikkatini çekti. 1657 yılında Hollandalılar Cape Coast’a saldırdı ve İsveçlileri kale dışına iterek kontrolü ele geçirdi. Ancak bu dönem de geçici oldu, 1664 yılında İngilizler kaleyi nihai olarak ele geçirdi. Burada kalıcı şekilde varlık göstermek isteyen İngilizler için Cape Coast Kalesi, İngiltere’nin Batı Afrika’daki en önemli sömürge karakolu haline geldi. Dolayısıyla yapısal ve askeri güçlendirmelerle kaleyi yeniden düzenleyip zindanları genişlettiler. Komutanlık binası, kilise ve iç liman yapıları inşa edildi. Böylece İngiltere’nin transatlantik köle ticareti başladı. Kalenin el değiştirme süreci, Avrupalı devletlerin bölgesel güç savaşları ve sömürgecilik stratejilerinin evrimini de gözler önüne serer. Her yeni yönetim kaleye başka bir işlev, başka bir anlam ve başka bir zulüm biçimi yükledi. Portekizli altın tacirlerinin bıraktığı izleri, İsveçli kolonizatörler ticaretle şekillendirdi; Hollandalılar kaleyi güçlendirdi, İngilizler ise sistemli köle ticareti için kurumsallaştırdı. Ancak ortak bir miras bıraktılar, acı ve adaletsizlik.  

Mimari açıdan Cape Coast Kalesi, dönemin Avrupa kaleleriyle bazı yapısal benzerlikler taşısa da fonksiyonel açıdan derin farklılıklar barındırır. Yukarı kısımlarda yöneticilerin konutları, kiliseler ve resmi salonlar bulunurken; aşağıda havasız ve karanlık zindanlar yer alırdı. Beyaz Avrupalılar Tanrı ve yasal otorite adına yukarıda yaşarken, Afrikalılar zincirlenmiş halde zindanlarda tutulurdu. Bu dikey ayrım itaat ve kontrolün sembolü olarak, sömürgeci ideolojinin fiziksel düzenlemeye ve mekana yansımasıdır. Yapılan tadilatlar arasında zindanların havalandırma sistemlerinin iptal edilmesi gibi tutsakların direncini kırmaya yönelik uygulamalar yer aldı. İngilizler kaleyi ele geçirdikten sonra içine bir Anglikan kilisesi inşa ederek, Hristiyanlığın emperyalizm ile iç içe geçtiğini gösterdi ve misyonerlik faaliyetleri hız kazandı. 

Medeniyetin gerçek yüzü 

Cape Coast Kalesi, Batı Afrika kıyılarında yükselen sıradan bir kolonyal yapıdan çok daha fazlasıdır; insanlık tarihinin en sistematik suçlarından birinin merkezine dönüşerek, görünüşte bir liman karakolu ya da askeri üs gibi dursa da, kalın taş duvarlarının ardında yaşananlar, dünyanın dört bir yanına yayılmış milyonlarca acının başlangıç noktasıdır. Afrika’nın iç kesimlerinden yakalanan insanlar, zincirlerle sürüklenerek bu kaleye getirilir, burada haftalarca havasız, karanlık, nemli zindanlarda tutulurdu. Metalaştırma kavramı her ne kadar 20.yüzyılda ortaya çıksa da, Cape Coast’ta yıllar önce başlamıştı. Artık burada tutulan Afrikalıların kimliği ve ismi yoktu, sadece sayıları vardı.  

Kadın ve erkek zindanlarının ayrıldığı bu yapıda, ortalama 1000-1500 kişi aynı anda, oksijensiz ve hijyenden yoksun şartlarda tutuluyordu, her gün işkence ve hastalık sebebiyle ölen birçok insan vardı ancak sessizlik hücresinde yaşananlar şiddetin boyutunu değiştiriyordu. İtaat etmeyenler burada açlık ya da susuzlukla ölüme terk ediliyordu. Hayatta kalmayı başarabilmiş olanlar ise kaleye geminin yanaşmasıyla dar tünelden geçerek (İngiliz askerlerinin bu insanları gemiye götürürken bile yeryüzüne çıkarmamalarının sebebi oluşabilecek herhangi bir isyan durumunu önlemek içindir zira Afrikalı halk tüm zorluklara rağmen hala güçlüdür) geri dönmemek üzere zincirlenmiş halde gemilere bindirilerek Avrupa’ya ve Amerika kıtasındaki plantasyonlara doğru, ölümle yarışan bir yolculuğa çıkarılırdı. Gemilerdeki yaşam koşulları da kalenin zindanlarından farksızdı. Daha fazla insanı götürebilmek amacıyla günlerce aç bırakılan Afrikalıların pek çoğu karaya ulaşamıyordu. 

İngiltere’nin 1807 yılında köle ticaretini yasaklamasının ardından sembolik olarak insan ticaretinden vazgeçildi ancak kaçak yollarla yapılan sevkiyatlar bir süre daha devam etti.  Cape Coast Kalesi 1821’den itibaren İngiliz Batı Afrika kolonisinin başkenti oldu ve buradan yürütülen sömürge politikaları eğitim, dil, din ve kültür üzerinden şekillendi. Köle ticaretinin yasaklanmasının ardından bu karanlık geçmiş, 20. yüzyılda tarihçiler ve insan hakları aktivistleri tarafından daha fazla sorgulanmaya başladı. Gana’nın 1957’de bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte, kale milli hafızanın bir parçası haline geldi. 

1973 yılında Kanadalı arkeolog Doig Simmonds, Cape Coast Kalesi’ndeki kazı çalışmalarıyla, Atlantik köle ticaretine dair sessiz kalan fiziksel gerçeklikleri gün yüzüne çıkardı. Ekibiyle birlikte yaptığı kazılar özellikle kalenin erkek zindanlarına odaklandı. Simmonds’un amacı, bu alanlarda mimari bir analiz yapmak değildi, burada yaşanmış olan insanlık dışı deneyimlerin arkeolojik izlerini keşfetmekti. Kazı sırasında organik tabakalar olarak adlandırılan, çeşitli biyolojik atıklardan oluşan kalın bir dolguya rastlandı. Bu katmanlar, insan dışkısı, idrar, yemek artıkları ve kandı. Zindan zeminine yerleşmiş olan kalıntılar, orada tutulan kölelerin yaşam koşullarının ne kadar kötü olduğunu doğrudan fiziksel olarak kanıtladı. Özellikle bu yoğun organik atık katmanları, kölelerin bu zindanlarda çok uzun süre tutulduğunu ve temizlik yapılmadan, üst üste binmiş hayatların nasıl çürümeye terk edildiğini gözler önüne seriyordu.

UNESCO, 1979 yılında Cape Coast Kalesi’ni Dünya Mirası Listesi’ne almıştır. Günümüzde bu yapı transatlantik köle ticareti, sömürgecilik ve insan hakları ihlallerinin en somut örneklerinden biri olarak müze, anıt ve hafıza alanıdır.