Asya’da Rüzgârın Çocuklarının Gözünde Hala Osmanlıyız…

14.02.2025 - 16:43 | Son Güncellenme: 02.09.2025 - 15:21
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Asya seyahati hayli ilginç görüntülere sahne oldu. Akşam yemeğinde mehter çalındı, hatta Malezya lideri Enver İbrahim’in popüler bir kadın şarkıcımızın şarkısını alıntılayarak bir internet paylaşımı yapması fazlasıyla dikkat çekti.
Aslında buradaki temel arıza Asya’daki tarihsel bağları ve karşılıklı teveccühü bilmemekten kaynaklanıyor. Tarihimizin bidayetini 1923’lerden itibaren başlatan akıl; Türk halkının Mısır, Tunus, Cezayir, Trablusgarp, Suriye, Irak, Yemen ve Filistin gibi burnumuzun dibindeki gönül coğrafyalarıyla dahi rabıtasını kestiğini göz gönüne aldığımızda Osmanlı’nın siyasi hinterlandına giren Endonezya, Malezya gibi payitaht muhibbi kardeşlerimizin duyduğu derin muhabbete şaşırması gayet normal bir durum olarak karşımıza çıkmakta. Buyurun rüzgârın çocukları ile kurduğumuz tarihsel geçmişe yakından bakalım.
Osmanlı’nın ileri karakolu: Açe Sultanlığı
İstanbul ile doğrudan ve güçlü siyasi temas kuran en uzak İslam devleti Açe Sultanlığı oldu. Portekizliler, Mekke’ye giden bir Açe gemisini batırıp 500 hacının ölümüne neden olunca Açe Sultanlığı, İstanbul’un dikkatini çekti. Lütfi Bey hem konuyu hem de Açe Sultanlığını araştırmak üzere görevlendirdi. Lütfi Bey’in aktardığına göre büyük adaya bağlı adacıklardan oluşan bölgede bulunan Açe, Cuma hutbelerinde Osmanlı padişahının da adını geçiriyordu. Bu tavır, son derece teveccüh ile karşılandı. Bu gelişmeler sonrası Açeliler, İstanbul’a bir elçi göndererek meramlarını aktardı. Bölgede Portekizlilere karşı direndiklerini ve İslam’ı yaymak için yaptıkları çalışmaları Osmanlı padişahına aktardılar.
Gözden Kaçmasın
Osmanlılar varlıklarından bile yeni yeni haberdar oldukları Açe Sultanlığının Osmanlı padişahı adına hutbe okutmasına, İslami konudaki hassasiyetlerine ve Portekizlilere karşı amansız mücadelelerine hem şaşkınlık hem de hayranlıkla mukabelede bulundu. Padişah, ağır topların da bulunduğu silahlı yardımı Lütfi Bey vasıtasıyla Açe Sultanlığına ulaştırdı. Bu yardımlardan kısa bir süre sonra Açe bölgedeki güçlü devletler arasına girerek sınırlarını hayli genişletti. Bunun üzerine Osmanlı Padişahına gönderilen bir başka mektupta Açe Sultanı şunları yazacaktı:
“Bu tarafa bir donanma ve gerekli silahları gönderirseniz, Portekiz'in yok olacağına dair söz veriyoruz. Bu bölgedeki Hindistan’daki hükümdarlar Portekiz'in yardımını talep etmektedirler ancak biz sadece sizden yardım talep ediyoruz. Majesteleri kaleleri yıkacak birtakım başlıkçalar (savaş başlıkları) ve savaş topları gönderebilir mi. Lütfi Bey ve adamlarını çok sevdiğimizden onları tekrar buraya göndermenizi rica ediyoruz. Bizim bölgemiz ve Hindistan hakkında oldukça fazla bilgiye sahipler ve buraları görmüş bu yerlerin durumundan haberdarlar. Buraya gönderdiğiniz kişilere bizim buradaki emirlerimize uymaları gerektiğini hatırlatır mısınız? Osmanlı'nın başkentinden gönderilen topçular buraya selametle ulaşmıştır ve bizim gözümüzde onların yeri çok yücedir. Buraya birtakım yetenekli kale zanaatkarları, atlar ve kalyonlar da gönderilmesini rica ediyoruz. Buranın hizmetkarı, Hüseyin, büyük sarayınız önünde eğilmek üzere İstanbul'a gönderiliyor.''
Açe Sultanı, İstanbul’a gönderdiği elçi vasıtasıyla Padişah II. Selim’e “Açe sizin bir köyünüz ve ben de sizin hizmetkarınızım” sözleriyle Osmanlı’ya sadakatini sunmuştu. Osmanlı Padişahı yalnız silah yardımı ile sınırlı kalınmamasını ve bir donanma oluşturularak Portekizlilerin Uzak Asya’dan tamamen sürülerek Açe’nin güvenliğinin sağlanmasını istedi. Bu sırada Yemen’de çıkan bir isyan donanmanın oluşturulmasını ve bölgeye gönderilmesini engelledi. Buna rağmen ağır silahlar ve askeri uzmanlar taşıyan iki savaş gemisi Açe Sultanlığına gönderilerek bölgedeki gücü tahkim edildi.

Kanuni sultan Süleyman döneminde başlayan Açe ile ilişkiler II. Selim döneminde en üst düzeye çıkartılmıştı. Açe, Osmanlı’nın desteği öncesi küçük bir vilayetken bölgenin önemli bir gücü haline gelmişti. Açeliler bugün Malezya sınırlarında bulunan Malakka’ya fetih gerçekleştirdiğinde 300 gemi ve 15 bin Türk denizcinin Açe Sultanlığı altında savaştığını dönemin Batılı kaynakları zikretmektedir. Böylece Müslümanlar Malezya’da hâkim güç konumuna geldi ve Açe Sultanlığı artık Portekiz’in varlığını tehdit eden bir unsura dönüşmüştü.
Portekizlilerin yerini Hollandalılar aldı
Açe Sultanlığı Portekizlilere karşı varlığını bir şekilde korumayı başardı; ama 19. Yüzyıla gelindiğinde bu kez başka bir Batılı düşman olan Hollanda bölgeye tasallut oldu. Hollanda önce Minangkabau’yu işgal etti ve ardından Sumatra’ya doğru ilerledi. Açeliler son çare olarak eski dost Osmanlı’dan 1837 senesinde yardım talep etti.
Osmanlı Devleti’nin vaziyeti iyi değildi. Batılı devletler üzerinde tahakküm kurmuş durumdaydı. Bu yüzden eski günlerdeki gibi bir yardım göndermesi halinde Avrupalı sömürgecilerin gadrine uğramaktan çekiniyordu.
1873 yılında Hollanda bölgede katliamlara başladığında Açe Sultanı Mahmut, Osmanlı Padişahı Abdülaziz’den meseleye el atamasını istedi; fakat ne yazık ki Osmanlı yine harekete geçmedi. 1891 yılına gelindiğinde bu kez tahtta Sultan Abdülhamit bulunuyordu. İslamcılık ideolojisine ve hilafete inanan İkinci Abdülhamit, konunun daha ciddiyetle ele alınmasını hükümetten istedi.
Açe Sultanlığı artık Osmanlı padişahı ve halife Sultan İkinci Abdülhamit’ten yalnızca yardım istemiyordu. Hollandalılara, bölgedeki diğer ülkelerin aksine, kanının son damlasına kadar direnen Açeliler; Osmanlı padişahından Açe Sultanlığını doğrudan Osmanlı’ya bağlamasını ve Hollandalılara karşı vatan savunması yapmasını talep ediyordu.
Sultan Abdülhamit’in konuyu ciddiyetle hükümete sevk etmesi İslamcı aydınlar arasında da heyecan yarattı. Oysa Balkanlar kanayan bir yaraydı ve savaşın eli kulağındaydı. Osmanlı’nın Açe Sultanlığı için Batılı güçlere karşı harekete geçmesi demek Çarlık Rusya’sı gerçeği ile karşı karşıya yalnız olarak kalması demekti. Bu yüzden geçmiş bağları vurgulayan sembolik mektuplar gönderilerek bu talep kabul edilmedi.
Yine de Abdülhamit tarafından Açelilere el altından silah sevkiyatı yapıldı. Onlar da Hollandalılara karşı destansı bir mücadele yürütse de büyük katliamlar, abluka ve açlık sonucu Asya’nın kahraman halkı Açeliler teslim oldu. Onların bu mücadelesi Malezya’nın milli kimliğini oluşmasına katkı sunarken Hollanda’nın bölgede büyük bir güç ve prestij kaybına uğramasına neden oldu.
Malezyalılarla ‘kız alıp vermişiz’
Malayların, -asırlardır doğrusu hak edip etmediğimizden tam anlamıyla emin olamadığım- bir Türk muhabbeti bulunmaktadır. Halk şiirlerinden atasözlerine kadar Anadolu Türk sultanları yiğitliğin, İslam’ın koruyuculuğun mücessem imgesi halini almıştır.
Sultan İkinci Abdülhamit’in iktidarının ilk yıllarında Malezya siyasetinin önemli isimlerinden Johor Sultanı Ebubekir İstanbul’a geldi. Tahta çıkalı henüz birkaç sene olan Sultan İkinci Abdülhamit, 1877-1878 yılında Ruslar karşısında devletin aldığı ağır yarayı yakından müşahede etmişti. Gördüğü manzara karşısında dehşete düşen padişah, devletin İttihad-ı Muhammedi anlayışından başka bir kurtuluş yolu olmadığını düşünüyordu. Bu anlayış Osmanlı’yı önce Balkanlara ardından da Anadolu’ya hapsetmeyi arzulayan Batılı devletler için endişe verici bir ideolojiydi. Padişah Abdülhamit’in sıkı sıkı sarıldığı bu fikir, kısa sürede Osmanlı padişahlarını Düvel-i Muazzama elçilerinden rica minnet kaleme alınan notaların kâtibi olmaktan çıkartarak Çin’den Endonezya’ya Ekvator’dan Libya çöllerine İslam aleminin Reis-i cumhuru konumuna getirmişti. Alman İmparatoru basit bir boks müsabakasından çıkan hadiseleri bastırmak adına dahi Sultan Abdülhamit’ten heyet-i nasihat göndermesini isteyecek ve çok uzaklardaki Japonlar dahi kendi coğrafyalarındaki İstanbul ilgisini incelemek üzere askeri seyyahlar göndererek Türklerin dini ve içtimai yapısını anlamaya çalışacaktı. 
Sultan Ebubekir de İstanbul’a geldiğinde padişahın yakın alakasına mazhar oldu. Padişah birçok dini eserin yanı sıra Jahor Sultanına saraydan yetişmiş bir Çerkes cariye hediye etti. Bu dönemde saraydan yetişen veya Çerkes kökenli isimlerin yaptıkları evliliklerin sonraki yüzyıl siyasetine etkileri kendi başına bir yazı konusunu ihtiva etmektedir. Suud sarayına modern dönemde damgasını vuran İffet Hanım da Çerkes gelinlerden birisidir. Ayrıca Siyonist Yahudiler de sanki Çerkes İstanbullu gelinlerin modern siyasetteki etkisini kırmak istercesine İngiliz pasaportu taşıyan Yahudi kızlarını bilhassa Arap prensleriyle evlendirme yarışına girmesi hiç de tesadüfi bir vaziyet değildir.
Sultan Ebubekir’in İstanbul’dan aldığı cariye Rukiye Hanım’dır. Onu kardeşi Ungku Abdul Majid ile evlendirir. Sultan Ebubekir de Rukiye Hanım’ın ablası Hatice Hamımla evlenir. Rukiye Hanım eşinin vefatı sonrası Dato Jafaar Haji Mohamad gibi Malezya tarihindeki önemli isimlerden birisi ile de evlenir.
Bahsi geçen evliliklerde dünyaya gelen belki de en önemli çocuk Rukiye Hanım’ın oğlu Onn Cafer olacaktı. Onn; İngiliz ve Çin hegemonyasına sıkışmış Malezya’ya bağımsızlık fikrini aşılayacaktı. Bu uğurda sürgün edilecek, İngilizlerin baskısını ensesinde duyacak ama yine de bağımsızlığa giden yolun fikri temellerini atacaktı. Onn 1962 yılında hayatını kaybettiğinde bu kez Rukiye Hanım’ın torunu Hüseyin Onn 1976 yılında Malezya Başbakanlığına gelecek ve bu görevi yaklaşık 5 sene yürütecekti.
Bugün biz çok ilgilenmesek de Malezyalılar, Rukiye Hanım’ın mirasına sahip çıkmaktalar ve Rukiye Hanım da bu mirası benimsemiş olacak ki oğullarına Abdülaziz ve Abdülhamit isimlerini koyacaktı. Bugün Malezyalı aydınlar onun menşei ve mirası hakkında birçok akademik çalışmalar yapmayı sürdürmekteler. Hatice Sultan’dan doğan birçok isim ve torunları da Malezya için sayısız hayırlı işe vesile oldular. Enver İbrahim başta olmak üzere Malezyalılar ve diğer Uzak Asyalı halkların Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a duydukları muhabbetin arkasındaki temel neden, geçmişte bizden daha güçlü bir hafıza atlasına sahip olmalarıyla açıklanabilir. Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan, onlara fazlasıyla hayran oldukları payitaht idarecilerini anımsattığı su götürmez bir gerçektir. Asya’da rüzgârın çocuklarının gözünde hâlâ Osmanlıyız.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.





