Yazar Ali Emre: "Tarihi Roman Yazmayı Bir Ödev Olarak Görüyorum"

Şair ve yazar Ali Emre, tarihi romanı yalnızca edebi bir tür değil, aynı zamanda bir sorumluluk olarak görüyor. Ona göre tarih, bugünü ve yarını şekillendiren canlı bir hafıza alanı. “Mağribli Güvercin – Fatıma Fihri”de kadın öncülüğünü öne çıkaran Emre, Zengi–Selahaddin–Baybars üçlemesinde ise adalet ve birlik fikrini bugüne taşıyor. Amacı, geçmişi hamasetle yüceltmek değil; unutulan kahramanlardan ilhamla kimliği onarmak ve yeni bir istikamet göstermek.
Fokus+
250912ZK_Web_R%C3%B6portaj_Kapak_-_Yazar_Ali_Emre-__Tarihi_Roman_Yazmay%C4%B1_Bir_%C3%96dev_Olarak_G%C3%B6r%C3%BCyorum__(R%C3%96PORTAJ).jpg

12.09.2025 - 15:38  |  Son Güncellenme: 12.09.2025 - 15:53

Şair ve Yazar Ali Emre, edebiyat ile tarihin kesiştiği noktayı yalnızca estetik bir alan değil, aynı zamanda bir sorumluluk sahası olarak görüyor. Ona göre tarih, geçmişte olup bitmiş ve artık tozlu raflara kaldırılmış bir vakıalar yığını değil; aksine bugünün düşüncesini ve yarının tasarımını şekillendiren canlı bir laboratuvar. Hafıza ile irtibatı kopan toplumların kolektif bilincini diri tutamayacağını, zor zamanlarda kenetlenemeyeceğini vurgulayan yazar, bu nedenle tarihi romanı bir “ödev” olarak değerlendiriyor.

Emre’nin eserlerinde bu bakış açısının somut karşılıkları mevcut. “Mağribli Güvercin – Fatıma Fihri” romanında dünyanın ilk üniversitesini kuran, hayır ve ilimle şehri dönüştüren Fatıma Fihri’nin hikâyesini bugünün okuruna taşıyor. Onun bilge, sabırlı ve öncü kişiliğini özellikle genç kızlar için bir ilham kaynağı olarak sunuyor. Daha önce kaleme aldığı Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubi ve Baybars üçlemesinde ise yalnızca askerî başarıları değil, aynı zamanda adalet, ahlak ve birlik fikrini öne çıkarıyor. Bu romanlarla unutulmuş kahramanların sesini bugüne taşırken, aynı zamanda yeni bir kolektif bilinç inşa etmeyi amaçlıyor.


Tarihin bir hafıza inşası olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Tarihsel gerçekliğin sanat yoluyla ele alınması ise şüphesiz bu hafıza inşasında fazlasıyla etkili bir rol oynuyor. Bu açıdan tarihi romanlar, ortak kültürümüzü hafızalarda canlı tutarak toplumsal kimliğimizi nasıl şekillendirir?  

Tarih, kendisiyle işlek ve süreğen irtibatlar kurduğumuzda hem günümüzün kimyasına karışan hem de gelecek tasarımımızı şekillendiren bir alan. Ocağı sönmeyen bir laboratuvar. Diyagonal ve uyarıcı sekmeler içeren bir ibret yumağı. Rakımı büyük bir maliyet eşliğinde yükseltilmiş bir tecrübe dağı. Geçmişindeki kurucu hatta yıkıcı aktörleri bir dikkat eşiği gözeterek yaşadığı zamana taşımayan bir toplum, kolektif bilincin sönümlenmesini engelleyemez. Denenmiş refleksler edinemediği için zor zamanlarda kenetlenemez. Kendini sevmekte ve önemsemekte zorlanır. Çerçöple uğraşır. Sahnede yer alma istek ve istidadını yitirir.

İster makul ister mübalağalı olsun; modern dönemlerde, müşterekleri çoğaltılmaya çalışılan yaşama biçimi, devlet tasavvuru, kimlik ve istikamet arayışı, müfredat ve beka tasavvuru hep tarihe yaslanılarak kurgulanmıştır. Mazinin geniş avlusundaki zayıflatıcı marazlara, bölücü eğilimlere, yozlaştırıcı profillere dikkat çekilmiş; değer ve dirilik aşılayan unsur ve figürler ise rehberlik dairesine transfer edilmiştir.

İnsanın örneği, başka bir insan elbette. Güzellerin, güzidelerin, insan hazinelerinin üzerinde uyuyoruz biz. Hep söylüyorum bunu. Unutkanlık veya boş vermişlikle malulüz. Unutan insan, uyanmaz. Unutan insan, uslanmaz. Unutan insan, umutlanmaz. Umudun yeşermediği yerde de kafanın ve kalbin ışıkları söner. Kötürümleşme ve kitlesel çürüme başlar, sömürüye zemin hazırlayan bir şuur kaybı sökün eder. Hafıza ve hatıra aksı kağşayınca, gündelik meşguliyet trafosu da zararlı enerji kanallarının istilasına maruz kalır.  

Bence bir varlık ya da vakanın kendisinden, kendi gerçekliğinden sonra en değerli, en kıymetli tarafı; onun edebiyatla, sanatla anlatılmış biçimidir. Hatta bazen sanat veriminin, esas aldığı gerçeği tek başına temsil ettiği bile olur. Akif’in Çanakkale şiiri böyledir sözgelimi. Asıl yitiğimizin cevval ve muhkem bir tefekkür gayreti ile, insanı ve hayatı imar eden bu estetik dinamizm olduğunu düşünüyorum. Tarihi romana da bu dikkat ve istekle bakıyorum. 

Muradımız kuru hamaset değil; maziye kafamızı banmak, oradan bir övünç listesi çıkarmak faydasız. Günümüzde de aklımızı başımızı getirecek, evimizi ve kimliğimizi sıhhate kavuşturacak reçeteyi arıyoruz. Bizi sağlam ve bütünlüklü kılacak çimentonun, koruyup tamamlayacak ahlak ve adalet hisarının peşindeyiz. Yolu ve yoldaşı bir an önce üryan kılmanın derdindeyiz. Bu, aynı zamanda Kur’an’ın da geçmişi anlatma biçimidir.  

Allah, günleri aramızda döndürür. Değişim ve yenilenmenin içinde döneniriz. Tarihin şaşırtma hüneri de asla bitmez. Yeter ki biz onun ıslah ve tashih ettiği sahneye çıkmaktan korkmayalım. Çıktığımızda titremeyecek dizlere, tutulmayacak dillere sahip olalım. Hamle gücünü ve sırasını şaşırdığımızda, bize arkadan sufle veren birileri olsun. O sufle, tarihtedir işte. Onu bilhassa genç yahut yeni öznelere aktarmada tarihi roman da biçilmiş kaftandır. 

Soruda geçtiği üzere hafıza inşası sadece bir koruma çabası, karartılanı ışıklandırma, kaçırılanı kurtarıp açığa çıkarma gayreti değildir; aynı zamanda bir kurma eylemidir. Tevhiddir. Tealidir. Terakkidir. Hedonizm, nihilizm ve sekülarizmin de panzehridir. Yaşayışını önemseyen, idealleri olan, imtihan ve ahiret bilincini gözeten uyanmış ve adanmışlara feneri gecikmeden göstermek, sireni de yitip gitmeden işittirmektir. İşin edebi lezzetinin yanında, güzel işlerin arısı olabilecek insanların azığını ve yol bilgisini bir an önce hazır etmektir.  


Son romanınız “Mağribli Güvercin – Fatıma Fihri”, tarihte önemli bir kadın figürü merkeze alıyor. Dünyanın ilk üniversitesini kuran Fatıma Fihri’yi anlatma fikri nasıl doğdu? Bu roman aracılığıyla günümüz okuruna hangi mesajı ya da ilhamı vermek istediniz?

Daha çok erkekler tarafından yazılan tarih, kadın kahramanları aktarmada yeterince cömert değil ne yazık ki. Ben öteden beri şiirlerimde, portre yazılarımda, tarihi romanlarımda kadınlara yer vermeye çalıştım. Fatıma Fihri de araştırmalarım esnasında karşılaştığım, tanımaktan büyük mutluluk duyduğum bir isimdi. İkinci Hatice olarak nitelendirdiğim bu önder; sadece Müslümanların değil, insanlık tarihinin güzidelerinden. Soyu Kureyş’e dayanıyor. 800’lü yıllarda yaşıyor. 

Tunus’ta, Ağlebilerin yönettiği Kayrevan’da karşımıza çıkıyor ilkin. Ardından, aile ve meşrep kavgalarının yol açtığı tedirginlik ile Şiilerin baskısı yüzünden, sürekli davet edildikleri Fes’e hicret ediyor ailesiyle. Fes de İdrisilerin elinde o zaman. Aileyi çekip çeviren, büyük bir alim ve tüccar olan babaları Ebu Abdullah, göçten kısa bir süre sonra vefat ediyor. Yine hakkında bir şey bilmediğimiz kocası da fazla yaşamamış. Meryem adlı bir kardeşi var Fatıma’nın. 

Yapıp ettiklerine bakarak hem iyi bir eğitim aldığını hem de küçüklüğünden beri ticaretle ilgilendiğini söyleyebiliriz. Fes’te, babasından ve kocasından kalan mirasla, eşsiz bir iyilik ve güzellik inkılabı başlatıyor Fatıma. Şehri kuşatan ilim ve hayır çabalarının yanında harikulade bir cami yaptırıyor. Günümüze kesintisiz eğitimiyle gelmesi yönünden dünyanın bilinen ilk üniversitesi sayılan Karaviyyin Medresesini inşa ediyor on iki asır önce. Zengin bir kütüphane kuruyor, ders veriyor, kitap yazıyor. 

Medrese hakkında epeyce malumat bulunsa da bu sıra dışı rektör ve hayırsever hakkındaki bilgiler, iki üç paragrafı geçmiyor ne yazık ki. On yıl önce, “Sessiz Mücevher” başlıklı bir portre/hikaye ile selamladım onu. Ardından “En Güzel Uyku” şiirime taşıdım. Nihayet, bilhassa genç kızlara, ilimde ve hayırlarda yarışan mahir hanımlara, edebiyatın içinden bir destek vermeyi de akılda tutarak 160 sayfalık bir roman yazdım.  

Fatıma; bir kadın, müslüman bir özne olarak günümüze çok sayıda işaret fişeği gönderen bir öncü. Bilge. Dürüst. Sabırlı. Vefalı. Muttaki. Cömert. Mucit. En azından benim anlatımım bağlamında gerçek bir devrimci. Gazzeli yiğit analar, bilge kadınlar, hünerli genç kızlar da onca zorluk ve katliam içinde onun bu özelliklerini parça parça sergileyerek bütün bir dünyayı sarsıyorlar nitekim. Hıristiyan ve barbar Batı’nın hiç azımsanmayacak bir kısmının, şeytanlaştırarak kadınları yaktığı bir dönemde, insan onurunu ve emeğini yücelten Fatıma’ya, Fatıma gibi insanlara bugün de ihtiyacımız var. Bir de şu kompleksli tavırları, ezikliği, gözümüzü sürekli başkalarının vitrinlerinde dolaştırma düşkünlüğünü bırakmamız lazım artık. 

İsteyen baksın, Çin’den Aztek coğrafyasına dek araştırsın. Dünyada 7. ve 14. asırlar arasında, dikkate değer işler yapan, müspet bir isim edinen kadınların neredeyse tamamı müslüman. Diğer dönemleri saymıyorum. İlimle uğraşan, savaşan, ordu yöneten, kitap yazan, vakıf açan, burs veren, tıp ve astronomi alanında çalışmalar yapan, mimari ve maarifle ilgilenen yüzlerce kadın var müslümanların tarihinde. 

Öğrendikçe aklı duruyor insanın. Batı’da bildiğimiz ilk önemli isim ise Jeanne d’Arc. Bir ara Fransa’nın koruyucu azizesi olarak baştacı edilen bu kızcağız da nihayetinde sapkınlıkla suçlanmış ve 19 yaşındayken kazığa bağlanarak yakılmış. Biz yeterince yazmıyoruz, anlatmıyoruz yazık ki. Sadece Hz. Hatice bile müslümanlığın değerini, kıymetini, güzelliğini ispatlamaya yeter tek başına. Ne bileyim; Şerife Bacı gibi bir figür ABD’de olsaydı hakkında yüzlerce eser yazılır, sayısız belgesel yahut film çekilirdi. Gücümüz yettiğince güncellemeye çalıştığımız bu örnekler, arayış içindeki kişilere ilham verir inşallah. Kimlik aşılar, yön tayin eder, güç ve moral kazandırır.


Edebiyatınızda farklı coğrafyalara açılmak yalnızca mekan değişikliği değil, aynı zamanda yeni kültürler, medeniyetler ve tarihi birikimlerle buluşmak anlamına geliyor. Seçtiğiniz İslam bölgelerinin medeniyetini bugüne taşımak sizce nasıl bir anlam taşıyor?

Sosyal hareketleri, siyasal gelişmeleri fizikteki bileşik kaplar gibi görüyorum. Düşüş gibi yükseliş de sadece bir anda, bir alanda olmaz. Seçtiğim kahramanlar da bu bütünlük içinde ses veren öncülerdir. Bir ayağımız yaşadığımız ülkede olsa da diğeri ümmetimizin, müşterek tecrübemizin hatta insanlık okyanusunun içindedir. Nureddin Zengi’yi, Selahaddin Eyyubi’yi, Rükneddin Baybars’ı bu perspektifle yazdım. Tarihimizin, medeniyetimizin önemli yükseltilerinden olan bu isimler, ortalama 55 yaşında vefat ettiler. 

Üstelik üçünün kabri de Şam’da. Üçü de dört büyük beldenin; Musul’un, Halep’in, Şam’ın ve Kahire’nin kalbini ve kaderini birbirine bağlamaya çalıştı. Fırat, Dicle ve Nil kucaklaştığında yer yerinden oynayacaktı. Öyle de oldu. İkinci önemli husus, merkezi bir hedef belirlemenin ve bu eksende birleşmenin gerekliliğiydi. Kudüs, bu bağlamda bir cem olma; toplanma, buluşma yeri mesela. Tarih içinden konuşan bir ulak. Bitimsiz bir bilinç ipi. Herkes için ortak bir yeri, değeri, anlamı olan mekanlar, mücadelede birleştirici, uyarıcı bir rol oynuyor şüphesiz. Diğer taraftan bu önderler Türklerin, Kürtlerin ve Arapların uyanmışlarını da bir araya getirerek ilerlediler. 

Cumhurbaşkanımızın şimdilerde ısrarla vurguladığı, farklı kesimlerden sözcülerin, İsrail ve ABD’nin saldırganlığını da göz ucuyla takip ederek yeniden tesis etmeye çalıştığı barış ve kardeşlik cehdi de bu noktada düğümlendi nihayet. Bu maya tutarsa, çok daha geniş bir bölgeyi de etkileyebilir. Tarihin akışını değiştiren bir medeniyet havzası yeşertebilir. Geçtiğimiz günlerde “Malazgirt; Türk, Kürt ve Arap’ın ortak zaferidir.” vurgusuyla belirginleşen bu yaklaşım, yalnızca bir diplomasi hamlesi değil; aynı zamanda bir “hafıza restorasyonu” bence. Hem sembolik hem de stratejik bir anlam taşıyan bu vizyonu “Kudüs Paktı” olarak adlandırmak da mümkün. 

Diğer şehirler ekseninde de tarihi bir haresi ve bütünleştirici zamkı olan yeni kavramlaştırmalar yapılabilir. Endülüs’teki ilmi, medeni sıçramaları anlatmak, dünyanın zamanını alır. Türkistan’daki kolektif ışımayı hatta sadece bugünkü Özbekistan’da ayakta kalan eserleri dile getirsek insanlığın ağzı açık kalır. Hicaz’ı, Balkanları, Afrika’yı, Hindistan’ı düşünün bir de. Biz geriden geliyoruz fakat salt Timbuktu kütüphaneleri hakkındaki Batılı çalışmalar dahi salonlardan taşıyor şimdilerde. Mısır’ı ve Mağrib’i de unutmuyorum elbette. Uzatmayayım. Duyarlı ve dürüst gayrimüslimleri de içerecek şekilde farklı etnik ve mezhebi kimliklere sahip halkları, ortak değerler ve tarihsel deneyimler temelinde yeniden bir araya getirme çağrısını yinelemeliyiz. Sınırları aşmanın, zenginliklerimizi paylaşmanın yollarını aramalıyız. 

Küresel edebiyat ekonomisinde görünmez kılınan kişi ve gelenekleri, herkesin nasiplenebileceği hayat ve eser havzalarını öne çıkarmalıyız. Çeviri ve festival edebiyatı filtrelerinin yol açtığı perdelemeleri elbirliğiyle geride bırakmalı, alternatif dolaşım ağlarını ve dijital imkanları kullanabilmeliyiz. İnsanın kendi yapıp ettiğini anlatması hoş bir şey değil lakin romanlarımın bu yeni dönemin kültürel zeminini yıllar öncesinden görüp ördüğünü, kolektif bir silkinme ve arınma eşiği kurduğunu söylememi mazur görünüz. “Hafıza inşası” yahut “tarihi uyandırmak” şeklinde özetlediğim çabalar; basit ve nostaljik bir ilgiden ibaret değil yani. Aksine, geçmişin ilham veren figürlerini bugünün ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düşünmek, yorumlamak ve toplumsal belleğe kazandırmakla eşdeğer. 

Nureddin Zengi

Nureddin Zengi, birlik ve direnişin mimarı olarak, siyasi öncülüğünü kültürel inşa ile destekleyen bir lider. Haçlılara karşı verdiği mücadele kadar, kurduğu yahut onardığı medreselerle de hatırlanır. Bu çaba, bugün dillere pelesenk olan “kültürel iktidar” vurgusu ve bölgesel iş birliği arayışı ile doğrudan ilişkilidir. Selahaddin Eyyubi, yalnızca Kudüs fatihi değil; adaletin, vakarın ve siyasi öngörünün de sembolüdür. Büyük bir komutan olmasının yanında, toplumu ortak hedefler etrafında kenetleyen bir akıl ve ahlak örneğidir. 

Bu da bir süredir gündemimizden düşmeyen “ortak kader ve kardeşlik” söyleminin tarihsel karşılığıdır. “Şark’ın kalkanı” olarak nitelendirdiğim Baybars ise hem Moğollara hem de Haçlılara karşı kurduğu savunma hatlarıyla, kolektif güvenliğin tarihi panoramasını ve stratejik tezlerini sunar. Bu hat; modern Türkiye'nin bölgesini titreştirmeye başlayan askeri iş birlikleri, terörle mücadele stratejileri ve güvenlik eksenli dış politikasıyla doğrudan örtüşür. Aynı şekilde Akif, dosdoğru yolun ses sancağı olarak onlarca kıymet ve örnekliği biyografisinde taşıyan bir insandır. Fatıma Fihri ise yalnızca Müslümanlara değil bütün bir insanlığa Allah’ın bir armağanıdır. Onları yeni bir dil ve yorumla günümüze taşımakta neden isteksiz ve tembel davranalım? Bunun semeresini hep birlikte toplayacağız.  

Şöyle devam edeyim: Dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi Türkiye’de de çevrelendiği tarihe aidiyet hissetmeyen, ondan kaçan, tiksinen ya da ilgi mesafesini sadece yüz yıla indirgeyen bir kesim var. Bir şahsiyet, duruş, hamle gücü, gelecek tasarımı taşıyan tarih anlatısından, böyle kaygıları olan hikaye ve romanlardan hoşlanmıyor bu insanlar. Eğlenceli, egzotik, haz ve tüketim nesnesi haline gelmiş bir tarihe sıcak bakıyorlar daha çok. Bir de tarihin kendilerini tekrar çağırdığını ve kaçsalar, mahrum bırakılsalar bile gelip yeniden donattığını düşünen insanları görüyoruz. Çok kısa, tek asırlık bir tarihle dünyada söz sahibi olamayacaklarını söyleyen kişiler bunlar. Tarih içinden süzülen mesajlara, öncülere, çözüm yollarına, kardeşlik reçetelerine, özgüven ormanına, medeniyet ve ilim sıçramalarına ihtiyaç duyuyorlar. Güdülen değil güzideler çıkaran, nesneleşen değil kurucu bir özne olmak isteyen, çerçöpe karışıp giden değil insanlığın içini irkilten bir çırpınışla anlamlandırıyorlar var oluşlarını. 

Ülkemizdeki tarihi romanlar ilk çevreyi belli ölçüde doyursa da ikinci kesim için ciddi ve tatmin edici bir külliyat yok henüz. Bu ihtiyaca, nicelik ve nitelik açısından yeterince cevap verildiğini söylemek zor. Halbuki, Türkiye sınırlarını da aşan büyük ve çekim gücü yüksek bir inkılaba zemin hazırlayabilir bu alandaki çabalar. Kirli karnavallarda başı dönen, kakofonik hengameyi kamufle eden hinliklerden sıkılan insanların sayısı her geçen gün artıyor nitekim. 

Esaslı bir kahraman sesi, bilge suflesi duymak isteyen, değer aşılayıcı bir hikayeye girmeyi önemseyen insanlara kulak vermemiz gerekiyor. Kafamızı tarihe gömerek değil, başımızı tarihte dik tutmayı öğrenip geleceğe daha sağlam adımlar atarak soyunacağız bu işe. Yerin altını üstüyle harmanlayacağız. Son yıllarda, iyi kötü sahneye çıktık biz de. 

Fakat bacaklarımız titriyor hala. Dilimiz yeterince dönmüyor. Göğsümüzdeki sıkışma azalmıyor. Tarih ile edebiyatın temasından, bize şakıyan bir dil ve şaşırtan bir fiil gücü kazandıracak o sufleyi, sufleleri bekliyoruz yani. Bugüne taşıyacağımız mesele bu işte. Sanat yoluyla üzerinde bilginin, erdemin, özgüvenin de yükseleceği geniş ve süreğen bir heyecan dalgası oluşturmak mümkün. Uyuyan ya da üstü örtülen güzellikleri silkelemek, canlandırmak, dolaşıma sokmak mümkün. Akademi dışındaki insanlara daha kolay ulaşmak mümkün. Roman hatta hikaye, tiyatro, film; bu alandaki ön yargıyı ve mesafeyi en aza indiriyor zira.


Nureddin Zengi, Selahaddin ve Baybars roman üçlemeniz tarihi şahsiyetlere odaklanıyor. Bu güçlü komutanları ve liderleri anlatmaya nasıl karar verdiniz? Üçlemenin temel fikri nasıl doğdu ve siz bu romanlarla okura ne aktarmak istediniz?

Tarihi romana yönelmemde okumalarımın etkisi olmuştur öncelikle. Diğer taraftan, bu romanları yazmayı bir ödev olarak gördüğümü de söylemeliyim. Bir şair ödevi, bir edebiyatçı ödevi, sanat meşguliyeti de olan bir Müslümanın ödevi. Daha önce de dile getirdim; Nureddin Zengi’yi kimse yazmadığı için yazdım biraz da. Tarih içinde parıldayıp duran fakat üstü örtülen bir mücevher o. 

Selahaddin Eyyubi

Benzeri pek nadir görülebilecek bir güzide. Altıncı Raşid Halife diye takdim edilen, nitelikleri saymakla bitmeyen çok büyük bir kahraman. Kitaplarda onunla karşılaştığımda çok heyecanlandım. Yıllarca aradığı kıymetli bir dostuyla nihayet buluşmuş bir insan gibiydim. Yirmi yıla yayılan bir okuma, araştırma süreci var Nureddin Zengi romanında. Aynı şekilde, edebi bir tat alarak ve yüzümüz kızarmadan okuyabileceğimiz bir Selahaddin romanı olmasını da istedim. Doğu ve Batı edebiyatlarında tanınmaz hale getirilmiş çünkü Selahaddin. İftiralar atılmış. 

İpe sapa gelmez aşk ve cinsellik hikayeleriyle hayatının ve mücadelesinin üstü örtülmüş. O büyük cehdi, hüznü ve yalnızlığı göz ardı edilmiş yahut zayıf, etkisiz bir edebiyatla aktarılmış. Baybars için de aynı şey söz konusu. Şöhreti ile gördüğü ilgi arasında ters bir orantı var. Tarih sahnesine peş peşe çıkan ve suyu tersine akıtmayı başaran bu büyük önderler hakkında, bizde, bırakın etkili bir romanı, dört başı mamur bir biyografi bile yoktu beş on yıl öncesine kadar. Halbuki tarih, biraz da kim yazarsa, kim ilgilenirse onundur. Bu üçlemeyi hem tarihe düşkün bir okuyucu hem de coğrafyamızda özellikle son yıllarda yaşanan büyük acılar, büyük düşüş kalkışlar için bir çare ve güzergah arayan dertli bir Müslüman olarak yazdım. Yarasına merhem arayanlara omuz vermek için yazdım. 

Üçünün de yaşadıkları, söz aldıkları devirden günümüze yönelik çok önemli potkallar gönderdiklerini düşündüğüm için yazdım. Müslüman Şark’ın, çok zorlu bir dönemde öne çıkan yıldızları bunlar. Bir yönüyle, bugünkü varlığımızı bile borçlu olduğumuz insanlar. Nitekim bunu açıkça söyleyen Batılı tarihçiler, yorumcular var. Haçlı ve Moğol istilasına direnen bu adamlar olmasaydı, Müslümanlık toplu bir yıkıma maruz kalacaktı, bugün belki de bir kasaba nüfusu kadar müslüman kalacaktı, diyenleri görüyoruz Avrupa’da. 12. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında büyük benzerlikler var aynı zamanda. Bu noktada artık önemli olan tek bir kurtarıcının çıkmasını beklemek değil şüphesiz. Etkili bir kadronun, hayatın çeşitli alanlarını ayağa kaldıracak nitelikli, samimi ve adanmış nesillerin yetişmesi. Büyük ve öğretici tarihimizi üzerine yayacağımız o büyük coğrafyada her alanı ayağa kaldıracak köprüler kurulması.  


Tarihi romanlarla oluşturduğunuz ve bugüne taşıdığınız çok önemli şahsiyetler var. Öte yandan medeniyetimize ait çok değerli başka isimler de mevcut. Bu bağlamda kimler kaleme alınabilir?

Sayısız kahramanımız, kadın erkek öncümüz, güzidemiz var. Bunları edebiyatla, sanatla tekrar sahneye çıkartabiliriz. Dünyada da salt alkolizm bataklığının, köpürtülmüş yeraltının, cinsellik hezeyanlarının, bunalım düşkünlüğünün, büyülü gerçekçiliğe bitişmiş yatay karnavalların yahut fantastik saplantıların sonu görünmeye başladı zaten. Farklı ve sınırsız özgürlükler yaşamak için dört bir tarafa seğirtenler, büyük bir usanç ve yorgunlukla evini aramaya, aidiyetini bulmaya, asıl şarkısını hatırlamaya yöneliyor artık. Üstü sürekli perdelenen gerçek, kapitalizmin yarıklarından sızarak kaynağına yöneliyor tekrar. Hakiki yaraların görünürlüğü yeniden artıyor. Kahramanlar geri dönüyor. Yazar kendi somut yahut manevi evine dönmeyi hatırladığında, okuruna da farklı, değerli, etkileyici, içinde utanmadan dolaşabileceği bir evi olduğunu gösteriyor kanaatimce. Tarih de sanat adlı o görkemli evde, gözlerimizi ovuşturup ayıldığımız yahut cesaretimizi kuşanıp özgüvenimizi yenilendiğimiz güzel bir oda gibi. Yazılış gerekçesi ve niteliği tartışılsa da son zamanlarda yakın ve uzak geçmişe dair, önemli biyografiler etrafında epeyce roman yazıldığını görüyoruz. Tarihe uzanan diziler ve filmler de var. Bu yöneliş, önemli.  

Farklı, kuşatıcı, derinlikli bir Malazgirt romanı okumak isterim şahsen. Cezeri, Zemahşeri, Ömer Muhtar, Evliya Çelebi, İbn Battûta, İbn Haldun, Uluğ Bey gibi isimler hakkında göz açıcı romanlarımız olmalı. İlme gönül veren, icat ve keşifleriyle yolumuzu aydınlatan isimler tek tek aktarılmalı edebiyata. Büyük bir şair oluşunun yanında Haçlılarla savaşan Sadi’yi anlatan bir eser ne kadar şaşırtıcıdır, öyle değil mi? 60 yaşındayken katıldığı İnebahtı Deniz Savaşı’nda esir düşen, dört yıl boyunca önce İspanyolların sonra da Vatikan’ın boyunduruğu altında yaşamak zorunda kalan, III. Murad’ın ilgisiyle hürriyetine kavuşan, Sergüzeştname adlı eşsiz bir esere sahip Hindi Mahmud’u kaç kişi biliyor sahi? Sonra, Hezarfen Ahmed Çelebi’nin macerası ne olacak? Nef’i, 17. yüzyılı tek başına ayaklandırmaz mı? Tarihi polisiyeler de akılda tutulmalı elbette. Diğer taraftan, müslümanların kaleminden dört başı mamur bir Musa yahut Meryem hikayatı okusak ne kadar güzel olur. Esaslı bir İzzeddin Kassam portre/romanı dünyadaki herkesi etkiler. Daha yakına geldiğimizde Şule Yüksel’i, Esma Biltaci’yi, Muhammed Mursi’yi, Suriye devriminin bülbülü Abdülbasıt Sarût’u, 15 Temmuz direnişinin kadın kahramanlarını, Yahya Sinvar’ı, Rim’i ve Hind Receb’i kim anlatacak? Topluca cennete taşınan Gazze için, yeterince kayıt düştük mü acaba?

Kadın kahramanların da henüz hak ettiği yeri almadığını düşünüyorum. Hz. Hatice hakkında sürekli yazmalıyız mesela. Sadece Hz. Hatice’den hareketle müslümanlığın güzelliğini, İslami toplumun benzersizliğini ve yüksek devrimciliğini ispatlayabiliriz kanaatimce. O denli değerli bir isim. Nitelikli bir Şerife Bacı ve Nene Hatun eserimiz yok. Korsan bir kraliçe olarak nitelenen Seyyide Hurra’yı, tabip ve hastane kurucusu Azize Osmana’yı, gökbilimci ve şair Bibi Müneccime’yi, astronom ve usturlap ustası Meryem İcliyye’yi, matematikçi ve kütüphaneci Kurtubalı Lübna’yı merkeze alan sıkı hikayeler, sadece bizde değil bütün dünyada ilgi görür.  

Doğdukları yahut yaşadıkları şehre değer katan edebiyatçılarımız da daha yerel görünen fakat hissesinden herkese pay düşüren isimler üzerinde yoğunlaşabilir. Kastamonulu bir yazar olarak ben de Emir Hüsameddin Çoban’ı, Candaroğlu İsmail Bey’i, Baharzade Feride Hanım’ı yazmak istiyorum bu bağlamda.