Bünyamin Aygün: Savaş Muhabiri Savaşın Tanığıdır, Parçası Değil!
2013'ün Kasım ayında, haber için gittiği Suriye'de Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) tarafından kaçırılan ve 40 gün sonra kurtarılan gazeteci Bünyamin Aygün, Fokus+’a verdiği özel röportajda savaş bölgelerinde çalışmanın getirdiği psikolojik ve etik zorlukları, gazetecilik mesleğine dair derinleşen bakış açısını ve meslektaşlarına yönelik önemli uyarıları paylaştı.
Aygün, savaş muhabirliğinin sadece bilgi aktarmaktan çok daha fazlası olduğunu, insanlık hikayelerini ve acıları görünür kılmak adına taşıdığı büyük sorumluluğu vurguladı.
"Asıl psikoloğun kişinin kendisi olduğunu öğrendim"
Savaş ortamından normal hayatınıza döndüğünüzde nasıl bir adaptasyon süreci yaşadınız? Psikolojik boyutlarını değerlendirir misiniz?
Savaş bölgesinden döndükten sonra adaptasyon süreci benim için zaman zaman zorlayıcı oluyor tabii. Savaşın, çatışmanın kaotik ortamından gündelik hayata geçiş bir anda önceliklerin değiştiği ve aslında basitleştiği bir düzenle karşılaşmak anlamına geliyor ve bu da bir boşluk hissi yaratıyor. Gördüğüm olayların etkisiyle, özellikle bunun ilk zamanlar böyle olacağını düşünürken tüm hayatımı sardı desem abartmış olmam. Şöyle desem daha anlaşılır olur, aniden yükselen seslerden ya da kalabalık ortamlardan sürekli rahatsız oluyorum. Yani bu rahatsızlık maalesef hayatımın bir parçası oldu.
Psikolojik olarak bu süreci sağlıklı atlatabilmek adına deneyimlerimi paylaşmayı ve gerektiğinde profesyonel destek almayı ihmal etmedim. Ancak size çok ilginç bir şey söyleyeyim, bir psikolog bana yardımcı olamayacağını, durumumun ağır olduğunu trajikomik bir ifadeyle söylemişti. Gazetecilikte duygusal dayanıklılığın önemli olduğunu düşünüyorum ancak bu dayanıklılığı koruyabilmek için kendi zihinsel sağlığımıza da özen göstermemiz gerektiğini, bunun için asıl psikoloğun kişinin kendisi olduğunu öğrendim. Bunu da psikiyatri biliminin Türkiye’de henüz emekleme sürecinde olduğu için kendi kendime geliştirdim diyebilirim.
"Biri savaşı şov sunar gibi sunarken diğeri olması gerekeni yapıyor"
Etik kavramını savaş muhabiri için nasıl bir tanım kullanırsınız? Karşılaştığınız bir olayla ile ilişkilendirir misiniz?
Etik sadece savaş bölgelerinden yaptığımız haberlerde değil hayatımızın her alanında olması gerekir. Etik davranmayan gazetecilerin bugün neler yaptığına maalesef ekranlardan şahit oluyorsunuz: Çatışmaların olduğu sınıra giden ve yan yana ayrı TV kanallarına sunum yapan iki gazeteciden biri kendisini yerden yere atarken hatta derbi maçı anlatır anlatır gibi olaya kendiliğinden bir hareket katma çabasına girerken diğerinin sakin tavırları aslında bizlere ve dünya kamuoyuna önemli ipuçları veriyor. Biri savaşı şov sunar gibi sunarken diğeri olması gerekeni yapıyor. Savaş zaten kendi başına ağır bir olaydır ve sizin özellikle abartmanıza gerek kalmaz.
Gazeteciler her haberde olduğu gibi savaş bölgelerinde de yaptığı haberlerde, “Haberin doğruluğunu sağlamak, tarafsızlığı korumak ve insan hayatına saygı göstermek” gibi etik kurallara asgari düzeyde saygı göstermelidir. Çatışma anında bir olayın görgü tanığı olduğumda, öncelikli olarak taraflar arasındaki insanlık halleri ve yaşanan acılar üzerinden haberimi oluştururum. Haberimde insani boyutu öne çıkarmak adına fotoğraflar çekmeye çalışırım.
Gerçekleri mümkün olan en doğru şekilde aktarmak ve insani değerlere sadık kalmak etik açısından çok kıymetli bir davranış. Bir keresinde, sivillerin hedef alındığı bir saldırıyı görüntülerken, yaralıların yüzlerinin net bir şekilde göründüğü kareler çekmiştim. Ancak bu görüntülerin mağdurların mahremiyetine zarar verebileceğini düşündüğüm için önce yayınlamama kararı aldım. Sonrasında bu insanları kurşuna dizerek öldürdüler! İşte bundan sonra düşündüğümde bu görüntülerin en azından yaralanma anlarını vermenin insanlığın savaşın korkunç yüzüne şahitlik etmesi açısından kıymetli olduğu kanaatine vardım. Etik sınırlarımı gerçekten çok zorlamıştı bu olay.
"Askerlerin konumunu açıkça belirtmemeye özen gösterdim"
Savaş gazeteciliğinin otosansürü hakkında ne düşünüyorsunuz? Hiç otosansür uyguladınız mı?
Otosansür, her gazetecinin kendi vicdani sorumluluğunda olan ve gazetecilikte tartışmalı bir konu olsa da savaş muhabirliği söz konusu olduğunda bazen zorunlu hale gelebiliyor. Haberlerin doğruluğunu korumak ve kollamak savaş muhabirinin bir önceliği olsa da bazı bilgilerin yayımlanmasının güvenlik riski oluşturabileceğini göz ardı etmemek gerekiyor. Yine kendimden bir örnekle anlatayım, bir defasında cephe hattından haber yaparken askerlerin konumunu açıkça belirtmemeye özen gösterdim. Bu hem sahadaki güvenliği sağlamak hem de sorumlu gazetecilik anlayışını korumak adına aldığım bir karardı. Otosansürü bilginin manipülasyonundan ziyade bilginin nasıl sunulacağına dair etik ve güvenlik temelli bir süzgeç olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
"Savaş muhabirliği yapan gazeteci, savaşın tanığıdır; savaşın parçası değil!"
Bosna'da çatışma bölgesine girebilen tek Türk gazeteci" olarak nitelenen Yusuf Sancak'ın, şu ifadeleri haberde yer almıştı: "Cephe Komutanı Zülfikar'ın müsaade ettiği tek atışı yapmak için dürbünle Sırp mevzilerini yarım saat gözledim. Sonra atışı yaptım, bir Sırp yuvarlandı.” Manşeti “Cephede bir Sırp vurdum” olarak atılmıştı. Meslektaşınızın bu davranışını iliştirilmiş gazetecilik açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesleğin etik sınırları sizin için nedir?
Gazetecilik, öldürmek değil, yaşatmak üzerine ortaya çıkmış bir meslektir. Bizim görevimiz, çatışmaları körüklemek ya da taraf olmak değil, olan biteni şeffaf ve doğru bir şekilde insanlığa aktarmaktır. Bahsettiğiniz olayı biliyorum ama şahsın ismini ilk kez duyuyorum. Çünkü akıllarda sadece olay olan o haber kaldı! İfadesi ve haberin kullanım şekli asla tartışma kabul etmeyen ciddi bir ahlak sorununu ortaya koyuyor mesleki anlamda. Bir gazeteci olarak silah kullanmak, çatışmanın bir parçası haline gelmek demektir ve bu da gazeteciliğin temel prensipleriyle net bir şekilde çelişir!
İliştirilmiş gazetecilik ise tam da bu noktada devreye giriyor. Bana göre, iliştirilmiş savaş muhabirlerine “savaş muhabiri” demek doğru değil. Onlar, cepheden haber aktaran postacı gibidir. Çatışmanın bir tarafından “emir” alarak hareket ettikleri için bağımsızlıklarını ve objektifliklerini kaybetme riski oldukça yüksektir. Gazetecinin asıl sorumluluğu, tarafsız kalarak savaşın insani boyutunu göstermek ve barışa hizmet etmektir.
İşte tam da bu noktada etik sınırları çizmek çok önemli. Savaş muhabirliği yapan gazeteci, savaşın tanığıdır; savaşın parçası değil! Bu yüzden mesleğimizin amacı yaşatmak, insanları bilgilendirerek farkındalık yaratmak ve belki de trajedilerin tekrar etmesini engellemektir. Haber uğruna şiddete ortak olmak, ırksal ya da dinsel olarak duygulara yenik düşmek gazeteciliğin ruhuna aykırıdır ve bu tür örnekler meslektaşlarımıza karşı güveni sarsar. Sonuç olarak, gazeteciler silah değil kalem taşır ve bu kalem öldürmek değil yaşatmak için vardır. Emri de sahadaki savaşanlardan değil varsa bağlı olduğu haber kuruluşunun haber müdürlerinden alır.
"Gazetecilik, susmayı değil aydınlatmayı amaçlayan bir meslektir"
Özellikle İsrail-Hamas ve Rusya-Ukrayna savaşı başladığından bu yana gazeteciler için en ölümcül dönem… Bu savaştaki kayıplarımız sektörümüz için ne anlama geliyor? Gelecek hakkında ne kadar endişelisiniz?
Savaş muhabirliği yapan gazeteciler için son yıllar gerçekten en tehlikeli dönemlerden biri oldu. İsrail-Hamas ve Rusya-Ukrayna savaşlarını takip etmekte olan çok sayıda meslektaşımızı maalesef kaybettik. Bu kayıplar sadece bireysel acı değil aynı zamanda gazeteciliğin özgürce yapılabilmesi için büyük bir tehdit anlamına geliyor. Gazeteciler, savaşların gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için hayatlarını riske atıyor. Ancak taraflar vahşetin görüntülenmesini istemiyor ve bu yüzden gazetecileri hedef alarak haber alma hakkını baltalıyorlar. Bu durum savaşların gölgesinde gerçeklerin saklanmasına yol açıyor ve insanlığın doğru bilgiye ulaşmasının önüne geçiyor.
Gelecek konusunda elbette endişeliyim. Gazetecilere yönelik saldırılar arttıkça özellikle sahada görev yapan muhabirler üzerinde otosansür baskısı büyüyor. Bu da savaşların insani boyutlarının yeterince aktarılmamasına neden oluyor. Özgür basın için tehditlerin artması insanlığın doğru bilgiye ulaşma hakkını da ortadan kaldırıyor. Ancak bu zorluklara rağmen gazetecilik, insanları bilgilendirme ve farkındalık yaratma konusunda üstlendiği görevden asla vazgeçmemeli. Mesleğimizi korumak için dayanışma içinde olmalıyız. Meslek örgütlerinin hükümetlere baskı yapması gerek, meslektaşlarımızın güvenliğini önceliklendiren politikalar geliştirilmesi ve basının özgür kalması için. Zira gazetecilik, susmayı değil aydınlatmayı amaçlayan bir meslektir. Rusya ve İsrail gibi insan hayatına önem vermeyen ülkelerin yarattığı bu karanlık dönemde bile gerçekleri aktarmak, halkın sesi olmak ve adaletin peşinde koşmak için mücadele etmek zorundayız.
"Gazetecileri korumak, gerçekleri korumaktır!"
Uluslararası medya camiası meslektaşlarımızı korumak için ne yapabilir?
Uluslararası hukuk, savaş muhabirlerini ve gazetecileri siviller olarak kabul eder ve 1949 Cenevre Sözleşmeleri ile Ek Protokoller kapsamında korur. Bu sözleşmelere göre gazetecilere yönelik saldırılar, “savaş suçu” sayılabilir. Ancak kağıt üzerinde var olan bu koruma, sahada her zaman işlemiyor! İşte bu noktada, uluslararası medya camiası meslektaşlarımızı korumak için daha aktif bir rol üstlenmelidir. Bunun için; hukuki koruma mekanizmaları güçlendirilebilir. Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) ve Birleşmiş Milletler (BM) aracılığıyla gazetecilere yönelik saldırılar daha sıkı takip edilebilir ve sorumluların peşine düşülerek mutlaka hesap sorabilir. Ayrıca her medya kuruluşu saldırıya uğrayan gazeteciler için uluslararası davalar açılmasını teşvik etmeli ve hukuki destek sağlamalıdır. Savaş alanında bile olsa gazetecilerin korunmasına yönelik yasal çerçevenin genişletilmesi için hükümetlere baskı yapılmalı. Uluslararası medya örgütleri, savaş bölgelerinde çalışan gazetecilere yönelik kapsamlı güvenlik eğitimleri verilmesini sağlamalı. Örneğin Dünya Gazeteler Birliği (World Association of Newspapers -WAN) diye bir oluşum var. Bu oluşum sürekli patronlar arasında toplantılar yapıp pahalı yemekler yiyor, gösterişli paneller düzenliyor. Oysa her ülkede belli şartları yerine getiren ve savaş muhabirliği yapmak isteyen gazetecilere maddi manevi destek sağlayarak koruyucu ekipman temin edilmeli, riskli bölgelere gitmeden önce psikolojik hazırlık ortamının ayarlanması ve en önemlisi de gazeteci hak ve hukukuna her ülkenin riayet etmesi için kamuoyu oluşmasını sağlamalı. Diğer taraftan, tehdit altındaki gazetecilere yönelik acil koruma programları oluşturulmalı. Örneğin, tehlike altındaki gazetecilere hızlı vize ve sığınma imkanları sunulmalı. Sahada yaralanan ya da tutuklanan gazeteciler için uluslararası yardım fonları devreye sokulmalı.
Savaş bölgelerinde çalışan gazetecilerin dijital verilerinin korunması için daha fazla yatırım yapılmalı. Örneğin benim hem sosyal medya hesaplarım hem banka hesaplarım savaş bölgesinde bir grubun eline geçti ve bir günde hayatımın önemli bir bölümü sekteye uğradı.
Biz, gazetecilerin korunmasını sadece meslektaşlarımızın güvenliği için istemiyoruz, aynı zamanda ifade özgürlüğü ve halkın haber alma hakkı için istiyoruz. Uluslararası medya camiası, hukuki destek, güvenlik eğitimi ve dayanışma kampanyalarıyla gazetecilerin korunmasını sağlamalıdır. Gazetecilere yönelik her türden saldırı, sadece bireysel bir hak ihlali olarak değil de küresel demokrasinin temel taşlarına saldırı olarak değerlendirilmeli. Yıllardır ısrarla diyorum ki, gazetecileri korumak, gerçekleri korumaktır!
"O 40 gün, benim için aslında 40 yıl gibiydi"
IŞİD'in elinde geçirdiğiniz 40 günün ardından, gazetecilik mesleğinizi ve savaş bölgelerinde çalışmayı nasıl gördünüz? Bu deneyimin sizi nasıl dönüştürdüğünü düşünüyorsunuz?
O 40 gün, benim için aslında 40 yıl gibiydi. Tabii ki hayatımda bir dönüm noktası oldu diyebilirim. Gazeteciliğe olan bakış açım derinleşti. Haberin sadece bir bilgi aktarımı olmadığını kavramama ve haberin aynı zamanda tanıklık ve sorumluluk olduğunu anlamama yol açtı. Savaş ve çatışma bölgelerinde çalışmanın risklerini zaten biliyordum ama o süreçte riskin ne anlama geldiğini “iliklerime kadar hissettim.” diyerek özetleyebilirim. Bu talihsiz olay, benim insan hikayelerine daha fazla odaklanmamı sağladı. Artık sadece olayları aktarmakla kalmıyorum olayların ardındaki insanları ve duyguları görünür kılmak için ne gerekiyorsa yapıyorum gazetecilik sınırları çerçevesinde. Tabii şunu da anladım, gazeteciliğin gücü ve etkisi bizim sandığımızdan çok daha büyük. Eğer gazeteci olmasaydım belki de Suriye’de unutulmuş olacaktım. Şunu da meslektaşlarımızın bilmesini isterim, bu meslek aynı zamanda kırılgan ve tehlikeli!
Dönüştüğüm noktaya gelirsek, artık çok daha temkinli, kararlı ve belki de daha cesurum! Ama en önemlisi, bu deneyim bana hayatta kalmanın bir sorumluluk olduğunu hatırlattı!
Bünyamin Aygün'ün kadrajından...