Osmanlı Tarih Yazımından Portreler: Oruç Bey 

Araştırmacı Enise Aktaş, 15. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Oruç Bey'in hayatını, eseri Tevârîh-i Âl-i Osmân ve bu eserin Osmanlı tarih yazımındaki önemini Fokus+ için inceledi.
Enise Aktaş
Osmanlı Tarih Yazımından Portreler Oruç Bey 
16 Mayıs 2025

Osmanlı tarih yazıcılığının önemli isimlerinden biri olan Oruç Bey, 15. yüzyılın sonları ile 16. yüzyılın başlarında yaşamış bir Osmanlı tarihçisidir. Onun en bilinen eseri Tevârîh-i Âl-i Osmân, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 16. yüzyılın başlarına kadar olan süreci ele alan erken dönem Osmanlı kroniklerindendir. Oruç Bey’in bu eseri, özellikle Osmanlı’nın kuruluş dönemine ilişkin anlatılarıyla dikkat çeker ve kendisinden sonra gelen tarihçiler için önemli bir kaynak olmuştur.    

Yıldırım Bayezid sonrası dönem, Osmanlı tarih yazımının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu yazım kültürü zamanla önemli ölçüde ilerlemiş, sistematik bir Osmanlı tarihçiliğine dönüşmüş ve pek çok tarihçi ile âlim tarafından önemli eserler verilmiştir. Devlet tarafından atanan, desteklenen veya devlet desteği olmaksızın tarih çalışması yapan kişiler, Osmanlı hanedanının tarihini yazma kültürünü Osman Bey’den ve hatta ondan önce Ertuğrul Gazi veya Süleyman Şah’tan başlatarak geliştirmiştir. Oruç b. Âdili’l-Kazzaz, yani bilinen adıyla Oruç Bey, bu Osmanlı tarihçilerinden biridir. Ancak, kaynaklarda onun hayatına dair bilgiler oldukça yetersizdir. Onun hayatıyla ilgili bilgi edinebileceğimiz tek kaynak, kendi yazdığı eseridir. Edirne’de kâtip olarak çalışan Oruç Bey’in babası ipek tüccarı olarak geçmektedir. Oruç Bey’in eserinde tarihi olaylar 1503 tarihinde noktalanmaktadır. Buradan yola çıkarak bu tarihten bir süre sonra vefat ettiği tahmin edilmektedir. Osmanlı tarihçiliğinin en eski temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Oruç Bey’in bilinen tek eseri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan kendi dönemine kadar olan olayları anlattığı Tevârîh-i Âl-i Osmân adlı tarih kitabıdır.    

Tevârîh-i Âl-i Osmân 

Eserin orijinal adı Tevârîh-i Âl-i Osmân olmakla birlikte, yazarı dolayısıyla Oruç Bey Tarihi olarak da bilinmektedir. Olayları anlatırken rivayetlere, görgü tanıklarına ve kendi gözlemlerine dayanmıştır. Savaş sahnelerini tasvir etme yeteneği, diğer yorumlardan farklı ve dikkat çekici bir özelliktir. Onun eseri, savaşlar dışında padişahların hayatlarına, doğal afetlere ve astronomik olaylara dair detaylı bilgi veren ilk anlatım olması bakımından da önemlidir. Kendisinden yıllar sonra gelen İbn Kemal ve Gelibolulu Mustafa Âli, Oruç Bey’in eserlerinden faydalanmışlardır. İbn Kemal, eserinin 4. ve 8. bölümlerini Oruç Bey’in kitabını referans alarak hazırlamıştır. Ancak, sonraki dönemlere kıyasla daha sade bir Türkçe kullanması sebebiyle Hoca Sadeddin ve Kâtip Çelebi gibi yazarlar tarafından sıradan ve sade dilli olmakla eleştirilmiştir.    

Oruç Bey, Osmanlıların erken dönemini anlatırken destan ve hikâyelere de yer vermiştir. Bu durum önemlidir çünkü bugün bile Osmanlıların beylik dönemine ait kesin olayları belirlemekte zorluk çekmekteyiz. Bu nedenle tarihçiler, genellikle Osmanlı beyliğinin kurucularına dair halk hikâyeleri ve destanları eserlerine dâhil etmişlerdir. Ancak, destanlarla harmanlanmış bölümlerden tarihî bilgiler çıkarılabilmektedir. Özellikle II. Murad ve II. Mehmed dönemlerinde, Anonim Osmanlı Tarihi ile olan benzerlikler, Oruç Tarihi’nin gerçek olayları aktardığını göstermektedir.    

Bu bağlamda, Oruç Bey'in aktardığı örneklerden birine yer vermek uygun olacaktır. Osmanlı tarihi hakkında önemli tartışmaların biri, Ertuğrul Gazi'nin babasının kim olduğu sorusudur. Bilgi eksikliği ve kayıt yokluğu nedeniyle Ertuğrul'un babasının Süleyman Şah olup olmadığı kesin değildi. Bu bağlamda, Oruç Bey, Ertuğrul’un babası olarak Süleyman Şah’ı göstermeyi tercih eder.   

 "Osman Hanedanı'nın neslini bil: Babası Ertuğrul, onun babası Süleymanşah, onun babası Kaya Alp, onun babası Kızıl Buğa, onun babası Baytur, onun babası Aykulug Ağa, onun babası Tugar, onun babası Kayıtnun, onun babası Baysunkur, onun babası Bakı Ağa, onun babası Sugançaf, onun babası Temür, onun babası Basak, onun babası Gök Alp, onun babası Oğuz, onun babası Kara Han, onun babası Kutluca Ağa, onun babası Tozak. Böylece 38 kişidir ki Nuh Peygamber'in oğlu Yâfes'e çıkar.”    

“Süleymanşah'ın üç oğlu kaldı. Birinin adı Sunkur Tegin, birinin adı Gündoğdu ve birinin adı Ertuğrul ki Osman'ın babasıdır.”    

İlk pasajda geçen isimlerin tamamen doğru olmamasına rağmen, tarihçiler Ertuğrul’un babasının kim olduğu konusunda Oruç Bey’e atıfta bulunmaktadır. Ayrıca, Âşıkpaşazâde Tarihi’nde de Oğuz Han ve Süleyman Şah’ın Hz. Nuh’un soyundan geldiğini anlatan benzer bir isim dizisi görülmektedir. Sonuç olarak, Âşıkpaşazâde Tarihi de Süleyman Şah’ın Ertuğrul Gazi’nin babası olduğu görüşünü desteklemektedir. Bu iki tarihçinin aynı dönemlerde yaşamış olması göz önüne alındığında, her iki kaynağın da benzer bir bilgi temeline dayanması anlaşılabilir bir durumdur.    

Osmanlı tarihi anlatımı  

Osmanlı hanedanının şeceresini verdikten sonra, Oruç Bey Osmanlı tarihini anlatmaya başlar. Fırat Nehri’nde boğularak ölen Süleyman Şah’ın defninden sonra, oğulları Gündoğdu, Sunkurtekin ve Ertuğrul Gazi birlikte göç etmiş ve önce Pasin Ovası’na, ardından Sürmeli Çukuru’na gelmişlerdir. Gündoğdu ve Sunkurtekin buradan İran topraklarına gitmiştir. Ertuğrul’un oğluna Osman adını verme sebebinin sırrı da bu anlatımda verilmektedir. Buna göre, Ertuğrul bir gece bir rüya görür ve bundan etkilenir. Sabah namazını kıldıktan hemen sonra Konya’ya gider. Kılık değiştirerek rüya tabiri konusunda ünlü olan Şeyh Edebali’nin huzuruna çıkar. Rüyasını anlatır. Şeyh ona, bir oğlu olacağını ve adının Osman konulacağını, bir kızı olacağını ve adının Rabia olacağını, bu kızın Osman ile evleneceğini, bu evlilikten Orhan adında bir çocuk doğacağını ve böylece Allah tarafından sultanlığın kendisine bahşedildiğini söyler. Edebali ona dua eder ve Ertuğrul kendi yerine döner.    

Ertuğrul Gazi öldükten sonra, oğlu Osman Gazi’nin imamı Tursun Fakih, ilk Cuma ve bayram namazlarını kıldırmıştır. Şeyh Edebali’nin kehaneti gerçekleşmiştir. Osman, Rabia ile evliliğinden doğan oğluna Orhan adını vermiştir. Fethettiği toprakların idaresini arkadaşlarıyla paylaşmıştır. Osman Gazi vefat ettiğinde, oğulları Orhan Gazi ve Alaaddin Ali Paşa hayatta idi. Orhan yönetimi devralmış, fetihlere devam etmiş ve babasının vasiyeti olan Bursa’yı fethederek Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti yapmıştır.    

Geyikli Baba adındaki bir Abdal (derviş) ile ilgili şarap anekdotu, Oruç Bey’in eserinde de yer alan popüler bir anlatıdır. Geyikli Baba’nın kerametini fark eden Orhan Gazi, ona katılmıştır. İznik’in fethinden sonra burada bir Ulu Cami inşa edilmiş ve yanına bir imaret yapılmıştır. Yapılan bu imarette Orhan Gazi, kendi elleriyle yemek dağıtmıştır. Karesi Beyliği’nin Osmanlı topraklarına katılmasının ardından, sonraki Osmanlı seferlerinde büyük başarı gösteren iki gazi komutan Osmanlı hizmetine girmiştir. Bunlar, Evrenosoğulları akıncı ailesini kuran Evrenos Gazi ve Hacı İlbeği idi. Orhan Gazi döneminde Davud-ı Kayserî, Taceddin-i Kürd, Karaca Hâce, Geyikli Baba, Aşık Paşa, Elvan Çelebi ve Karaca Ahmed gibi âlimler (ulema) bulunmaktaydı.    

Sultan I. Murad ve Yıldırım Bayezid dönemlerinde bazı tarihî yanlışlıklarla karşılaşmaktayız. Bu nedenle ana olaylara daha fazla odaklanmak gerekmektedir. Murad Hüdâvendigâr, Bursa’dan sonra devletin başkenti olacak olan Edirne’yi Hacı İlbeyi komutasındaki orduyla fethetmiştir. Karamanlı Kara Rüstem adlı bir kişi, Kazasker Çandarlı Kara Halil’e ganimet olarak alınan bu kadar çok esir varken neden bunlardan faydalanıp bir ordu kurulmadığını önermiştir. İkili tarafından verilen talimatlarla savaş esirlerinden Yeniçeri Ocağı kurulmuştur. Sultan Murad, Lala Şahin Paşa’yı Rumeli Beylerbeyi, Çandarlı Hayreddin Paşa’yı ise veziriazam olarak atamıştır. Anadolu beylikleriyle akrabalık bağları çerçevesinde, Şehzade Bayezid (Yıldırım) ile Germiyan Bey’in kızı evlendirilmiştir. Manastır, Selanik ve Kavala gibi önemli Balkan şehirleri fethedilmiştir. Kosova’da Sırplarla yapılan büyük savaş Osmanlı zaferiyle sonuçlanmıştır. Yakup Çelebi ve Yıldırım Bayezid de bu savaşta yer almıştır. Sultan Murad, savaş alanında dolaşırken elini öpmek bahanesiyle yaklaşan bir Sırp askeri tarafından ansızın hançerlenmiştir. Sultan Murad, aldığı hançer darbesi sonucunda birkaç saat içinde şehit olmuştur. Ardından devlet erkanı Yıldırım Bayezid’e biat etmiş ve onu sultan olarak seçmiştir.  

Timur tarafından Yıldırım Bayezid’in esir alınmasının ardından Osmanlı Devleti, 11 yıl süren Fetret Devri ile dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Emir Süleyman, Musa Çelebi, İsa Çelebi ve Çelebi Mehmed taht mücadelesine girmiştir. Oruç Bey, bu süreçte küçük beyliklerin mücadelesi ve bu beyliklerin Bayezid’in oğullarıyla olan ilişkileri hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Amasya’dan Bursa’ya gelen ve sultanlığını ilan eden Çelebi Mehmed, kardeşi Musa Çelebi ile mücadele etmiş ve sonunda onu öldürerek Fetret Devri’ne son vermiştir.    

Çelebi Mehmed döneminin en önemli olaylarından biri, kardeşi Musa Çelebi’nin ordusunda görev yapmış olan Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin’in isyanıdır. Oruç Bey’e göre, Şeyh Bedreddin’in sadık müridi Börklüce Mustafa, Karaburun’da isyana kalkışmış, hatta Aydın sancağını bile kendisine bağlamış ve kendisini peygamber ilan etmiştir. Oruç Bey, Börklüce’nin etrafına topladığı 3.000 kişiyi “şeytan yüzlü ve kâfir” olarak nitelendirmiştir. Börklüce ile Osmanlı ordusu arasında kanlı bir savaş yaşanmıştır. İran topraklarından gelen Mevlana Haydar’ın fetvasıyla Şeyh Bedreddin idam edilmiştir. Oruç Bey’in aktardığına göre, Şeyh Bedreddin bile bu kararı kabul etmiş ve fetvaya razı olmuştur. Sonuç olarak, Şeyh Bedreddin Serez Çarşısı’nda asılarak idam edilmiştir. Çelebi Mehmed’in saltanatı çatışmalar ve zorluklarla dolu olmuştur. Çelebi Mehmed, 1421 yılında 48 yaşında vefat etmiştir.  

Çelebi Mehmed’in saltanatından sonra II. Murad tahta geçti ve yeni bir dönemi başlattı. Oruç Bey, bu döneme dair şu önemli olayları anlatmayı tercih etmiştir: Çelebi Mehmed’in ölümü, Yeniçerilerden 40 gün boyunca gizlenmiştir. II. Murad’ın tahta çıkışının ardından Düzmece Mustafa hadisesi yaşanmıştır. Düzmece Mustafa, Yıldırım Bayezid’in oğlu ve Sultan Murad’ın amcasıydı. Zorlu bir mücadelenin ardından yakalanarak kale burcuna asılmış ve idam edilmiştir. Bunun ardından, Sultan’ın kardeşi Şehzade Mustafa da isyan etmiş ve amcasıyla aynı akıbete uğrayarak idam edilmiştir.    

Menteşe, Aydın ve Saruhan beylikleri II. Murad tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. İstanbul kuşatılmış, ancak Düzmece Mustafa olayı nedeniyle kuşatma kaldırılmıştır. Çelebi Mehmed döneminde de yaşamış olan Hacı Bayram-ı Veli, 1430 yılında vefat etmiştir. Oruç Bey, Çelebi Mehmed döneminde yaşamış önemli ulema arasında Bayram Veli’ye de yer vermektedir. Sultan Murad, en büyük ve en sevdiği oğlu Şehzade Alaaddin’in ölümü üzerine büyük bir üzüntüye kapılmıştır. İzladi-Derbendi yenilgisi sonrası imzalanan antlaşmanın ardından Manisa’ya çekilmiş ve tahtı ikinci oğlu Şehzade Mehmed’e bırakmıştır.     

Macar Kralı Yanko, bu durumu fırsat bilerek büyük bir Haçlı ordusu hazırlamıştır. Tehlikenin farkında olan Osmanlı devlet adamları, Sultan Murad’ı yeniden tahta davet etmiş, ancak Sultan önce bunu kabul etmemiştir. Büyük uğraşlar sonucunda Sultan ikna edilmiş ve Osmanlı ordusunun başına geçerek Haçlıları Varna’da mağlup etmiştir. Yeniçerilerden Koca Hızır, düşman kralının başını keserek Sultan’a getirmiştir. Varna’nın intikamını almak isteyen Yanko, yeni bir Haçlı ordusu oluşturmuş ve Kosova’da konuşlanmıştır. Osmanlı ordusu bu savaşta da zafer kazanmıştır.    

Oruç Bey, Varna Muharebesi’ni oldukça canlı bir şekilde tasvir etmektedir. Ona göre, eğer Rüstem-i Zâl, Efrasiyab ve İsfendiyar bu savaşı görseydi şaşkınlıktan dona kalırdı. Eğer Cengiz Han ve Timur Han bunu görseydi, Sultan Murad’a hayran kalırlardı.  Savaş dönüşü Sultan Murad, oğlu Şehzade Mehmed’i Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızı Sultanzade ile evlendirmiştir. 1451 yılında Sultan II. Murad vefat etmiştir. II. Murad’ın saltanatı boyunca Oruç Bey’in Sultan’a övgülerde bulunduğu görülmektedir. Hatta Sultan’ın ölümünden sonra kroniğinde bir mersiye kaleme almıştır.    

Döneminin padişahı: Fatih Sultan Mehmet  

Tüm dönemler içinde, Oruç Bey’in en ayrıntılı olarak yazdığı dönem II. Mehmed’in saltanatı olmuştur. Bunun sebebi, doğrudan Oruç Bey’in yaşadığı döneme denk gelmesiyle ilgilidir. Olayları bizzat yaşamış veya doğrudan kayda geçirmiş olması nedeniyle, kitabın bu kısmı Osmanlı tarih yazıcılığı açısından en önemli kaynaklardan biri olarak kabul edilmektedir.    

Fatih Sultan Mehmed tahta çıktığında Halil Paşa, Saruca Paşa, Hadım Şehabeddin Paşa ve İshak Paşa gibi vezirleri vardı. İshak Paşa, Anadolu Beylerbeyi olarak, Karaca Paşa ise Rumeli Beylerbeyi olarak atanmıştır. Sultan Mehmed, İstanbul’u fethetmek için dört ay içinde Boğazkesen (Rumelihisarı) Hisarı’nı inşa ettirmiştir. Oruç Bey, İstanbul’dan “Konstantin’in Şehri” olarak bahsetmektedir. Osmanlılar, Anadolu ve Rumeli’de askerlerini toplamış ve Konstantin’i kuşatmıştır. Sonunda Sultan Mehmed Konstantin’i fethetmiştir.    

Oruç Bey’e göre, Bizanslılar, Hz. Muhammed’i ve Sultan Mehmed’i aşağılamaları nedeniyle Allah tarafından cezalandırılmış ve felakete sürüklenmiştir. Fetihten sonra şehir yağmalanmıştır. Vezir Halil Paşa, fetih sonrası Edirne’de hapsedilmiş ve kırk gün sonra idam edilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra "Fatih" unvanını alan Sultan Mehmed, Rum ve Frenk din adamlarını, keşişleri ve papazları toplayarak buranın geçmişte nasıl ve kimler tarafından yönetildiği konusunda bilgi almıştır.  

Özellikle II. Mehmed’in oğullarının doğumu üzerine Oruç Bey, prenslerin doğumlarıyla ilişkilendirdiği astronomik bilgiler vermektedir. Hicri 860 yılında, biri Mağrib’de (batı), diğeri Meşrik’te (doğu) olmak üzere iki kuyruklu yıldızın doğduğunu söyler. Bir yıl sonra, Şehzade II. Bayezid’in sünnet düğünü yapılmıştır. Mora fethedilirken, Şehzade Gıyasüddin Cem (Cem Sultan) dünyaya gelmiştir. Aynı yıl, Ramazan ayının 29. gününde bir güneş tutulması yaşanmıştır. Oruç Bey, bu astronomik olayların, iki büyük şehzadenin ve aynı zamanda aralarındaki büyük mücadelenin işareti olduğunu belirtmektedir.    

Sultan II. Mehmed, Anadolu tarafına geçtiğinde Kastamonu ve Sinop çevresine ulaştığında, İsfendiyaroğlu İsmail Bey, Müslümanlara zarar gelmemesi için bu şehirleri Sultan’a teslim etmiştir. Sultan, Trabzon ve Gürcistan çevresini fethetmiştir. Oruç Bey, II. Mehmed ile Kazıklı Voyvoda (Vlad the Impaler) arasındaki devam eden mücadeleye de değinir. Oruç Bey’e göre, hiçbir hükümdar Vlad’ın yaptığı zulümleri yapmamıştır. Hatta kendi oğlunu ve kızını bile kazığa geçirecek kadar acımasızdır.    

Bosna’yı fetheden Sultan Mehmed, Arnavutluk seferine başlamış, aynı yıl büyük bir veba salgını yaşanmıştır. Karamanoğlu beyliğine yürüyerek Ereğli ve Aksaray çevresini fethetmiş, buradaki halkı İstanbul’a götürmüştür. En büyük oğlu Şehzade Mustafa, Karaman sancakbeyi olmuştur. Şehzade Mustafa 1474 yılında vefat edince, yerine Şehzade Gıyasüddin Cem gönderilmiştir.    

Oruç Bey’e göre, Sultan Mehmed, Veziri Mesih Paşa ile birlikte Rodos’u kuşatmış, ancak fethetmek nasip olmamıştır. Aynı yıl (1480), Vezir Gedik Ahmed Paşa Polya Adası’nı fethederek burada kalmıştır. Sultan Mehmed, Islambol’dan (İstanbul) ayrılıp Anadolu yakasına geçmiş ve Rebî’ülevvel ayının üçüncü günü (3 Mayıs 1481, Perşembe) vefat etmiştir.    

Sultan Mehmed’in ölümünün ardından, Yeniçeriler isyan etmiş, Yahudi ve Müslümanlara ait evleri ve dükkânları yağmalamış, sadrazam Karamani Mehmed Paşa’nın konağını basarak onu katletmişlerdir. Oruç Bey, Sultan II. Bayezid ile Şehzade Cem arasındaki taht mücadelesini anlatırken, olaylara II. Bayezid’in tarafını tutarak yaklaşmaktadır. Ardından, II. Bayezid’in bazı savaşlarını anlatmaktadır.    

Sıralı tarih yazımında öncülük  

Osmanlı tarihini anlatımına padişahların dönemleri temelinde devam ettiren Oruç Bey, İstanbul’un fethiyle birlikte anlatımını geçici olarak kesmiştir. Bu noktada, İstanbul (Konstantiniyye) ve Ayasofya’nın efsanevi tarihine, ayrıca Hz. Peygamber, dört halife, Emeviler ve Abbasiler ile ilgili özet niteliğinde bir İslam tarihine yer vermiştir. Daha sonra Osmanlı tarihine geri dönerek anlatımına kaldığı yerden devam etmiştir. Osmanlı tarihinin bu şekilde sıralı bir biçimde yazılması, 15. yüzyıl Osmanlı tarih yazımında ilk kez Oruç Bey ve anonim tarihlerde görülmektedir.    

Son değerlendirme olarak, Oruç Bey’in *Tevârîh-i Âl-i Osmân* adlı eseri, 13-15. yüzyıl dil özelliklerini taşımakta ve Türk nesir dilinin gelişiminde önemli bir aşamayı yansıtmaktadır. Zaman zaman Edirne şivesi ve dolayısıyla Balkan Türkçesinin özellikleri metne yansımaktadır. Savaş tasvirlerinde güçlü şiirsel bir dil kullanmasına ve aralara beyitler serpiştirmesine rağmen, genel olarak sade bir anlatımı tercih etmiştir. Bununla birlikte, Oruç Bey’in Moğollar, Selçuklular ve klasik İslam tarih kültürü hakkındaki bilgisi, modern tarihçiler tarafından dönemdaşlarına kıyasla zayıf bulunmakta ve eleştirilmektedir. Bazı eleştiriler, onun sofistike bir tarihçi olmaktan çok bir orta çağ halk yazarı olduğu yönündedir. Ancak bu eleştiriler, onun eğitimi veya saray ya da herhangi bir padişahla bağlantısı hakkında kesin bilgilere ulaşılamadığı için varsayım olarak kalmaktadır.    

Bu nedenle, Oruç Bey’in Osmanlı tarih yazımına özellikle savaşlar gibi ana olaylar açısından yaptığı katkılar vurgulanmalıdır. Onun eseri, İbn Kemal ve Gelibolulu Mustafa Âli gibi sonraki tarihçiler tarafından yoğun şekilde kullanılmış ve günümüz tarihçileri tarafından erken Osmanlı dönemi hakkında bilgi almak için başvurulan önemli bir kaynak olmaya devam etmektedir. Oruç Bey Tarihi, Osmanlı tarihinin erken dönemlerine ışık tutan önemli bir kaynak olup, tarih yazımında halk anlatıları ile gerçek olayları harmanlaması bakımından dikkate değerdir.  

Oruç Bey’in tarihçiliği, dönemin sözlü ve yazılı kaynaklarından beslenen bir anlatı geleneğine dayanır. Eseri, Osmanlı padişahları ve onların savaşları, fetihleri, yönetim anlayışları gibi konuları ele almakla birlikte, aynı zamanda halkın yaşayışı ve Osmanlı yönetim sistemine dair bilgiler de sunar. Tevârîh-i Âl-i Osmân, içerdiği bilgiler ve kullanılan dil açısından Aşıkpaşazâde, Neşrî ve Şükrullah gibi diğer Osmanlı tarihçileriyle benzerlik gösterse de, Oruç Bey’in kendine özgü üslubu ve anlatım tarzı, onu Osmanlı kronikçileri arasında ayrı bir yere koymaktadır.    

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.