İki Savaş Arası Dönemde Üç Aykırı Müslüman Entelektüel Portresi -2: Emir Şekib Arslan ve Abdürrreşid İbrahim  

Orta Doğu araştırmacısı Mehmet Akif Koç, iki dünya savaşı arasındaki dönemde Müslüman toplumlar üzerinde etkili olmuş üç farklı entelektüel portreyi, sıra dışı bazı ortak yönleri ve uluslararası politik ilişkileriyle Fokus+ için inceledi. 
Mehmet Akif Koç
İki Savaş Arası Dönemde Üç Aykırı Müslüman Entelektüel Portresi -2 Emir Şekib Arslan ve Abdürrreşid İbrahim  
13 Aralık 2024

Bir önceki yazıda Osmanlı Devleti’nin yıkılış dönemi ve İkinci Dünya Savaşı’na doğru giden yıllarda türbülans içindeki İslam dünyasının farklı arayışlar içine girdiğini ve bu arayışların büyük oranda İngiliz-Fransızların İslam toplumları üzerindeki emperyal siyasetine duyulan hınçtan beslendiğini kaydetmiştim.   

Öncelikle hilafetin ortadan kalkmasının Müslüman entelektüellerde yarattığı boşluk hissiyatı ve Batı karşısında atomize olmuş İslam toplumlarının tek başına ayakta durmak zorunda kalmasının getirdiği politik ve kültürel zorluklar, buna ilaveten sömürgeciliğin tüm hızıyla devam etmesinin verdiği bıkkınlık ve umutsuzluk duyguları bu kuşağın entelektüelleri üzerinde belirleyicidir.  

Çöküş neslinin bu entelektüellerinde kristalize olan umutsuzluk, karamsarlık, arayış ve çıkış yolu bulma motivasyonu İngiliz-Fransız emperyalizmi karşısında alternatif güç merkezlerine yakınlaşma çabasını netice verdi. Önceki yazıda modern Filistin milliyetçiliğinin öncü ismi, Kudüs Başmüftüsü Emin el-Hüseynî üzerinde durmuştum. Savaş şartlarında el-Hüseynî’nin Almanlarla yakınlaşması her ne kadar soykırım ortaklığı gibi sonradan üzerinde çokça tartışılan bir mecraya kendisini soksa da, açtığı yolun Filistinlilerin silahlı direnişi ve İngiliz sömürgecileriyle Yahudi işgalcileri karşısında haklarını arama mücadelesinde önemli bir referans noktası oluşturduğunu zikretmiştim.  

Bu yazıda ise diğer ki önemli ismi ve onların işgalci emperyalizm karşıtı politik / kültürel mücadelesini mercek altına yatırmaya çalışacağım: Almanlar ve İtalyanlarla yakınlık arayan Lübnanlı Emir Şekib Arslan (1869-1946) ve ömrünün önemli bir kısmını en saldırgan dönemindeki Japonya’da geçiren Rusya Türklerinden Abdürreşid İbrahim (1857-1944).  

Emir Şekib Arslan (1869-1946)    

Beyrut yakınlarındaki Şûf’un nüfuzlu Dürzî (Şiilikten erken dönemde ayrılmış bir topluluk) ailelerinden birinde dünyaya geldiyse de, eğitimini Sünni bir gelenek içinde tamamladı. Sonraki zamanda da gösterdiği üzere kişisel hayatında Sünni geleneği takip etti. Gençliğinde Cemaleddin Afgânî ve Muhammed Abduh gibi dönemin beynelmilel İslamcı reformcularının fikirlerinden etkilendi. II. Abdülhamid devrinde aktif şekilde Osmanlı Halifeliği’nin savunuculuğunu yaptı, İslam dünyasının kurtuluşunun hilafet fikri etrafındaki politik bütünleşmeden geçtiğini savundu.   

Doğduğu Lübnan’ın Şûf bölgesinde 1902’de (II. Abdülhamid döneminde) Osmanlı kaymakamı olarak hizmet verdi. Sonraki dönemde İttihatçılarla yakınlaştı ve yine devlet görevinde bulundu, Trablusgarb’ın İtalyanlarca işgali üzerine bölgeye gizlice giden Osmanlı yetkilileri arasında o da vardı, burada Enver Paşa ile yakınlık kurdu. Savaş sırasında da Suriye Cephesi’nde Cemal Paşa ile yakınlaşacak, ancak sonradan onun Araplara muamelesinden dolayı kendisiyle ters düşecekti. 1913’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi, Havran mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a seçildi, aynı zamanda Teşkilat-ı Mahsusa’da görev aldı [Kudüs Başmüftüsü Emin el-Hüseynî’nin de bir dönem Teşkilat’la ilişkisi olmuştu]. Osmanlı’nın yıkılması ve yabancı güçlerle Arapların işbirliği yapmalarına (örneğin Lübnan’daki kendi cemaati Dürzîlerin İngilizlerle işbirliğine ve Şerif Hüseyin’in sürüklediği Arap İsyanı’na) karşı durmuştu. Bu yüzden bazı Araplar tarafından sertçe kınanmış ve ihanetle, Türklerle işbirlikçilik yapmakla suçlanmıştı.  

El-Hüseynî’nin Filistin’deki İngiliz mandasına gösterdiği sert İslamcı-milliyetçi tepkinin bir benzerini, Emir Şekib Arslan da memleketi Suriye-Lübnan’daki Fransız mandasına karşı gösterdi. Manda yönetimi döneminde Arslan’ın Suriye topraklarına girmesi İngilizler ve Fransızlarca yasaklanmıştı, 1936’da kısa süreli Blum hükümet döneminde ülkesine girebilmişse de hükümet yıkılınca bu izni de iptal oldu. 1945’te savaş bitene kadar giremediği ülkesine, bağımsızlığın kazanılması sonrasında ancak dönebildi. Ama çok geçmeden beyin kanaması sonucu Aralık 1946’da Beyrut’ta hayatını kaybetti.  

El-Hüseynî’de olduğu gibi Arslan’da da ülkesini işgal eden emperyaliste karşı, onu dengelemek ve husumetini göstermek için işgal etmemiş olan emperyalistle yakınlaşma eğilimi açıktır. Lakin zannedildiği gibi, bu yakınlaşma ideolojik ve düşünsel bir ortaklaşma niteliği taşımaz. Her iki şahsiyetin –ve bilahare göreceğimiz Abdürreşid İbrahim’in de- savaş sonrası hayatı ve düşünceleri bunu açıkça gösterir.   

Abdürreşid İbrahim (1857-1944)  

Aslen Sibirya’nın Tobolsk bölgesinden olan, bir tarafıyla Buharalı bir tarafıyla da Tatar-Başkurt asıllı politikacı, yazar ve seyyah Abdürreşid İbrahim, gençliğinde bir medrese talebesi ve mollaydı. 1880’de hacca gitmek üzere İstanbul üzerinden Hicaz’a gitti, birkaç yıl Hicaz ve Mısır’da medrese eğitimine devam ettikten sonra, memleketine geri döndü ve dönemin ıslahçı İslamcılar arasındaki gözde Ceditçilik cereyanı içerisinde faaliyet gösterdi. 1895’te İstanbul’a yeniden geldi, bu sefer Çarlık muhalifi siyasi faaliyetler içerisindeydi. Çok sayıda ülkeyi gezdikten sonra 1902’de yeniden İstanbul’a döndüyse de Rus sefirinin talebi üzerine tutuklanıp Rusya’ya gönderildi, serbest bırakılınca 1905 Devrimi içerisinde o da siyasi faaliyetlerini sürdürdü.    

İbrahim bu dönemde 1905 sonrasındaki kısa ve nispi özgürlük döneminde Rusya Müslümanlarının siyasal liderlerinden biridir, meşhur Yusuf Akçura ile birlikte hareket ederler. Ancak saray dizginleri yeniden ele aldığında İbrahim bu sefer yurtdışına seyahate çıkar, sonradan Âlem-i İslam adıyla neşredeceği anılarını 1910’da bitirdiği bu büyük seyahatinin ardından neşreder (Sibirya’dan başlayarak Mançurya, Japonya, Kore, Çin, Hindistan, Hicaz üzerinden İstanbul’a ulaştı). Abdürreşid İbrahim’in Japonya’daki faaliyetleri arasında Şark toplumlarının Rusya ve İngiltere başta olmak üzere batılı emperyalist devletlere karşı beraberce hareket etmelerini teminen yaptığı çalışmalar ve İslam’ı tebliğ gayretleri özellikle dikkat çeker.  

Trablusgarb’ın İtalyanlarca işgali üzerine yerel halkı teşkilatlandırmak için bölgeye giden münevverler arasında –Şekib Arslan ve Âkif gibi- o da vardı. Rusların Sarıkamış’ı işgalinde de aynı gayeyle bölgeye gitmişti. El-Hüseynî ve Arslan gibi, onun da Teşkilat-ı Mahsusa ile ilişkisi vardı; savaş sırasında esir alınan Rus çarlığı tebaası Müslüman askerleri Osmanlı Hilafeti lehine savaşa katılmaları için ikna etmek üzere Almanya’ya özel görevle gönderilen vaizlerden biri de oydu. Sonraki yıllarda Kahire, Rusya ve Mekke’de yaşadı, ama 1934’te ailesiyle birlikte Japonya’ya yerleşti. Tokyo’da bir cami inşa ettirilmesi çabasının öncüsü oldu, buranın imamlığını yaptı ve tebliğ faaliyetleriyle ilgilendi. 1944’te Tokyo’da öldüğünde devlet radyosundan ilan edilen ölümünün ardından cenazesi büyük bir törenle defnedildi.   

Sonuç yerine: Bu üç entelektüel bize ne söylüyor?  

Bu üç entelektüel de ilginç siyasi yaşamları ve mücadele dolu hayatlarıyla daha derinden incelenmeyi hak ediyor. Örneğin, rahatlıkla bir İslam ülkesine yerleşip orada ölebilirdi Abdürreşid İbrahim, ama Japon imparatorunun 1933’teki şahsi davetiyle Tokyo’ya yerleşmiş, onun Avrupa-merkezli emperyal düzene meydan okumasına kültürel ve politik bağlantılarıyla destek olmayı tercih etmişti. Rusların idaresindeki Müslümanların bağımsızlığı için çok gayret göstermiş ama buna somut bir katkısı olamamıştı, Japonya’da ise bu sonuçsuz çabasını başka bir siyasi mücadeleyle telafi etmeyi amaçlamıştı.   

Emin el-Hüseynî de benzer bir çabayla bağımsız Filistin mücadelesine girişmiş, İngilizlerin Araplara karşı Yahudi cemaatini kolladığı Filistin’de devletleşmek için Hitler ve Almanya’nın desteğini aramıştı. Osmanlı’nın pan-İslamist siyasetinin önemli figürlerinden olan Emir Şekib Arslan da bu amaçla İtalyanlar ve Almanlar nezdinde faaliyet yürüttü 1930’lar ve 40’ların başında.  

Bu açıdan her iki küresel hasım kampın da, tıpkı birinci büyük savaşta olduğu gibi, Müslümanların desteğini –itaatini olmasa bile en azından desteğini veya tarafsızlığını- elde edebilmek için nüfuz mücadelesine giriştiğini not etmek gerekir. Bu mücadelede Arslan da el-Hüseynî de İbrahim de farklı Mihver devletlerini kendi saflarına çekebileceklerini, bu sayede Rusya Müslümanlarının veya Suriye-Lübnan’ın veya Filistin’in bağımsızlıklarına katkı yapabileceklerini düşünmüşlerdi.   

Kuşkusu Berlin, Roma ve Tokyo’daki yönetimlerin de bu tür Müslüman toplum liderleri ve etkin şahsiyetlerle ilişkilerinde güttükleri kendi özel maksatları vardı. Ancak bu “düşmanımın düşmanı dostumdur” siyaseti 1945’e gelindiğinde tümüyle iflas edecek, ideolojik değil pragmatik olan bu işbirliği savaş bitince sona erecek, Soğuk Savaş’ta ise iki hasım kampta da buna benzer başka isimler sahneye çıkacak ve başka işbirliği süreçleri başlayacaktı.  

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.