İki Savaş Arası Dönemde Üç Aykırı Müslüman Entelektüel Portresi -1: Hacı Emin El-Hüseynî

Orta Doğu araştırmacısı Mehmet Akif Koç, iki dünya savaşı arasındaki dönemde Müslüman toplumlar üzerinde etkili olmuş üç farklı entelektüel portreyi, sıra dışı bazı ortak yönleri ve tartışmalı uluslararası politik ilişkileriyle Fokus+ için inceledi.
Mehmet Akif Koç
İki Savaş Arası Dönemde Üç Aykırı Müslüman Entelektüel Portresi -1 Hacı Emin El-Hüseynî
6 Aralık 2024

Küresel tarih profesörü Cemil Aydın’ın, kısa bir süre önce Türkçeye çevrilen ve entelektüel çevrelerde ilgi gören kitabı “İslam Dünyası Fikri”i, son iki asırda birleşik ve bütünleşik bir İslam dünyası idealinin olup olmadığını etkileyici bir perspektifle ele alıyor. Prof. Aydın bunu yaparken Hint alt-kıtası ve Uzakdoğu İslam toplumlarından Osmanlı’ya, Arap toplumlarından İran kültürel sahasına ve Afrika’ya kadar oldukça farklı coğrafyalardan düşünürler, hareketler, ülküler ve kıyamlar üzerinden küresel bir fikrin izlerini sürmüş. 

Bu özgün kitap her bir bölümüyle üzerinde tekrar tekrar durulmayı hak ediyor. Ancak, bilhassa iki savaş arasındaki dönemde yazarın üzerinde durduğu, İngiltere-Fransa-Rusya emperyal siyasetine başkaldırı olarak ortaya çıkan bağımsız entelektüellerin Müslüman toplumları etkilediği müstakil bir bölüm var ki bu yazıyı kaleme almama da esin kaynağı oldu.   

Bu entelektüellerden özellikle üç tanesini, farklı coğrafyaları ve gelenekleri de temsil etmeleri itibariyle yakından mercek altına alacağım bu yazıda: Filistinli Sünni Arap Hacı Emin el-Hüseynî (1897-1974), Lübnanlı Dürzî Arap Emir Şekib Arslan (1869-1946) ve Rusya Türklerinden Sünni Özbek-Başkurt Abdürrreşid İbrahim (1857-1944).  

Bu isimlerin ilk anda akla gelen ortak özellikleri; Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış, yıkılış/parçalanma dönemini yakından gözlemlemiş olmaları, mücadelelerini daha ziyade iki dünya savaşı arasında vermeleri ve bir dönem yollarının İstanbul’dan geçmiş olması ve ilginç şekilde Teşkilat-ı Mahsusa ile (ondan önce de II. Abdülhamid’in pan-İslamist networkleriyle) yakın ilişkileri. Ancak hepsinden önemlisi de, İslam toplumlarının içinde bulunduğu halin sorumlusu olarak gördükleri İngiltere-Rusya-Fransa gibi eski emperyalist güçlere karşı, 1930-40’larda Almanya veya Japonya gibi yeni emperyalizm siyasetine yakınlık duymaları dikkat çeker. 

Bu yazıda öncelikle Filistinli Hacı Emi el-Hüseynî ve onun Almanlarla savaş yıllarındaki yakınlaşmasına, bunun gerçekleştiği konjonktüre ve sonrasına değineceğim. Serinin diğer yazısında ise diğer iki Müslüman entelektüel, Emir Şekib Arslan ve Abdürreşid İbrahim’in Almanlar ve Japonlarla ilişkilerini ele alacağım. 

Hacı Emin el-Hüseynî (1897-1974) 

Beyrut doğumlu Filistinli bir Arap olan Emin el-Hüseynî, Hz. Hüseyin soyundan bir seyyid klanına, Kudüs’ün tanınmış Hüseynî ailesine mensuptu. Ailesinin büyükleri 18. yüzyılın sonlarından itibaren, Osmanlı idaresi tarafından Kudüs’ün kutsal mekânlarının korunması görevine ve müftülük vazifesine getirilmişti. Emin el-Hüseynî de 1921-1948 yılları arasında Kudüs Başmüftülüğü yaptı. Genç yaşlarında Kahire’deki el-Ezher’e kaydoldu ve ilmi eğitim aldı, ancak tebaası olduğu Osmanlı Devleti bir ölüm kalım savaşına giriyordu o yıllarda. El-Hüseynî de İstanbul’a gitti ve 1915’te girdiği Harbiye’den kurmay subay olarak mezun oldu, Çanakkale Savaşları’nda vatan savunmasına katıldı (ayrıca Galiçya Cephesi’nde de subay olarak görev yaptı). Akabinde Kudüs’e yerleşti ve savaş sonunda başlayan İngiliz mandası döneminde, Filistinli Arap toplumunu temsilen resmi ve gayrı resmi görevlerde bulundu.  

Dönem Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı, Orta Doğu’da yeni bir düzenin İngiliz-Fransız ortaklığında başladığı yıllardır. 1917 Balfour Deklarasyonu’yla Filistin’de bir “Yahudi yurdu kuracağına dair Yahudi diasporasına resmen taahhütte bulunan İngiltere, Filistin’deki manda yönetimini bu amaçla kullanmaya başladı. Yahudilerin kitleler halinde göç ettirildiği, Arapların asırlardır yaşadıkları toprakların kendi istekleri hilafına Yahudi göçmenlere zorla verildiği, Araplar karşısında Yahudilerin kayırıldığı bu manda yönetimi henüz kurulduğu yıllarda Filistinlilerin protestolarıyla karşılaştı.  

Ancak İngilizler bu protestoları zorla ve kimi zaman askeri usullerle bastırdı, bazen de Yahudi silahlı çeteleri İngilizlerle birlikte hareket ederek Filistinlileri sindirdi. El-Hüseynî bu protesto hareketleri ve örgütlerinde başından beri yer aldı, Filistin’deki ilk siyasi teşkilat olan Nâdi’l-Arabî başkanlığına seçildiği 1919’da 22 yaşındaydı. Balfour Deklarasyonu’na ve bölgedeki siyasi mühendisliklere karşı çıktığı için ilk tutuklanması da 1919 yılındaydı. 

Ölen ağabeyinin yerine Kudüs müftülüğü görevine getirildiğinde 24 yaşındaydı, bu dönemde Müslüman toplumun politik ve dini organizasyonunda görev yaptı. 1928-29 yıllarında Yahudi yerleşimcilere karşı ayaklanan Müslüman toplumunun başkaldırısındaki öncü rolü onu Filistinlilerin tartışmasız öncüsü haline getirdi. Uluslararası arenada ve İslam dünyası içinde de Filistinlilerin lideri olarak kabul gördü. 

El-Hüseynî’nin İngilizlerle açıkça düşman haline gelmesi ve Almanlarla yakınlaşması, 1936-37 döneminde Filistin’de artan protestolar ve Londra’nın ısrarıyla Temmuz 1937’de Filistin’in Araplar ve Yahudiler arasında taksim planına itiraz ettiği dönemdedir. Filistin’in bölünmesine itiraz hareketinin başında olduğu için İngilizlerce önce, başında bulunduğu resmi nitelikli el-Meclisü’l-İslâmî el-a‘lâ başkanlığından alındı, ardından tutuklanmak istenince Beyrut’a kaçtı, sonra da Irak’a ve İran’a geçti.  

Nazi Almanyası ile görüşmelerden Filistin direnişine

1941’de Almanların desteğini almak ve başlayan savaşta Filistinlileri İngilizlere karşı ayaklanmaya teşvik etmek için Berlin’e gitti. Hitler ve Nazi liderleriyle meşhur görüşmeleri de 1941 sonlarındadır; Filistin’e Yahudi göçünü önlemek el-Hüseynî’nin önceliğiydi, ancak bu konuda Hitler resmi bir taahhüt altına girmedi, yine de sözlü olarak desteğini beyan etti. Nazi lideriyle görüşmelerinde –muhtemelen kendi kişisel öneminin de altını çizmek saikiyle- Balkan Müslümanları ve Araplar arasında direniş grupları kurulmasına dair konuların da ele alındığı ve bu konuda çalışmalar yaptığına dair bilgiler de söz konusu.  

Ancak, Almanların savaşı kaybedeceği belli olunca ülkeyi terk edip Fransa’ya sığındı ve iade taleplerine rağmen 1946’da Kahire’ye gitmeyi başardı. 1948’de İsrail devleti resmen kurulunca, Mısır’ın himayesinde Gazze’de siyasi ve askeri faaliyetler yürüttü, fakat bu faaliyetlere başta müzahir bakan Hidivlik idaresindeki Mısır devleti tarafından etkinliği sınırlandırıldı.  

Bundan sonraki ömrü Filistinliler için yaptığı çalışmalar ve yurt dışındaki toplantılarda Filistin adına katılmak ve faaliyet yürütmekle geçti. Müzakereleri reddeden ve gerekirse silahlı mücadeleyi savunan duruşunu 1974’te Beyrut’ta ölene kadar sürdürdü. Kudüs’e gömülmeyi vasiyet ettiyse de, kendisini savaş ve soykırım suçlusu olarak tanımlayan İsrail tarafından buna izin verilmedi. 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.