Türkler ve Filistin İlişkisi Üzerine

26.09.2025 - 15:23 | Son Güncellenme: 26.09.2025 - 15:38
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
“Çocukcağız Arabistan’da rahat eder.” dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler. Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.

Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşındaydı; peltek, şirin konuşmalarıyla de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti. Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı. Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’daki gibi “Hasan gel!, Hasan git!” demiyorlardı. İsmi de değişir gibi olmuştu, “Hassen” şekline girmişti. “Taal hun ya Hassen” diyorlardı, yanlarına gidiyordu. “Ruh ya Hassen” derlerse uzaklaşıyordu. Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olursa da susuyordu. Yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu. Fakat hem çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel ve ıslak bahçeler tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz ve karaydı. Tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı. Ne ağaç vardı, ne dere, ne ev. Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı. Çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile… Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın, küskün, arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı. Çok sabretti ama dayanamadı.
Yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu. Asker gülerek, “Gemel! gemel!” dedi.
Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı.
Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs… “Ya habibi! ya ayni!”
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar… Hasan durgun ve tıkanıktı; susuyor, susuyordu… Öyle haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu. Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi ve kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık hem çatal yerine dürüm yaparak kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı. Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuşmalarının ardından önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki… Şaşarak eğlenerek seyrediyordu. Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer İstanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu: “Çiviler ağzına batmaz mı senin?”
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:
“Türk çocuğu musun be?”
Hasan “İstanbul’dan geldim.” dedi.
Eskici de “Ben de o taraflardan… İzmit’ten!” diye karşılık verdi.
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı.
Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı.
Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
“Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?”
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralıkta da kendisi sordu:
“Sen niye burdasın?”
Öteki başını ve elini şöyle bir salladı uzun iş manasına ve mırıldandı.
“Bir kabahat işledik de kaçtık!”
Asıl konuşan Hasan’dı; altı aydan beri susan Hasan…
Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu.
Aklına ne gelirse söylüyordu.
Eskici hem çalışıyor hem de ara sıra “Ha! ya? öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
“Gidiyor musun?”
“Gidiyorum ya, işimi tükettim.”
O anda fark etti; memleketinden küçük bir yavru, sessizce titreyerek ağlıyordu. Gözyaşları, tıpkı tren vagonunun camındaki yağmur damlaları gibi ardı ardına süzülüyor, sarsılarak çarpışıyor, her birinde gökyüzünün maviliği ve güneşin parıltısı pırıl pırıl yansıyordu.
“Ağlama be!, ağlama be!”
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
“Ağlama diyorum sana! Ağlama.”
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti.
Önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
Yukarıdaki metin Refik Halit Karay’ın Gurbet hikayelerinde geçen “Eskici” öyküsüdür. Ben yıllar önce bu dokunaklı hikayeyi okuduğum zaman aklıma Filistin doğumlu ve İzmir’de komşumuz olan merhum arkeolog Ekrem Akurgal gelmişti.
Şüphesiz Türk edebiyatının büyük isimlerinden Karay bu hikayeyi boşuna yazmamıştır. Zira Filistin coğrafyası kültürel ve dini açıdan Türkler için her zaman önemli bir yer olmuştur. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olduğu dönemde, Türkler için bu bölge sadece askeri ve idari bir öneme sahip olmakla kalmamış, aynı zamanda tarihi, kültürel ve insani bağların da güçlendiği bir toprak olmuştur.
Bugün Filistin’de doğan veya burada önemli görevler üstlenmiş olan Türkler, iki halk arasında köklü bir bağın sembolleridir.
Dünyaca ünlü arkeolog Ekrem Akurgal, Filistin’de doğmuş bir Türk olarak, Türklerin bu topraklarla olan tarihsel bağlarını sembolize eden önemli bir isimdir.
Akurgal hocanın annesinden kalan bir çiftlikte, Filistin Hayfa’da doğmuş olması, Türklerin bu topraklarda ne denli derin izler bıraktığını ve bölgeye olan bağlarının tarihsel bir devamlılık taşıdığını gösteren güçlü bir örnektir.
Merhum Akurgal’ın daha sonra yaptığı çalışmalar, bölgenin arkeolojik geçmişine dair derinlemesine bilgi sunmuş ve Türklerin sadece askeri değil, kültürel ve bilimsel anlamda da bu topraklarda güçlü bir varlık gösterdiğini ortaya koymuştur.
Filistin ve Osmanlı İmparatorluğu

Filistin, Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş sınırları içinde yer alırken, stratejik olarak önemli bir bölgeydi. Osmanlı döneminde Filistin, kültürel, dini ve ticari açıdan büyük bir merkez olmanın yanı sıra askeri açıdan da kritik bir noktaydı.
Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan bu topraklar, Türk askerleri ve yöneticileri için de büyük bir sorumluluk taşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş zamanlarındaki önemli figürleri Enver Paşa, Cemal Paşa ve Miralay Mustafa Kemal, bu topraklarda önemli görevler üstlenmiş, Filistin’deki İngiliz işgaline karşı mücadele etmişlerdi. Yusuf Akçura 1913 Filistin'ini şöyle anlatıyordu:
“Otelimiz Kudüs’ün en geniş en büyük caddesine bakıyormuş, bankalar, mağazalar, oteller, sinemalar, kahvehaneler, birahaneler.. Hazreti Davud ve Süleyman’ın mukaddes şehrinde bu da acayip değil. Hepsi lüküslerle aydınlatılan bu sokakta. Biz, Türkler, Araplar, bağsız, başsız, ayrı ayrı, avare dağınık kitap yaprakları gibi, kiminin başından gelen rüzgârla uçuşup duruyorduk. Zaten şarkın büyük cemiyetleri, İranlıları, Afganlıları, Türkistanlıları da o ruhdan mahrum, böyle dağınık, şirazesiz bir kitap değil mi? Osmanlı hükümet memurları bir vilayette, bir şehirde fitne çıktı mı ‘efendim, ecnebi parmağı’ diyorlar ve ‘ecnebi parmağından’ şu arada para ile gelip karışan yabancıların tesiri murat ediyorlar…”
Hakikaten, Osmanlı döneminden bu yana Türkler Filistin halkına çeşitli şekillerde destek olmuş, özellikle 20. yüzyılın başlarında İngiliz işgali sırasında Filistin halkı, Osmanlı yönetiminin çöküşüyle birlikte büyük bir direniş göstererek bağımsızlık mücadelesi vermiştir. Bu mücadelenin merkezinde Türk halkının Filistin’e olan yakın ilgisi ve destekleri vardır. Nablus ve Gazze’de bulunan Müslüman mezarlıklarında yüzlerce Türk şehit yatmaktadır. Bu kabirlerin birçoğu ne yazık ki daha sonra İsrail tarafından tahrip edilmiştir.
Osmanlı arşiv belgeleri Filistin'in Birinci Dünya Savaşı'na kadar barış dolu bir bölge olduğunu kanıtlıyor. 1936 yılında, Trabzonlu bir ailenin Kudüs’te savaşıp bir daha haber alınamayan Yüzbaşı Hüseyin Efendi için Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’na hala bir umutla başvurarak dedelerini sormuş olmaları, Filistin için verdiğimiz mücadelenin ne kadar taze olduğunu göstermeye kafidir.
Kaynakça
- Akurgal, E. (1961). Doğu ve Batı düşüncesi. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları.
- Karay, R. H. (1940). Gurbet hikâyeleri. İstanbul: Remzi Kitabevi.
- Atay, F. R. (1932). Zeytindağı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
- Gençoğlu, H. (2022). Palestine in the Ottoman archival records. Cape Town: South Africa.
- Armaoğlu, F. (1981). Filistin meselesi. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
- Akçura, Y. (2020). Suriye ve Filistin Mektupları (İ. Türkoğlu, Haz.). İstanbul: Ötüken Neşriyat.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fokus+'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.





